Alışkanlık işte, pazar sabahı da olsa erkenden uyanıyorum. Otomatiğe bağlanmak bu demek ki. Kalk, kahvaltı yap, tayyörünü giy, vosvosuna bin, öğrencilerle uğraş, tekrar trafik seline karış, eve gelir gelmez mutfağa gir sarmalında geçti yıllar.

Kocam yanımda horluyor. Uykuya dalınca okuduğum kitap yere düşmüş. İsteksiz bakışıyoruz. Komodinin üstüne yolluyorum onu bir işaretle. Neden böyle olduk diye zihnimi zorlayarak her pazar olduğu gibi bahaneler arıyorum. Sevme bahaneleri. Bazen onu yeni doğmuş, bakıma muhtaç bir bebek gibi düşünmek istiyorum. Öyle derim öğrencilerime; kızdıklarınızı en masum hallerinde gözünüzün önüne getirin. Söylerim ama kendim gerçekleştiremem. Kocamı, babasının yediği portakalda vitamin olarak bile hayal etsem de bu saatten sonra çok zor biliyorum. Benim profesörlüğüme ne de uyuyor babamın sık sık tekrarladığı ‘terzi söküğünü dikemez’ atasözü. Onun gerçekten mesleğiydi terzilik. İğne, iplik eksik olmazdı elinden. Koskoca kız olmuştum ama kucağından inmezdim. Ailede bir tek ona dayanamazdı inadım. Yine de “Keçi kızım benim,” derdi her zaman başımın iki yanında sallanan saçlarımı okşarken.

Gerçekten keçi gibiydim. Hiçbir ağaç bana dayanamazdı. Bir kez bahçemizdeki altmış yıllık çam ağacına tırmandım, tüm mahalle zar zor indirebildi. Annem de “ruhsuz” der hâlâ bana. Ruhsuz ve keçi. Kimse bilmez ki içimdeki tepelere nasıl tırmandığımı, gönlümün yaylalarında alabildiğimce koşturmaktan nefes nefese kaldığımı Yüreğime serptiğim çoban güzellemesini. Akıllı uslu, erkek adımlı, siyah çerçeveli gözlüğünü çıkardığı hiç görülmediği gibi güldüğünde gamzelerini bir tek babası gören bir kadın. Yıl olmuş 2020 ama hâlâ tayyörden vazgeçememiş, saçları sımsıkı toplanıp başının arkasında yuvalanmış.

En iyisi telefonda satranç oynamak bence derken şöyle bir kıpırdanma oldu yanımdakinde. Uyanıyor sandım. Ne gezer, yorganın tümünü kafasına çekti.  Şeytan dürttü bir anda. Ben de kocamı dürttüm. En ufak bir tepki vermedi. Yorganı kafasından ayırıp kulaklarına üfledim. Ellerim bedeninde gezinmeye başlasa da annemin bana küçüklüğümden beri söylediği söz geldi aklıma. “Senden ne köy olur, ne kasaba!” diyerek döndüm arkamı.

Yatağın öbür ucundayım şimdi. Dün akşam için özel olarak aldığım leylak rengi geceliğim kalçalarıma dek sıyrılmış. Bir hoşluk, bir canlılık olur yaşamımızda sanmıştım. Güzel bir masa hazırlamış, mumları yakmayı onun gelişine bırakmıştım. Geldi. “Bırak bu oyunları Seher, koskoca kadınsın, üstelik profesörsün, ergen gibi davranma,” sözleriyle hem de. Biliyorum derdini. İkide bir başıma kakar kendisinden büyük olduğumu, evde kalmış yaşta evlendiğimi, istediği çocuğu veremediğimi. Yine de giydim o leylak rengi geceliği yatarken. Şöyle bir baktı arkasını dönüp horlamaya başladı.

Neler denemedim ki onun ilgisini çekmek için! Üniversitede hocalardan birinin benimle ilgilendiğinden tutun da sitedeki yakışıklının asansörde bana ettiği iltifatlara kadar. Uydurdum durdum boşuna. Adamın ilgi ve kıskançlık damarlarının tıkandığını anlamam çok zaman almadı. Tabii uzun süredir devam eden durumuna bakınca başka damarlarının da tıkandığı ortada. Belki de bu halimle bana kimsenin ilgi göstermeyeceğini biliyor. Babamın beni “Ağır ceza reisi kızım,” diye sevdiği görünüşüm çocukluğumdan beri değişmedi ne yapayım. Ama ruhum dış görünüşüm gibi değil ki. O çok eskiden beri beyaz bir keçi. Pıt pıt pıt en yükseklere çıkmak, özgürlüğün zirvesinde yaşamak, uçurum kenarlarında dolaşmak ne heyecan verir kim bilir? Bir yaz, Antalya yaylarındaki dedemin evine yolladı annem beni. İşte o zaman o çobanı ve keçilerini gördüm, vuruldum. Keçiler hem dağ, bayır dinlemeyecek derecede özgür, hem sığınmalık yüreğe sahip hayvanlar. Çoban da onlarla uyumlu, sığınılacak yürekli. O zamandan beri kelebekler uçtu durdu içimde o çoban için. Dönüşte anneme “Ben büyüyünce bir keçi çobanıyla evleneceğim,” dediğimde ağzımın ortasına bir tane vurduğu yetmemiş gibi “Senin gibi keçiye bir çoban lâzım!” demişti. Oysa ne kadar masum bir istekti benimki. İstiyordum ki ben de keçiler kadar özgür olayım ama dönüp geleceğim limanım olsun, kepeneğinin altına sığınacağım bir çobanım olsun. Çiçek çiçek açayım, meyve vereyim sonra.

