Karlı günlerin geride kaldığı ilkbaharda bir sabah vakti, eşini evin bahçe kapısından dükkânına uğurlarken sabahın serinliği ile ürperdi ve baharın kokusunu bir solukta içine çekti. Güzel bir gün olması dileğiyle, eşinin arkasından ağaç kapının mandalını taktı. Öncelikle bahçeye astığı çamaşırları toplayarak evinin günlük işlerini yapmaya koyuldu. Taşlıktan mutfağa geçerken, ertesi gün yapacağı ütünün kömürünü ütünün içine koydu. Akşam yemeğinin malzemelerini tel dolaptan çıkardı ve hazırladı. Maltızı yakmış ateşi hazırdı zaten, üzerinden bakır güğümü alıp toprak tencereyi koydu. O pişerken, bebeğinin mamasını hazırladı. Pencerelerinin sürgülerini açıp evi havalandırdı. Canı tez bir gelindi onun işleri çabuk olmalıydı.
İkiz çocuklarının okul önlüklerini giymelerine yardım etti. Arkalarından pencereden el sallayıp, bahçe kapısından çıkıncaya kadar bakıp okullarına yolladı. Masayı topladı, bulaşıklar da bitince işleri bitmiş olacaktı. Bu sabah işleri istediği gibi yolunda gitmiş, öğle vakti olmuştu bile. Nenesinin gelip gelmediğini ara sıra camdan kontrol ederken aceleyle üstüne yeni basmadan diktirdiği entarisini giydi. Coşkuyla yemenisini ayağına geçirdi, iğne oyalı kırmızı yazmasını başına bağlayınca artık düğüne gitmek için hazırdı. Tam o sırada kapının demir tokmağının vurulma sesini duydu, koşup kapıyı açtı. Nenesi kapıda ona gülümsüyordu. Hemen elini saygıyla öptü, içeri avluya çekip kapıyı kapattı.
– Çocuklar okuldan dönmeden gelirim neneciğim.
-Rahat ol kızım, sen eğlenmene bak! Ceviz içiyle biz otururuz.
Yazmasının üstüne eşarbını bağladı, sevinçle nenenin yanaklarına bir öpücük kondurup mutluluk dolu yüreği ile avlu kapısından çıktı. “Canım nenem, sen olmasan ben ne yaparım!” diye mırıldandı. Onu büyütmüş, şimdi de çocuklarının büyümesine yardımcıydı. İhtiyacı olduğunda her gün geliyor, çocuklarının mamasını yediriyor, beşiği sallıyor ya da yemeğin yapımına, çamaşır yunmasına yardım ediyordu.
Nenesi mahallenin düğün, nişan, kına yemeklerini yapan, herkesin işine başını açıp koşan, güçlü, bilgili ve akıllı bir kadındı. Torununu evlendirdiği günden sonra, mahallenin işlerini bıraktı. İyiden iyiye yaşlılık da başlamıştı vücudunda zaten. Varı yoğu, canından çok sevdiği güzel torununa yardım etmeyi kendine vazife edindi. Nasılsa torunu Havva’nın annesi, kendi evlerinin işini yapıyordu.
Havva, ailenin ilk kız torunu olduğundan sevgiyle büyümüştü. Güler yüzlü, tatlı dilli, esprili ve muzip bir kişiliğe sahipti. Düğün evine gidecekleri komşusu can arkadaşının kapı tokmağını, kim olduğunu belli eder şekilde bir uzun bir kısa iki kere vurdu Havva. Kapıda birbirlerine sarıldılar, birlikte mahallenin iki sokak ötedeki düğün evine gitmek üzere sokağın köşesini döndüler.
Köşeyi döner dönmez, zurnanın ve davulun sesini uzaktan ve derinden duydular. İki genç gelinin içleri kıpır kıpırdı. Ahşap ve kerpiçten yapılmış, toprak damlı ve alt katı ahır olan evin önüne geldiklerinde; kapının önündeki kalabalığın erkeklerden oluştuğunu görünce mahcup bir halde, eşarplarını düzelterek, çakıl taşla döşeli avluya zor attılar kendilerini…

Düğün evinde sadece kadınların toplandığı odaya önden giren Havva, girer girmez oturacak yer aradı. İçerisi çok kalabalıktı. Pencerelerin içleri bile konuklarla doluydu. Selam verip bir kenara iliştiler, içi saman dolu yastıklara sırtlarını dayayıp, bağdaş kurup oturdular. Etrafı incelemeye başladılar.
Büyücek odanın tabanının orta yeri yekpare halı ile kaplı olup, kenarda kalan boşluklara ise kilimler serilmişti, dört bir tarafı üzeri halıyla kaplanmış yastık ve minderle döşeliydi. Genç kızlar bakır tepsi içinde, iki bisküvi arasına sıkıştırılmış lokum ikram ediyorlardı. İkram sırası onlara geldiğinde, tepsiye elini uzatıp bir tane aldı Havva gelin. Tekrar buyur demelerini bekledi, âdettendi. Misafire “Buyurun, buyurun” diye ısrar edilir, o zaman ısrarlar karşısında misafir ikinci hatta üçüncü lokumu da almak zorunda kalırdı. Israrlar sonucu aldığı diğer lokumları da cebinden çıkardığı kenarı oyalı ipek mendiline sardı çocuklarına vermek üzere.
