Bu gecenin onur konuğuyum, kadehler benim için kaldırılıyor. Kampüsün kuzeyindeki on sekizinci yüzyıla ait gösterişli binanın, göz kamaştırıcı ‘murano avizeli’ salonundayız. Üniversite ve yakın çevremden meslektaşlarım, dostlarım etrafımda toplanmışlar. En iyiler sıralamasında ilk ona giren üniversitemde profesörlük unvanı alışımı kutluyoruz. Eşim yanı başımda, birbirimize gülümsüyoruz, kısa bir konuşma sonrası kadehimi kaldırıyorum, “Yaşasın ceteris paribus, yaşasın yok saydığım hayatım!”.
Bugünlere kolaylıkla gelmedim. Evden uzakta ve yalnız başınaysanız, en çok kendinize acımasız oluyorsunuz; belki de ömür boyu, delice pişman olacağınızı için için bildiğiniz, en zalimce, en yok edici kararları, kimseye hesap vermeden tek başınıza alabiliyorsunuz. Master programımın ilk gününden itibaren, yolumda ilerleyebilmem için ödenmesi gereken hangi bedel varsa harfiyen ödedim. Vazgeçtiklerimi, ruhu ve sinirleri alınmış kurbanlık et parçaları gibi poşetledim ve içimde en derinlere üst üste istifleyerek kendimden bile sakladım. Onlardan tümden kurtulamayacağımı biliyordum, benimle sonsuza dek sessizce yaşayacaklardı, ancak pekala seslerini kesebilirdim, ben de bir daha çözülmemelerini dileyerek onları dondurdum.
Master tezim için gecemi gündüzüme katarak çalıştığım yıllarda girdi ilk poşet dondurucuma. Donduktan sonra görüntüleri değişiyor, belki de başkalaşım geçiriyorlar ve sonra onları tanımak güç oluyor; bu yüzden üzerlerine hep keçeli kalemle muhtevalarını yazarım.“KEŞKE SENİ BEDENİMDEN KOPARMASAYDIM!” yazdım ilkine. Doktorama hazırlanırken, sinir sistemimin tekinsiz karanlık sokaklarında ikincisi hızla hedefine ilerlemeye başlamıştı bile, “MEMNUN MUSUN TIKILDIĞIN BU ODADAN?” yazılıydı üzerinde. Ekonomi profesörlüğü kadrosuna atanmam da kolay olmadı. Yıllar yılları kovaladı, hâlâ yabanıllığımı atamadığım bu ülkede gece gündüz çalışmaya devam ettim, ancak sonunda muradıma erdim. Bunca yılın nişanesi; yeni odamın kapısının yanındaki duvarda, ismimin başında parlıyordu. Aynı gün, “MEMNUN MUSUN TIKILIP KALDIĞIN BU ŞEHİRDEN?” yazılı son poşet en üst rafta yerini almış, donmaya başlamıştı bile.
Derin dondurucudakiler unutulmak üzere oraya konulduklarını umursamayıp, düzenli fasılalarla kendilerini hatırlatarak canımı acıtmaya devam ettiler. Hepi topu fasulye tanesi iriliğinde bir cenin, bozkır toprağı ve yavşan otuydu içimde sakladıklarım, ancak zamanla ağırlaştılar; en olmadık zamanda çözülüp, kurduğum düzeni balçığa çevirmeye başladılar. Ceteris paribus yalandı, aslında hiçbir şey sen öyle istedin diye uslu uslu yerinde durmuyor, sabit kalamıyordu. Bu yükle daha fazla yaşayamayacağımı anladığım vakit terapistlerin kapısını aşındırmaya başladım. Şimdi geçmişe bakıyorum ve keşke bir oyun kurucu gibi hayatımı kurgulamasaydım diyorum. Bıraksaydım arzu kayığımı zamanın akışına…
Dedem çok eskiden, biz daha on yaşlarındayken, bütün torunlarını etrafına toplar, Moğolistan ve Kırgızistan’da yaşadığı maceraları anlatırdı. Son günlerde o anılar hafızamda yeniden canlanmaya başladı. Çitlerlerle çevrili olmayan, hiç kimseye ait olmayan yabanıl otlarla kaplı uçsuz bucaksız steplerde yaşadığı o üç yıl, onun için olduğu gibi benim için de hep kıymetli oldu. Onu dinlerken, kurak topraklarda varlığını sürdürebilme mücadelesi veren yerden bitme step bitkileri ile yaşamanın, yavşan otu gibi rüzgârın önü sıra yuvarlanıp savrulmanın, ‘yılkı atlarının’ ardında uçarcasına iz sürmenin o sonsuz özgürlük duygusu kaplıyordu benliğimi. Dedem Ziraat mühendisiydi ve stepler hakkında çok şey biliyordu. Step bitkisinin tohumlarını onca susuzluğa rağmen yaşatma ve gelecek nesillere taşıma becerisini ve o tohumların insan eliyle ehlileştirilerek zirai tarımda kullanılan en önemli besin kaynağımız olan tahılın atası olduğunu dedemden öğrenmiştim. O anlattıkça ben dinlemekle yetinmiyor, zihnimde bozkırın resmini çiziyordum.