Anılara dönünce ruhumla bütünleşti bedenim. Engel olunmaz bir sıcaklık sardı her yerini. Toros yaylalarında buldum kendimi. Ayağım kaydı kayacak bir yar başındayım. Tutup çekiyor beni çobanım. Korkudan diken diken olmuş beyaz tüylerimi okşuyor dakikalarca. Başımı boynuma koyup meliyorum. Burnumdan öpüyor.

Birden saçlarıma değiyor bir el. Ardından “Kahvaltı hazır mı?” sorusu. Hışımla dönüyorum. Birbirimizden ne farkımız varsa. O da çalışıyor, ben de. Ama neymiş efendim; bir pazarımız varmış, kahvaltıyı hazırlasaymışım. Hep dışarıda yiyormuşuz, bari ayda bir de olsa evde yapsaymışız. Şöyle mis gibi kızarmış ekmekte tereyağı kaydırınca keyfi yerine gelirmiş. Sucuklu yumurtayı da sakın unutmamalıymışım. “Hazır değil, olmayacak da!” diyorum sesimi yükseltip. “Bağırma, karşında öğrencin yok senin!” deyip yorganı iyice kafasına çekiyor.

Şimdi gel de tekrar dön Toros yaylalarına. Hayal kurmaya bile ambargo var yaşamımda. Yatağın ayak ucuna oturup başımı iki elimin arasına alıyorum. Gözlerim odanın duvarlarını tarıyor. Bir duvarı Toros Dağları’nın, diğerini ise yaylalarının manzarasıyla kaplattım boydan boya. Gidemesem de o ruhu hissetmek yetsin istedim. Çobanım olmadıktan sonra yetmiyor ama. Tekrar uzanıyorum yatağa. Dizlerimi karnıma çekiyorum. Sanki bir ceninim. Ne çok isterdim öyle olmayı. Bu dünyaya yeniden gelmeyi. Sen güçlüsün imajını yüklenmeden büyümeyi. Hiçbir şeysiz ama çobanımla olmayı. Sevgi için yapamayacağım yok. O yüzden kıramadım babamı. Ne isterse yaptım. Oku dedi okudum, şurada çalış dedi çalıştım, e artık evlen dedi evlendim. Yakın akraba sayılır kocam. Ne yapsın babam baktı ki kızı bu işi beceremeyecek. Araştırdı, eş de buldu. Kızamıyorum ona ama tüm hıncımı yatağın öbür ucunda yorgandan abide yapmış adamdan çıkarmak istiyorum.

Bunları düşünürken tırnaklarımın avuç içlerine battığını hissetmemişim bile. Acıyla beraber bileklerimi tutan iki el fark ettim. İşte, ben gidemedim, o geldi. Baktım kepeneğini yere atmış. Altımızdaki çarşaf çimen renginin hakkını verircesine baştan başa bizim artık. Boylu boyunca uzanıyoruz. Gözlerimiz gökyüzünü tarıyor. “Bak bir yıldız kaydı,” diyor. Dileğimi dileyip başımı omzuna koyuyorum. Alnımdaki öpücüğü burnuma, dudaklarıma kayıyor. Toroslar yağıyor üstümüze çişil çisil. Ortaya çıkıveren gökkuşağının altından geçiyoruz. İşte yaylanın birindeyiz. Bir çoban sofrası kurmuşuz ki sormayın!  Keçi peynirli, keçi sucuklu. Yarım ekmek içine doldurup üstüne tereyağı sürerken kahkahalarımız yankılanıyor bu yayladan o yaylaya. Bir sarılıyoruz, on öpüşüyoruz. “Bir daha ayrılamam senden,” diyorum. Alıyor kavalını eline başlıyor çalmaya. “Seher’im,” diyerek kara gözleri gözlerimde kulağıma mor bir yaban menekşesi sıkıştırıp devam ediyor şarkısına.

Mor menekşe nergis dizmiş boynuna
Kuşluk vakti aldı beni koynuna
Cıvıldaşır dudu kuşu, sanki bülbülün ötüşü
Seher vakti, bir güzele vuruldum

O  tatlı mı tatlı keçi yavrularını ustalıkla doğurttuğunu tahmin ettiğim elleriyle ürperiyor bedenim. Beni de yüzlerce kez yeniden doğuracağını umarak “Hep burada kalacağım, “ diye yineliyorum. “Kış gelecek,” diyor çobanım “Sen üşürsün bu yaylalarda,”. “Sus!” diyorum işaret parmağımı kalın dudaklarına götürerek. “Merak etme, üşümem, tüm geçmişime sünger çekecek beyaz, bembeyaz kardan,”.  “Nasıl bir kadınsın sen, ne buluyorsun bende?” sorusuna verdiğim “Tek arzum yaşamı seninle paylaşmak, gerisi yok!” yanıtımla Torosların zirvesinde buluyoruz kendimizi. Tatmadığım zevkler karşılıyor beni. Tüm etiketlerimden sıyrılıp kadın olduğumu ilk kez hissediyorum.

“Hadi ama, amma naz yaptın, yapacağın bir çay!” sözleri kulağıma doluyor en boğuk haliyle. Düşüyorum o yardan, bu yardan. Yüreğim yara bere. Çobanımı arıyorum. Yaylalı duvarım açılmış boydan boya. Yol almaya başlamış omuzları kepeneklim. Sekiyorum ardından ama boşuna. Duvar eskisinden daha duvar oluyor bana. Korunmasız bir keçi yavrusuyum artık.

Ceyda Sevgi Ünal