Ortada oynayan kadınlar, ellerindeki tahta kaşıkların ve tefin ritmik sesleri ile uyumlu bir şekilde zıplayıp ayaklarını sertçe ahşap zemine vuruyor, konuklar da el çırparak eşlik ediyordu. Orta Anadolu’nun en oynak ve en sevilen türküsünü tekrar istediler…
“Bastım iğdenin dalına.
Dal kırılıverdi amanın
Girdim yârin bahçesine
Yâr darılıverdi amanın
İğde dalı gevrek olur
Basmaya gelmez amanın…”
Gelinler ve kızlar ortaya zorla oynamaları için çekiştirilirken, hemen herkes ayağa kalktı, türkü başladı. Düğünün coşkusu oynayanların coşkusuyla karıştı. Tempo iyice hızlandı. Oynamayan kadınlar ise alkışlayarak eşlik ettiler. Gelini ortalarına zorla alıp, kollarını havaya kaldırdılar. Kenarda yerde oturanlar, oynayanlara yer açmak için iyice odanın duvarlarına doğru çekildiler. Derken ahşap kirişlerin esneme sesi gelse de, ne oturanlar ne de oynayanlar çatırtıyı duymadı, duyanlar ise aldırış etmedi.
Bastım iğde dalına, dal kırılıverdi amanın… Sözcükleri henüz bitmişti ki kulakları sağır eden bir gürültü koptu. Ağaç kirişlerin kırılma sesi yankılandı ve toz bulutu yükseldi. Ahırdaki hayvanların acı seslerine kadın çığlıkları karıştı. Kulakları tırmalayan korkunç sesler yükselirken, havayı ağır hayvan kokusu sardı. Havva gelin, “Allah’ım zelzele mi oluyor!” diye zihninden geçirirken aşağıya doğru yuvarlanıyordu. Kalastan yapılmış kolon üzerindeki çengel çiviye elbisesi takılınca durdu. Kendine geldiğinde, olup biteni anlamaya çalıştı. Kafasını kaldırdı, pencerelerin yukarıda kaldığını, perdelerin dantellerinin havada sallandığını, eli yüzü topraktan kapanmış insanların sadece gözlerinin parladığını gördü. Odanın tabanının ağırlığa dayanamayarak çöktüğünü anlayınca gözünde şimşekler çaktı. “Tabii ya, ahırdaki hayvanların üstüne çöktü!” diye haykırdı. Kalasların üstündeki büyük çivilere tutunup çıkmaya çalıştı, aşağıda can pazarı yaşanıyordu. Yaralanan kadınların acı bağırış sesleri arasında, kendini kontrol etti. Allahtan yekpare büyük halı biraz olsun korumuştu onu. Birlikte geldiği can arkadaşı aklına geldi, telaşla kalabalığı gözüyle taradı. Herkes toza bulandığı için bulmak çok zordu. Tef çalan koyu esmer kadını yüksek ahşap direğin üzeride ağlarken gördü, gözyaşlarının yanaklarında açtığı ıslak yolda teninin rengi karanlıkta bile görünüyordu.
“Allah! Allah!” sesleri yükselirken, insanların haline baktı, birkaç saniye önce gülüp oynayanlar sanki onlar değildi.
Komşusu yeniden aklına geldi, sahi neredeydi? Gözleriyle tekrar ahırı taradı. Onu balık gibi üst üste yatmış kadınların üstünde gördü. Korkudan gözleri yuvalarından fırlamıştı komşunun, yüzünde çiziklerden sızan kan ve saçları samana bulanmıştı, burnundan soluyordu. Can arkadaşı çok kötü görünüyordu.
Bu hengâmenin içinde seslendi, göz göze geldiler. Son derece acı bir ses tonuyla inledi. “Ne günah işledik de başımıza bu felaket geldi!”
– Havva! Buradan nasıl kurtulacağız?
– Tırmanarak! Gel elimi tut! Altında duran kadının üstüne bas! Başka çaren yok!
Can havliyle kütüklere tutunup narin vücutlarıyla tırmanmaya çalıştılar, merdiven gibi kullanmak istediler ahşap kirişlerdeki çivileri. Pencere içinde oturan şanslı kadınlar onları ellerinden tutup çekti. Kendilerini pencereden dışarı avluya, avludan da sokağa attılar. Mahalleli toplanmış, olup biteni anlamaya çalışanlarla, yardıma gelenlerle dolmuştu. Kalabalıktan uzaklaşıp şaşkınlıkları geçtiğinde, canları sıkkın, üstlerini başlarını çırpmaya çalıştılar. Kendilerine geldiklerinde birbirlerine baktılar, üstleri başları yırtılmış, elleri yüzleri tozdan kapanmış haldeydi. Tam bu nokta onlara çok komik geldi. “Halimize bak!” deyip kahkahaya boğuldular… Gerçekten komik görünüyorlardı… Gülünç haldeydiler…
– Gülme ne olur! Ne diyeceğiz bizimkilere Havva?
– Bastım iğde dalına, dal kırılıverdi amanın!..
Güner Başaytaç
Yazınız bana şu maniyi anımsattı:
şu ağaç iğde midir
dalları yerde midir
her güzeli seversin
bu sendeki mide midir?
BeğenBeğen