Günler geceler boyu uyusa

Uyusa, uyusa, uyusa

Uyanmasa bir daha

Sessizce süzülüverse sonsuzluğa

Uçuverse öylece habersizce uyuyorken yatağında

Olup bitiverse olacak olan en sonunda

Hemen. Şimdi. Şu anda

Henüz uyanmadan uykusundan ölüverse mışıl mışıl uyuyorken yatağında

Alarm çalmadan beş dakika önce uyanırdı, sabahın köründe, henüz gün ağarmadan,  yolun sonundaki Çinili Cami’nin müezzini sabah ezanını okumaya başlar başlamaz,  onun berrak sesini yanık bir türküyü dinliyormuşçasına içine çeker, sımsıkı yumulu gözleri, yatağında sırtüstü uzanmış halde gece gördüğü rüyaları hatırlamaya ve onlara manalar yüklemeye çabalardı. Gün boyu yapması gerekecek işler aklına gelir, içi sıkılır, aynı anda alarmı çalan telefonunu sessize alırdı.  Ezan sustuğunda, yataktan aşağıya sarkıttığı ayakları onu uysalca alır ve mutfağa doğru taşırdı. Çay suyunu koyar, kahvaltı masasını hazırlardı. Yumurtaları bir gün haşlar, bir gün omlet yapardı.

Bugün sırada haşlanmış yumurta vardı.

Kendisi hiç yumurta sevmez ve yemezdi. Dolaptan üç adet yumurta çıkardı. Su dolu küçük tencerenin içinde, ocağın üstünde kaynamaya bıraktı. Aynı odada karşılıklı yataklarda mışıl mışıl uyuyan ikiz kızlarını öpücüklerle uyandırdı. Kızlar sırayla banyoya girip çıktılar, hazırlandılar, kahvaltı masasına oturdular. Onları tıpkı bir anne kuşun yaptığı gibi besledi, çocuklar esneyen ağızlarını açtılar, içeriye giren lokmaları alışkanlıkla çiğnediler ve yuttular.

Kocası yatak odasından salona gelmiş; televizyonu açmış; karşısındaki koltukta uyukluyordu. Erken saatte toplantısı ya da iş seyahati olmazsa 09:00’dan önce evden çıkmazdı. “Çocukları bugün sen götürsene” demek istedi fakat alacağı yanıtı ve peşinden gelecekleri biliyordu. Vazgeçti.

Kızları okula bırakıp geri dönerken kocası aradı, tuvalet kâğıtlarının nerede olduğunu sordu. Tam olarak şunları söyledi: Özlem, kâğıt bitmiş?  Kıçım ıslak kaldı! Bitirince yerine yenisini taksana! Bunu da mı ben söyleyeceğim?

Telefon kapandı.

Markete uğradı, başta tuvalet kâğıdı olmak üzere kocaman bir market arabasını evin ihtiyaçları ile doldurdu. Kasaya geldiğinde, ince uzun genç biri elindeki sandviç poşetini göstererek ” İzin verir misiniz? Servisi kaçırıyorum? dedi. Kenara çekilerek “Tabii ki,“dedi ve ekledi “İyi işler!”

Eskiden kendisi de bu saatlerde işe yetişme telaşına düşerdi,  şık ve itinalı evden fırlar, servisi kaçırmamak için aceleyle koştururdu. İkizlerin dünyaya gelmesinden sonra istifa etmek zorunda kalmıştı.

Kasadayken kocası tekrar aradı, yumurtasının rafadan olup olmadığını sordu. Özlem “Tabii ki,” dedi “Seninkini öyle pişiriyorum ya canım.”

Kocası” İyi,” dedi.

Telefon kapandı.

Marketten çıktığında kedi kumu alması gerektiğini hatırladı ve geri döndü. Kredi kartının limiti dolmuştu. Cüzdanını karıştırdı. Parayı denkleştirdi. Kocasını aradı, kredi kartının kapandığını söyledi. “Az harca,“dedi kocası. Bir süre duraladı ve ilave etti; “ Yarın açtırırım. “

Telefon kapandı.

Eve döndüğünde kocası gitmişti. Masada rafadan yumurta muamelesi görmüş katı yumurtaya gülümsedi, kahvaltılıkları toplamaya girişti.