Bir yıl evvel evlendiğim, aynı zamanda meslektaşım olan eşimi bozkır benim gibi heyecanlandırmıyor. Ülkesinin tarihi ve bugünkü gelişmişlik düzeyi ile gurur duyuyor. Onun doğduğu büyüdüğü kök saldığı bu ülkeyi, yaşadığı şehri sevmesinden daha doğal bir şey olamaz. Objektif olarak bakıldığında haksız sayılmaz, burayı ben de seviyorum, ancak benim için, onun kadar hayranlık duyduğum, asla kopamayacağım bir yer de olamadı hiçbir zaman. Bu şehir, kurallarına uyduğum, labirentlerinde yol almayı bildiğim sürece rahat edeceğim, kaybolmayacağım bir orman. Burada; insan kibrinin ve birikiminin şahikası bu topraklarda yaşamak, nereye kadar? Oysa ben kimsenin sahiplenmediği, yüksek duvarlarla çevirmediği, ufku kilometrelerce öteden görünen, ıssız topraklarda yaşamak istiyorum. Oradaki temelsiz, katmansız evimi, istediğim zaman söküp, istediğim yerde yeniden kurmak istiyorum. Kök salmış, sabit ve köşeli olmayan bu evin, içimdeki kök salmış, sabit ve köşeli düşünceleri de değiştirebileceği umuduna sarılıyorum. Öyleyse neden bir stepte kendi ellerimle kurduğum bir yurtta yaşamayayım diyorum bazen kendi kendime.
Yaşım hayli ilerledi, ancak beynimin kıvrımları henüz canlı; ne unutkanlık sorunum var, ne de düşünce hızımda bir yavaşlama söz konusu. Ancak meslektaşlarımla yaşadığım bütün bu meydan okumalar, çalım atmalar, galebe çalmalar, olmadık zamanda aklıma düşen o sarı sıcak bozkır resimleri kadar tat vermiyor artık.
Arabayla okula gelip giderken ya da kampüsteki çalışma odamda dinlenirken, steplerde geçen gölge hayatımı düşlüyorum ve kendimi birden bire bir çobanla evlenmiş buluyorum. Orta yaşlı bir adam olsun, hatta benden beş on yaş küçük olsun diyorum. Yaşıtım olan adamları yaşlı buluyorum, beğenmiyorum; eminim onlar da beni yaşlı buluyor ve beğenmiyorlardır. Neyse, neden çobanımı istediğim yaşta kurgulamayayım ki? Çocukken karşılaştığım on bir, on iki yaşlarındaki keçi çobanı geliyor aklıma. Saçlarının ucu güneşten sararmış, al yanaklı çilli çocuğu imgelemimde büyütüyor, yetişkin bir adama dönüştürüyorum. Kayınpederime bakan Kırgız karı koca vardı bir zamanlar, onların silüetlerini de hafızamdan çekip çıkarıyorum. Adamın hep kısık duran çekik gözleri, kalın telli kuzguni siyah saçları, güneş yandığı teni ve suç işlemiş gibi mahcup, mahzun duruşu geliyor gözümün önüne. Keçi çobanı çocuk ve Kırgız bakıcıyı usumda birleştirip kendi çobanımı çiziyorum. Yakışıklıca ama yine de kemikli kaba, taşralı yüz hatları konduruyorum ona. Çocuğun saçlarının ucu koyulaşmıştır artık, eskisi gibi sarıya çalmıyordur. Kırgız adamınki kadar siyah olmasa da koyu kestaneye boyuyorum çobanımın saçlarını. Kasketinin güneşten yeterince koruyamadığı yüzü, esmer değilse de yılların bir birine eklediği güneş yanıkları ile kızıllaşmış ve kayış gibi sertleşmiştir. Derin kırışıklıklar oluşmuştur kıstığı çekik göz çevrelerinde. Boyu ne uzun ne de kısadır, ne atletik ne de şişman, biraz tıknaz ama güçlü bir beden biçiyorum en sonunda çoban kocama.
