Vedat Bey her sabah yaptığı gibi balkona çıktı. Temiz havayı ciğerlerine çekti. Yılların verdiği alışkanlıkla hep erken kalkardı. “Ooo, Bünyamin Bey, günaydın,” dedi. Sonra içerden masa örtüsünü alıp balkon masasına örttü. Sandalyesine minder koydu. Kuşlar kirletiyor diye akşamdan içeri alıyordu. Mutfağa gitti. Çay suyunu koydu, porselen demliğe iki kaşık çay atarak çaydanlığın üstüne yerleştirdi. İki dilim ekmeğin üzerine ince kesilmiş kaşar peyniri koyup ızgarayı yaktı. Buzdolabından beyaz peynir, zeytin, reçel, bal çıkardı. Hepsi küçük kâselerde hazırdı. Tepsiye dizdi. Bu arada çay suyu kaynadı. Özenle çayını demledi. Öyle sıcak suyu boca etmezdi demliğe. Azar azar çayın üstüne gezdirerek dökerdi. Doğrusu çok güzel olurdu demlediği çay. “Ah Müzeyyen Hanım, ne güzel kahvaltı hazırlardın!” diye iç geçirdi Vedat Bey. Karısı ondan önce kalkar, hazırlar, o demli çayın kokusuna uyanırdı. Eşiyle görücü usulü evlenmişti. Askerden geldikten sonra, sevgili annesi “Bak oğlum, bu kız tam sana göre. Bir tanış istersen.” deyip bir fotoğraf göstermişti. O da kabul etmiş, evlenmişlerdi. Birbirlerini hem çok sevmiş, hem de saygı duymuşlardı evlilikleri süresince.
Her şey hazırdı. Kızarmış ekmekleri de tabağa aldı. Bulmacalarını ve kalemini de alıp balkona çıktı. Biraz etrafa bakındı, mahallede ne var ne yok, izledi. Karşı apartmanda sokak kedilerini besleyen bir kadın vardı. O kapıda görünür görünmez bütün kediler miyavlayarak bacaklarına dolanırdı. Bir süre izledikten sonra çay demlenmiştir deyip mutfağa gitti. Demliğin kapağını açıp kokladı. “Olmuş,” dedi. İnce belli bardağına doldurdu, porselen çay tabağına koydu. Çayını alıp balkona döndü. “Bünyamin Bey, acıktın mı?” diye sordu. Bünyamin Bey başını bir yana eğmiş, dikkatle yüzüne bakıyordu. Bir parça peynir kesip uzattı. Büyük bir iştahla yemeye koyuldu. “Seni gidi seni, ağzının tadını biliyorsun, halis muhlis Ezine peyniri bu,” dedi Vedat Bey. “Sen ne şanslısın, kahvaltısını bir kargayla paylaşan kaç kişi var!”
Havalar ısınıp balkona çıkmaya başladığında fark etmişti onu. Diğerlerinden farklıydı. Bir kanadı düşüktü, tüyleri tarazlanmış, yer yer beyazlaşmıştı. Çok yaşlı mıydı, sakat mıydı? Sesi de hiç çıkmıyordu. Hiç gakladığını duymamıştı. O günden sonra beslemeye başladı.Yıllarca çalıştığı vergi dairesinden çok sevdiği arkadaşının adını vermişti. Arkadaşı da az konuşan, kendi halinde biriydi. İkisi de sessiz sakin çalışır, diğer memurlara da yardım ederlerdi. Bilgisayarların devreye girmesi, genç memurların alaycı bakışları onları emekli olmaya itmişti. İki yıl önce de sevgili arkadaşı onu bırakıp gitmişti. Bünyamin Bey kahvaltı saatini, yemek saatini biliyor, balkon demirine konup içeri bakıyordu. Makarna yediği de oluyordu, taze fasulyenin tanelerini de. Artık hiç kaçmıyordu, adını söylediğinde bakıyordu. Bazen diğer kargalar gelip onu itip kakıyor, balkondan kovalıyordu.