Geceden ıslattığı fasulyeleri haşladı, kocaman bir tencerede kemikli kuzu eti ile soğanı kavurdu, salça ve tuzunu ilave etti, peşinden fasulyeleri ekledi, pişmeye bıraktı. Yemekleri her zaman çok beğenilirdi, tadına bakma fırsatı bulan hemen herkesin kabul ettiği üzere “eli lezzetliydi”  ama kuru fasulyesi bir başka güzel olurdu.

“Tıpkı annem gibi… “ diyemiyordu çünkü anne yemeği yemek pek kısmet olmamıştı. Bir devlet hastanesinde hemşire olan annesi, çoğunlukla nöbete kalırdı, akşam yemeklerini babası yapardı.  Babasının emlakçı dükkânı evlerinin alt katındaydı, fazla para kazanma telaşında olmayan bir adamdı dolayısıyla Özlem’in her an elinin altındaydı, oysa annesi belki mesleği belki de yaratılışı gereği hep çok çalışırdı, değil yemek yapacak yiyecek hâli bile olmazdı; incecik, ufak tefek, çelimsiz bir kadındı. Özlem, ilkokuldan mezun olacağı sene annesi mide kanaması geçirdi, sabah yürüyerek mesaiye gittiği iş yerinin morgundan cenazesini aldılar.

Özlem’ e göre onun ölümü ya da gidişi ani fakat kolay kabul edilebilir olmuştu.  İki ay içinde babası âşık olup evlendi. Yeni annesi öğretmendi, gevezelik etmeyi seven neşeli bir kadındı. İşten eve erken gelir, öteyi beriyi şöyle hızlıca toparlar, Özlem’i elinden tutar, bazen komşulara veya akrabalarına bazen parka, deniz kenarına, sinemaya götürürdü ve yemek yapmayı hiç mi hiç sevmezdi. Bu yüzden babası hayatının sonuna dek “Aman kızım takaza etsem ne olacak, alnıma yazılmış bir kere ‘ bu Adem yemek pişire!’ “  diye dalgasını geçe geçe yemek pişirmeye devam etti,.

O mutfakta çalışırken yanına sokulur, tıpkı kedisi Pamuk’un şimdi kendisine yaptığı gibi, gözlerini kırpmadan babasını seyrederdi; itina ile sebzeleri ayıklayıp yıkamasını, kendinden emin kavradığı ve kesme tahtasına yatırdığı sebzeleri ritmik hareketlerle doğramasını, aynı anda ocağın üstüne konan tencerede tüm malzemeleri sırayla buluşturmasını, zarif hareketlerle tencerenin kapağını açmasını ve pişen yemeği kontrol etmesini, tahta bir kaşık ile karıştırmasını, tadına bakmasını ve “Hımm..,” diyerek memnuniyetle ona da tattırmasını.

“Ah!” dedi ansızın Özlem, “ Özledim seni,  çok özledim baba, ah!” 

Babası vefat edeli tam bir sene olmuştu, acısına tek başına dayanmış, yasını sessiz sedasız tutmuş, gözyaşları koyu kara- kırmızı kan damlacıkları olarak ruhunun en gizemli yerlerine akmıştı. Zaman ilerledikçe onu daha çok özlüyordu oysa annesinin ölümünü küçük yaşına rağmen kolay atlatmış, yeni hayatını hemen benimseyivermişti. Tabii ki öğretmen annesinin buradaki payı yadsınamazdı hatta aksine bu işte çok fazla emeği vardı,  eve adım atar atmaz Özlem’i sevgisi ile sarıp sarmalamış, yaralarını çarçabuk iyileştirmişti.

Yine de Özlem’in sıradan her insan gibi yaşadıklarını tevekkülle karşılayıp umudunu kaybetmeden yoluna devam edebilme güdüsü hayranlık uyandırıcıydı. Özlem annesi gibi incecik, ufak tefek ve çelimsizdi fakat onun aksine daha dirayetli çıkmıştı. Her daim yaşama azmi ve hayata karşı gösterdiği direnç onu tanıyanlarca takdire şayan bulunmuştu.

Fakat babasızlık, tanımadığı bir kentin en işlek caddesinde çırılçıplak yürümek gibiydi.

Arada sırada aklıselim düşündüğünde, öldüğü için babasına minnet duymuyor da değildi. O,  mümkün olan her koşulda babalığını yapmaya çalışmıştı, büyük bir cesaretle ölüme Özlem‘den önce gitmişti.

“Sen önden gitmeseydin şimdi çok korkardım.”