Çoban, yetiştiği çevrenin kodlarına uyacak olsa benimle evlenmez, bunu biliyorum. Ama ben hayalimde mantık ve gelenekle zıtlaşmayı inatla sürdürüyorum. Çobanın karısı olunca sabahları erkenden uyanıyorum ve geceleri uzun saatler uyanık kalma alışkanlığımdan vazgeçiyorum. Kocamın nasırlı, ağaç kabuğu gibi pürüzlü ellerine, bozkırın sert esen rüzgârıyla çatlamış dudaklarına, gece yatmadan önce krem sürmeyi ihmal etmiyorum. Çocuklarımızı uyutup, yurdun diğer köşesine serdiğimiz yün döşeğimize uzanıyor, birbirimize sarılıp sessizce sevişiyoruz. Sonra da çok değil, birkaç dakika dikenli otların kumda savruluşuna, atlarımızın kişneme seslerine kulak kabartarak, yorgun bedenlerimizi uykuya teslim ediyoruz.
İşlere yavaş yavaş alışıyorum. Tavuklara yem vermeye, yumurtaları toplamaya başlıyorum. Altı atımız ve on ineğimiz var. Onların gelişini kilometrelerce öteden görebiliyorum. Çocuklarla, çoban kocamı ve sürüsünü karşılamak için bozkırda koşuyoruz. Büyük kızım, uzun ince bacaklarıyla hepimize fark atıyor. Atlarımıza biniyoruz, bu kez eve dek at üstünde yarışıyoruz, yarışı yine büyük kızım önde bitiriyor. Kımız içebiliyorum ancak et yemediğim için burada sağlıklı kalabilmek çok zor. Şehre gittiğimizde bol bol kuru bakliyat alıyorum. Sebze bulmak da zor buralarda, hem de çok pahalı. Pazardan sebze tohumu alıyorum, maydanoz ve kuzukulağı yetiştirmekte kararlıyım.
Sıcaklar bastırmadan çocuklarla birlikte biz de arada bir at binip sürünün peşi sıra gidiyoruz. Sepetten çıkardığım örtüyü yere serip ailece piknik yapıyoruz. Kitabımı okurken gözlerim kapanıyor, çoban kocam boynuna doladığı tülbenti çözüp üstüme örtüyor, gözlerim kapalı ona gülümsüyorum ve uykuya dalıyorum. Birden çocuklarımın sesi kesiliyor, irkiliyorum, onları her yerde arıyorum. Kocam, al yanaklı çekik gözlü çocuklarım, atlarımız, ineklerimiz, hepsi kaybolmuş. Uçsuz bucaksız bozkırda bir başıma kalıyorum, göğsüm daralıyor, nefes alamıyorum. Usumda yarattığım yavrularımı kendi ellerimle kaybettiğime inanamıyor, feryat figan ağlamaya, bağırmaya başlıyorum. Nasıl olur diyorum kendi kendime, sen nasıl bir annesin! Çok yorgundum, hep yorgunum, içim geçmişti, suçlu sayılmam değil mi? diyerek çoban kocamın beni onaylamasını, suçluluk duygumu azaltmasını bekliyorum. O bana hiç kızmıyor, öfkelenmiyor, her zaman olduğu gibi mahcup bir ifade ile gülümsüyor, endişelenme, çocuklarımız güvende diyor. Birden uyanıp doğruluyorum, gözlerimden akan yaşlar toz içinde kalmış yanaklarıma yapışmış, temizliyorum. Güneş iyice tepemde, elimi siper edip gözlerimi kısarak uzaklara bakıyorum. Bizimkiler at tepesinde oyun oynuyorlar, şükürler olsun diyorum, yaşıyorlar, sevinçten ağlamaya başlıyorum.
İşte böyle; özellikle kendime ayırdığım ikindi vakitlerinde, az düşünüp çokça hayal kuruyorum. Bazen mantığım hayallerimi sabote etse de, çoğu zaman mutlu sona ulaşabiliyorum. Çobanımın, al yanaklı çekik gözlü çocuklarımın, bozkırda yaşamanın kime ne zararı olabilir ki?
Ceteris paribus: Latince “diğer tüm durumlar sabitken” anlamına gelen bu kalıp, hemen hemen tüm bilimlerde kullanılan bir analiz yöntemidir.
Oya Kaya