–Günaydın Vedat Bey!
–Size de günaydın, nasılsınız?
–Çok iyiyim. Ooo, Bünyamin Bey de gelmiş kahvaltıya!
–Hiç kaçırır mı, Nedret Hanım!
–Hadi size afiyet olsun.
Yan dairede oturan Nedret Hanım emekli öğretmendi. Yalnızdı o da. Pek gelen gideni olmazdı, öğretmenler gününü saymazsak. O gün akşama kadar ev dolup taşar, çiçek bahçesine dönerdi. Neşeli bir insandı Nedret Hanım. Ya da öyle görünüyordu da, hüznü derinlerde bir yerlere mi saklamıştı?
Vedat Bey kahvaltı masasını toplarken zil çaldı. Fadime Hanım’dır dedi içinden. Gitti, kapıyı açtı.
–Buyrun Fadime Hanım, hoş geldiniz.
–Hoş bulduk, bugün nasılsınız bakalım?
–İyiyim, iyiyim. İşe başlamadan bana bir kahve yap.
–Olur Vedat Bey.
Kahvesini içerken Fadime Hanım buzdolabını kontrol etti.
–Ama hiçbir şey yememişsiniz , yemeklerin çoğu duruyor. Olmaz ki böyle!
Sitemli bir sesle mutfaktan seslendi Fadime Hanım.
–Az bir şey yesem yetiyor, fazla enerji harcamıyorum ki.
Öğlene doğru telefon çaldı. Arayan Ankara’da yaşayan küçük kızıydı. Kızının sorularına kısa cevaplar veriyordu.”İyiyim, yok bir şeye ihtiyacım. Fadime Hanım yemek yapıyor. Ağabeyin, ablan nasıllar? Tamam, gelirseniz sevinirim. Torunumu özledim. Oldu, iyi günler.” Telefonu kapattı.
Akşam yemeğinden sonra her zamanki koltuğuna oturdu, televizyonu açtı. Kanallar arasında gezinip boş gözlerle bakıyordu. Çocuk Vedat geldi karşısına oturdu. Dokuz on yaşlarındaydı. Üstü başı sırılsıklamdı, saçlarından su süzülüyor, tir tir titriyordu.
O zamanlar Bursa’nın bir köyünde yaşıyorlardı. Yaz gelmiş, Vedat koyun otlatmaya başlamıştı, her yaz olduğu gibi. Yedi koyunları vardı. Onları severdi, her birine ad koymuştu. O gün de erkenden kalkmış, annesi torbasına ekmek peynir koymuş, uğurlamıştı onu. Koyunlar önde o arkada meraya gittiler. Öğleye doğru acıkınca torbadan ekmeğini çıkarıp dereye koydu, ıslansın diye. Bir baktı ki kaplumbağalar gelmiş, ekmeğini didikliyor. Hemen dereye girip ekmeğin yarısını kurtardı. Oturup peyniriyle yedi. Koyunlara baktı, sakin sakin otluyorlardı. Bir ağaca dayandı, göz kapakları ağırlaştı, uyuyakaldı. Ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Hemen koyunları saydı, biri yoktu.Tekrar saydı, Kınalı yoktu işte! Nereye gider bu hayvan diye sağa sola koşturuyor, “Kınalıı!” diye bağırıyordu. Bu arada hava bozmuş uzaklarda gök gürlemeye başlamıştı. Akşama kadar uğraştı, bulamadı. Çaresiz diğer koyunlarla eve döndü. Babası onu kapıda bekliyordu. Koyunlardan birinin eksik olduğunu fark edince okkalı bir tokat attı, yere kapaklandı. Onu yerden kaldırıp “Çabuk git, bulmadan da gelme!” diye kükredi.
Vedat elinde fener yürümeye başladı. Zifiri karanlıktı. Şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Koyunları otlattığı yere kadar gidemedi, fenerin camı patladı, söndü. Olduğu yere çöktü, kaldı.