Kuru fasulyeler pişmişti. Tencerenin altını kapattı. Yayvan ve çok geniş bir tencerede tereyağı ve pirinci kavurdu, pilavı yaptı.  Kasaptan sipariş ettiği etleri yanlışlıkla içine düşse çıkamayacağı büyüklükte bir başka tencerede pişirdi.

Kapı yarım saat içinde dört kez çaldı. Sırayla içeriye aldığı üç koli ayran, iki koli meyve suyu, dörder tepsi baklava ve su böreğini salona taşıdı, yemek masasının bir köşesine dizdi. El yakan tencerelerin sağını solunu el bezi ile sildi, masadaki nihalelerin üzerine koydu.

Her gün kullandığı yemek takımını, çatal bıçakları, su bardaklarını, salondaki yemek dolabından çıkardığı Bavaria ve Victoria porselen takımlarını, Jumbo çatal bıçak takımını, kristal su bardaklarını, çizgili ve rengârenk meşrubat bardaklarını itina ile diğer köşeye yerleştirdi. Birkaç paket peçeteyi, tuzu, karabiberi unutmadı. Geçen hafta aklına geldikçe notlar aldığı uzun listesine baktı, tamamlamış olduklarının üstünü kırmızı kalem ile teker teker çizdi.

Artık gerisi onlara kalmıştı, o mevlit için üzerine düşeni yapmıştı. 

Mevsim temizliğindeki gibi altı gün boyunca evi dip bucak temizlemiş, çamaşırları yıkamış, kurutmuş, ütülemiş, katlayıp yerlerine yerleştirmişti.  Bugün sadece yatakları topladı. Çocuklarının. temiz çarşafların ve yastıkların üzerine gece boyunca sinip kalmış kokularını içine çekti.

Asla giderilmeyecek bir özlemle.

Ofis olarak kullandığı küçük odaya girdi. Bu odada eskiden çalıştığı reklam ajansından gelen ıvır zıvır işleri yapıyordu. Kazandığı para hiç değilse özel ihtiyaçlarını karşılıyordu.

Geçen sene sürekli çalışabileceği bir iş aramış fakat yaptığı görüşmeler iyi sonuçlanmamıştı. Bunun sebebinin geçkin yaşı olduğunu düşünüyordu, belki de karşı tarafı yüksek performans ile çalışabileceğine yeterince ikna edememişti, esasen böyle bir tempoyu kaldıracak mecali yoktu. Zaten kocası epeyce para kazanıyordu, her ne kadar bu varsıllığını paylaşmak için can atmasa da evin tüm ihtiyaçlarını gideriyordu.

İkizler doğduktan hemen sonra işten ayrılma fikrini aklına sokan hatta bunun için sezdirmeden baskı kuran kocası çocuklar büyüdükçe fikrini değiştirmişti. Sanki bütün hayatın yükü onun sırtındaydı, Özlem’i maddi külfet olarak görüyordu.

Zamanla herkes ve her şey değişiyor diye düşündü fakat neden iyiye, güzele değil de her şey kötüye gidiyor? Dünya yaşlandıkça çirkefleşiyor. Gaddar, alaycı, kötücül yüzünü saklamak zahmetine bile girişmiyor, çocukluğumuzda sevgi ile sarıp sarmalayan, güven veren, umut vadeden, gelecek güzelliklerden dem vuran sanki o değilmiş gibi.

Aslında değişen kendisiydi, kocası kızlarını da peşinden sürükleyerek büyük bir iştahla dünyada yer kapmaca oyununa devam ediyordu, hem iyi bir babaydı zaman geçtikçe daha da iyi olacak, onlara hep kol kanat gerecekti. Tıpkı kendi babası gibi.

Artık hazırlanma zamanıydı, banyoya yöneldi, soyundu, aynanın karşısında çırılçıplak durdu, tepeden tırnağa bedeninin her detayını dikkatle inceledi, hayatında ilk kez pek bir çirkin, pek bir biçimsiz olduğunu düşündü. Oysa yıllarca babasının dünyalar güzeli prensesi olduğuna öylesine inanmıştı ki daha önce herhangi biri çirkin olduğunu ima etse üstüne bile alınmaz, güler geçerdi.   

