“Abla, koş! Başladı, yine üç kez!”
“Kaçırdım ya! Gerçekten duydun değil mi?”
“Off! İki gündür oluyor işte. Hem sen de duydun öncekileri. Bir uzaylı var orada, biliyorum!”
“Ne yapacağız peki? Biz çocuğuz, kızım! Kim inanır ki bize?”
“Evet, kimseye söylememeliyiz!”
Bulutlara doğru boy vermiş gökdelenlerin pencereleri, batan güneşle beraber birer ikişer aydınlanmaya başlamıştı. Yakında inşasına başlanacak olan –gökyüzünün üstündeki merdiven diye tanıtılan, halk arasında GÜM diye anılan- gökdelenlerin bile onun yanında cüce kalacağı söylenen devasa boydaki binanın inşası için açılan temelin çukuru; her geçen gün daha da derinlere iniyor, ağzı düşenleri yutmak ister gibi karanlıkla açılmış bir canavara benziyordu.
Tüm şehir eski ya da yeni görünümlü bu gökdelenlerin esaretine gireli çok olmasa da kısa zamanda birbiri üstüne binen katlar; sıkıştırdıkları yaşamları umursamadan boylarını daha da uzatmış, şehrin silüetini bu dev sefer taslarından oluşan bir tabloya çevirmişti. Gökdelenlerin ortasındaki katlara kadar oturanların geçimle ilgili büyük sorunları olduğu su götürmez bir gerçekken üst katlarda oturanların da geniş maddi imkânlara sahip olduğu iyi bilinirdi. En üst kattakiler ise büyük bilmeceydi. Oradakileri kimse tanımaz, yalnız ara sıra o katlarda oturabileceğine yakıştırılanlar çıkardı. Asansörler bile ayrılmıştı. Orta katlara kadar gidenlerinki ikide bir bozulsa da üst katlara ayrılanlar hiç arızalanmazdı. Kapılarında bekleyen nöbetçi, bu kadar insan arasından yukarı çıkanları şıp diye tanır, araya kaynayıp çıkma hakkı olmadığı halde bu girişimde bulunanları yakalarından tuttuğu gibi bir kenara atardı. Gökdelenlerin yanlarında sokağı yuva yapmış evsizler ise küçük öbekler halinde yaşamlarını sürdürürlerdi. Çoluk çocuk yaktıkları ateşin etrafında toplanıp birbirlerine eğlenceli hikâyeler anlatır, türlü türlü şarkılar söylerlerdi. Koca şehrin nefes alan, yaşayan tek yerini bu gruplar oluşturuyormuş gibi görünürdü.
“Oraya gidiyorum abla, dayanamayacağım artık.”
“Bekle, geliyorum!”
“Tahta bir fıçıya benziyor. Kapağına bak, hem de tüm gücümle çektim yerinden oynamadı bile, sımsıkı kapalı. Uzaylı korktu mu acaba?”
“Peki ya içeride başka bir şey hapis kalmışsa? Ya o bir cinse! Masaldaki gibi. Yaşadık işte o zaman!”
“Masallar yasaklanmıştı hani? Sen nereden biliyorsun abla?”
“Köşedeki kadın var ya, sokakta yaşayan, o anlattı. İsmini bile söyledi masalın. ‘Alaaddin’in Sihirli Lambası’. Eğer cini kurtarabilirsek, üç dileğimiz gerçek olacak! Ben en üst katta yaşamak isterim!”
“Ben de! Hem o zaman her istediğimiz zaten olur, diğer ikisini söylemeye bile gerek kalmaz. Bizim uzaylıyı da kurtarırız o zaman, arkadaşlarını, düşen insanları da!”
“Bunu da kimseye söylememeliyiz!”
GÜM’ün temeli kazıldıkça bazı sorunlar baş göstermişti. Yaşamlarına buraya atlayarak son veren üç kişiden sonra temelin dibine -ne yapılsa da atlayanlara ulaşılamayınca- dev bir kepçe yerleştirilmişti. Büyük kepçe zamanla içinde ölü, ağır yaralı balıklar kaynaşan bir balıkçı ağı gibi dolmaya başladı. Açılan çukur o kadar derinleşmiş, taşıdığı yük o kadar ağırlaşmıştı ki kepçenin gün geçtikçe yukarı çıkışı daha da güçleşiyordu.
“Yok , ellerim çok yoruldu. Ov ov, hiç bir şey olmuyor!”
“Sıra bana geçti!”
“Sen ne yapacaksın?”
“Şimdi anlatıyorum, bu fıçının içinde bir uzaylı var. Dünya’da kaybolmuş. Her gün, “Güm!Güm!Güm!” diye vuruyor ya, işte bunu arkadaşlarıyla haberleşmek için yapıyor. İnsanların arasında çok korkmuş. ”
“Bu anlattığın da bal gibi masal, akıllım!”
“Benim masalımın da ismi, ‘Güm!Güm!Güm!’ olsun o zaman! Uzaylının içeriden vurduğu gibi ben de üç defa fıçının dışına vuracağım. O da beni arkadaşlarından biri sanıp, kapağı açacak.”
“Dışarı çıkarsa biz ne yapacağız peki, masalcı teyze?”
“Başını gösterir göstermez hemen kapağı kapatıp, yan yatıracağız fıçıyı; hızlıca GÜM’e kadar yuvarlayıp, çukura atacağız. Sonra diğerlerinin yerlerini bulmak için tüm sokakları arayacağız, bulduğumuz bütün fıçılara da aynı şeyi yapacağız.”
“O zaman GÜM’ün çukuru, uzaylıların evi olur.”
“Ne güzel olur değil mi? Düşünsene abla; hem bizim uzaylılar artık yalnız kalmaz, birbirlerine kavuşur, hem de oraya düşenleri kurtarırlar.”
“Bu nasıl olacak ki? Bir kere kepçe var orada!”
“Uzaylılar kepçeyi yok edip, gemilerini oraya koyacaklar. Böylece düşen insanlar ölmeyip, onların gemisinin içinde yaşamaya devam edecek!”
GÜM’ün temelinde yaşananlar, alınan tüm güvenlik önlemlerine rağmen artarak devam ediyordu. Eski günlerinden eser kalmamış, artık insanları gökyüzünün üstüne çıkarandan çok yerin altına indiren bir merdiven görevini üstlenmiş gibiydi. Yapım haberinin ilk günlerindeki parlayan yankısının yerine sönen yıldızlarınkine benzer bir karanlık çökmüştü.
“Kapağı mı açmaya çalışıyorsunuz çocuklar?”
“Hı hı, içerdeki uzaylıyı kurtaracağız. Çok korkuyor, çok. Of ya! Yine çok konuştum değil mi? Seninle konuşmamızı yasaklamışlardı!”
“Hımm, biz de uzaylıyı kurtaralım o zaman.”
(Fısıltıyla) “Abla baksana, annem nasıl da itiyor kapağı!”
(Yüksek sesle) “Yaşasın! Açıldı!”
(Haykırarak) “Aa!..”
Gülayşen Erayda