Sabah bir köylü onu bulduğunda baygındı. Kucaklayıp eve götürdü. Annesi çok merak etmiş ama kocasına laf geçirememişti. Vedat’ı öyle görünce feryat etti. Hemen üstünü değiştirip yatağa yatırdı. Çok ateşi vardı. Köyün ebe ninesine haber saldı. Ebe nine çeşitli otlardan ilaç yapıp içirdi. Vücudunu ispirtolu pamuğa sardı. Bir hafta sonra tam olmasa da iyileşmişti ama hiç konuşmuyor, gözleri korkuyla bakıyordu. Annesi de babasıyla konuşmuyordu. Ölene kadar da konuşmadı.
Vedat birkaç ay sonra konuşmaya başladı ama konuşurken dili takılıyor, kekeliyordu. Bütün hayatı boyunca sürdü bu. Annesinin desteğiyle kasabadaki ortaokula, sonra da liseye gitti. Başarılı ama hep yalnız, içe kapanık bir öğrenciydi.
Vedat Bey düş mü gerçek mi ayırt edemediği çocukluğuyla karşılaşmaktan yorgun hissetti kendini, kalktı, yatak odasına geçti. Yatak örtüsünü açtı, yatağın sol tarafında karısının en sevdiği geceliği duruyordu. Pijamalarını giydi, yanına uzandı. “Biliyor musun Müzeyyen Hanım, bugün küçük kızımız aradı. İyilermiş, kısmet olursa yaz sonuna doğru geleceklermiş. Sen de özledin torununu değil mi? Ablası, abisi de iyiymiş, çok çalışıyorlarmış. O yüzden arayamamışlar. Ne yapacaksın hayat gailesi işte. Aman sağ olsunlar, mutlu olsunlar da biz bir şey istemeyiz. İyi geceler Müzeyyen Hanım.”
Birkaç gün sonra Nedret Hanım sabah balkona çıktığında Bünyamin Bey’i gördü ama Vedat Bey ortalarda yoktu.
–Günaydın Bünyamin Bey, kahvaltın gecikmiş, diye seslendi. Bünyamin Bey dikkatle balkon kapısına bakıyordu. Nedret hanım içeri girdi çay suyu koydu. Kahvaltılıkları hazırlarken yan balkondan garip sesler gelmeye başladı. Koşarak balkona çıktı. Bünyamin Bey bir sağa, bir sola gidiyor, balkon kapısına doğru uçuyor, çarpıp yere düşüyordu. Hiç sesi çıkmayan Bünyamin Bey garip gaklamalarla kendini oradan oraya atıyordu. Nedret Hanım “Allah, Allah ne oldu bu hayvana, sakın Vedat Bey’e bir şey olmasın?” diye kendi kendine söylendi. “Vedat Bey! Vedat Bey!” diye seslendi. Cevap gelmedi. “Yok bu böyle olmayacak, çilingir Kadir’in telefonu olacaktı bir yerde, hah işte!” Çilingir Kadir gelip kapıyı açtı. Vedat Bey salondaki yemek masasının yanında, yüzüstü yerde yatıyordu. Kahvaltı tepsisindekiler yere saçılmış, çay dökülmüş, bardak kırılmıştı. Nedret Hanım hemen cankurtaran çağırdı. Sonra şah damarını kontrol etti, çok şükür yaşıyordu.
Hastanede, tansiyonunun aniden düştüğünü, o yüzden kendini kaybettiğini söylediler. “İyi ki zamanında getirdiniz!” dedi doktor. Bir gece hastanede kaldı .Ertesi gün tansiyon düzenleyici ilaç yazıp taburcu ettiler.
Bir hafta sonra Vedat Bey ve Nedret Hanım balkonda kahvaltı ediyorlardı, tabii Bünyamin Bey de. Dikkatle onun yüzüne bakıyordu. “Al bakalım,” dedi Vedat Bey, bir parça peynir uzattı.
Nejla Bilginer