Kocası da ikiz kızlarına tapardı, onlara “Dünya güzellerim, prenseslerim!” diye seslenirdi. İkizler masallardaki prensesler kadar güzeldiler, bütün özelliklerini babalarından almışlardı, kendisine hiç benzemiyorlardı. Hayat ile kavga etmiyorlardı. Kolaycıydılar. Ya da tam tersiydi; belki de daha az yaygaracıydılar. Bunu bilemezdi. Sanki daha çok çevrelerinde koruyucu kalkanı olan insanlar grubuna ait gibiydiler. Mesela servis veya kantin sırasında iken kimse onların önüne geçmeye yeltenmezdi. Aksi durum için onlara rica edilemezdi. Haddinizi her zaman bilirdiniz. Kendilerini ifade etmek ya da savunmak zorunda kalmazlardı sanki karesel bir alan içindeydiler, kendisi ise dairesel ya da bulutumsu, şekilsiz, sınırları olmayan ve kolaylıkla ihlal edilebilen alanlarda her zaman savaşçı duruşundaydı.

Evet, kızlar başlarına gelen her sorunu ellerinin tersiyle savurup atabilirdi. Tıpkı babaları gibi.

Banyodan çıktı, kurulanıp giyindi,  iki hafta önce aldığı kutuları sakladığı yerden çıkardı ve küçük odaya taşıdı. Alışveriş merkezindeki bir yapı markette avare avare gezerken bu kutular parlak renkleri ile dikkatini çekmişti. Niçin kullanıldıklarını merak etmiş ve yardım istediği reyon görevlisi onların içinde boyacı naylonları olduğunu söylemişti, hatta bir kutuyu da açıp göstermişti. Görevlinin anlattığına göre tek bir paket ile 5 m2 lik bir alan kaplanabiliyordu, her bir kutuda 5 ‘er adet vardı, bu demekti ki bir daire için en fazla 5 kutu yeter de artardı. Boyacılar işe girişmeden önce evin bunlarla kaplanması halinde tek bir boya izi olmayacağının garantisini veren firma açıklamasını da göstermeyi unutmamıştı. Üretici firma, standartlar, rakip firmalar, standartlara uymayanlar, denetimler, yurt dışındaki uygulamalar vs. hakkında epeyce bilgi sahibi olmuştu, ama çoğunu hatta hepsini unutmuştu şimdi.

İnsanlar bu kadar çok bilgiyi akıllarında nasıl tutabiliyor?

Özlem çoğunlukla düşüncelerini bir mantık dizilimi içinde aktaramazdı. Şaşırır kalırdı, diğer insanların kendinden emin tavırlarla fikirlerini ifade etmesine. Bazen onlara hayranlık duyardı. Şimdi ise söylenen her bir sözcüğün dünya için külfet olduğunu ve lüzumsuz, mesnetsiz, birbirinin tekrarı olan bu değersiz sözcüklerin bir araya getirilmemesi gerektiğini çünkü söylenmeye değmediklerini düşünüyordu. Oysa daha iki hafta önce sırf poşet konusunda en ince detaylara hâkim reyon görevlisini ağzı açık ayran budalası gibi dinlemiş ve hayranlıkla kutuları alıp eve getirmişti.

Sırf bu yüzden.

Kutudan çıkardığı poşetlerle kaplamaya başladığı odada iğne ucu kadar bile açık bir yer kalmaması için epeyce uğraştı.

Sıçrasın istemiyordu, ne kadar temizlenirse temizlensin izi kalırdı, geriye hiçbir iz bırakmak istemiyordu.

Kaplama işi bittikten sonra bilgisayarını açtı. Yatak odasına gitti, kasadaki silahı aldı, dolu şarjörü silaha taktı. Tekrar odaya döndü, aklında kameraya konuşmak vardı fakat vazgeçti çünkü ağlayabilirdi ve gözü yaşlı bir kadın olarak hatırlanmak istemiyordu.

En iyisi yazmaktı. İki saat zamanı kalmıştı. Bu zaman boyunca durmaksızın yazdı. Yazdı. Okudu. Düzeltti. Yazdı. Okudu. Düzeltti. Yazdı…

Sayfanın sonuna “Lütfen mevlit yapın, yemeklerimi ziyan etmeyin” diye bir not düştü.

Yazdıklarını son bir kez daha okudu, hiç yazmamış olmayı diledi.

Yazısına bir başlık bulması gerekiyordu, içinde adının geçtiği bir başlık için epeyce düşündü, zamanı azalmıştı.

“En iyisi artık yazmayı bırakmak,” dedi.

Alelade bir başlık attı. “Özlem’in Özlemi”

Tabancayı aldı, filmlerde gördüğü gibi ağzının içine soktu ve tetiğe bastı.

Ayşenur Baran Turan