İzmir’de yapacağımız moda çekimleri için İstanbul’dan yola çıkalı yaklaşık bir saat oldu. Sağanak yağış altında, keskin virajların bulunduğu yolda ilerlemeye çalışıyorum. Radyodan dinlediğim Vivaldi eşliğinde neşeli şarkılar mırıldanırken, arabanın ön kaportasından dumanlar yükselmeye başlıyor. Hızımı yavaşlatıp, aracı yolun kenarına çekiyorum. Kaportayı kaldırdığımda her tarafımı dumanlar sarıyor. Araba tamirinden hiç anlamam aslında. Neyse ki yola çıkmadan önce, tamir servisinin numarasını yanıma almıştım. Telefonun tuşlarına basıp, “Arabam yolda kaldı, bir an önce servisten birini gönderin buraya,” diyorum. Telefondaki ses, “Bütün araçlarımız görevde, ayrıca yollar buzlu ve kaygan. Kısa zamanda araç göndermemiz mümkün değil. Bir iki gün beklersiniz,” diyor. “Nasıl olur! Bir an önce gelmeniz lazım. Acil bir durum var diyorum size!” sözleriyle tepkimi dile getiriyorum. “Üzgünüm beyefendi, şu anda boşta aracımız yok. Beklemekten başka çareniz yok,” deyip telefonu kapatıyor.
Bu dağ başındaki ıssız yerde yalnız kalmak bana göre değil. Hava da iyice soğuyor. Artık çekimlere yetişmem çok zor. Arkadaşları aramalıyım. Hava kararmaya başlıyor. Arabadan fotoğraf makinesini alıp çıkıyorum. Patika yolları ve tepeleri aşarak ilerlemeye başlıyorum. Yaklaşık üç kilometrelik yürüyüşün ardından tarlada çalışan işçilerin yanına yaklaşıyorum. “Kolay gelsin, buraya yakın bir yerleşim yeri var mı? Arabam yolda kaldı, yakınlarda bir iki gece geçirebileceğim bir otel arıyorum.” Sesimin tonundan ürküyorum. İşçilerden yaklaşık 1.90 cm. boyunda dev bir adam başını kaldırıp, bana bakıyor. “Buralarda otel bulunmaz. Bizim köy iki kilometre ötede. Birazdan işimiz bitecek. Bizimle gel istersen. Traktörle köye gideriz. Seni köyde misafir ederiz.” ‘Nasıl giderim onlarla’ diyen iç sesime kulak veriyorum. Nerede olduğumu bile bilmediğim bu yerde kalacak bir yer bulamamak ürkütüyor beni. Çaresizce kabulleniyorum durumu. “Çok sağ olun, gelsem iyi olacak, hava da iyice soğudu,” deyip kollarımı ovuşturuyorum.
On dakika geçmeden traktörün römorkuna doluşup yola çıkıyoruz. Elimdeki fotoğraf makinesiyle yere oturuyorum. Kadınlı erkekli işçi kalabalığı ilgimi çekiyor. “Fotoğraflarınızı çekebilir miyim?” diye soruyorum. İşçiler gülümsüyor önce. Söylediklerim hoşlarına gitmiş olmalı. Yine de şüpheyle bakıyorlar yüzüme. Utanıyor, çektirmek istemiyorlar önce. Kadınlardan bazıları yemenilerini düzeltip, üzerindeki kıyafetlere çekidüzen vermeye çalışarak, “Olur, çekinelim birkaç fotoğraf,” diyorlar. Çalışmaktan iyice yıpranmış kıyafetleriyle işçilerin fotoğraflarını çekerken deklanşöre defalarca basıyorum. Traktörün yavaş gitmesinden yararlanarak çeşitli açılardan fotoğraflarını çekmeye devam ediyorum. Ön tarafta şoförün hemen yanında duran adının Mustafa olduğunu öğrendiğim 1.90’lık dev, gülümseyerek bana bakıyor. Üzerinde çok eski bir pantolonla, rengi giderek kararmış bir gömlek var. Kollarını dirseğine kadar kıvırmış, gömleğin düğmelerinden çoğu yok. Üzerinde bir ceket bile olmayan bu adamın son derece rahat hareketleri hemen dikkatimi çekiyor. Üşümüyor olmalı. Halbuki hava oldukça soğuk. Adamı dikkatle süzüyorum. Uzun boylu, saçlarının önü iyice açılmış, kırklı yaşlarında gösteren bu adam bakışlarıma anlam verememiş olmalı ki o da beni gözetlemeye başlıyor. Bakışlarından ürkerek kendimi toparlamaya çalışıyorum. Sonra önüme dönüp, arkamda uzanan uçsuz bucaksız bozkırın fotoğraflarını çekmeye devam ediyorum. Tarlaların arasında uzanan ağaç kümeleri ile küçük dereler muhteşem görünüyor. Traktörün tepeden ovaya doğru inen kavisli yolda gidişinin uzakta çok güzel görünebileceğini hayal ediyorum.
Köyün girişinde kerpiç damlı evler var. Sokaklar çamur içinde. On-on beş yaşlarındaki çocuklar sokaklara dağılmış oynuyor. Yolun iki tarafına sıralanmış evler bakımsız. Bazı evlerin derme çatma kapıları var. Duvarları kabaca sıvanmış. Hiçbir evin dış cephesinde boya badana yapılmamış. Kapılarda oturan kadınlar, renkli kıyafetleri, kırmızı ve yeşil yemenileriyle hemen dikkatimi çekiyor. Ayrıntıları kaçırmamaya çalışarak deklanşöre basmaya devam ediyorum. Evlerin yanı başında sıralanan bahçelerin etrafı çalılarla çevrilmiş. Bahçelerde birkaç tavuk ve horoz dışında hiçbir şey yok. Bazı evlerin bahçelerinden köpek havlamaları duyuluyor. Elektrik direklerindeki ışıklar yanıyor yanmasına ama sokaklar hâlâ loş. Birden otuz yıl geriye gidiyorum. Çocukluğumu geçirdiğim köyde elektrik olmadığı için gaz lambasıyla aydınlatırdık evi. Suyu çeşmeden taşırdık. Ayaklarımızdaki kara lastiklerle okula giderdik. Naylon ayakkabılar bizim için lükstü. Uzun yıllar önce yaşadığım köyle, yeni geldiğim bu köy arasındaki benzerlikler hemen dikkatimi çekiyor. Köyün meydanında bir çeşme, evlerin etrafındaki derme çatma çitler, kahvenin önüne sandalyelerini atıp sigara eşliğinde sohbet eden köylüler, etrafta dolaşıp havlayan köpekler, çeşmeden bidonlarla su taşıyan kadınlar, yalın ayak etrafta koşuşturan çocuklar…Aradan geçen yıllarla birlikte mekân değişse de yoksulluk hep aynı kalmış.
Köy meydanında traktörden iniyoruz. İşçilerden İsmail ile Mustafa, “Sen biraz dinlen kahvede. İlgilenin abinizle.” diye kahveciye seslendikten sonra, “Biz eve gidip yiyecek bir şeyler hazırlatalım. Açsındır. Çocuklar eve getirir seni,” dedikten sonra ortadan kayboluyor. Kahvede oturan köylüler rahat ama üzerimdeki tedirginliği henüz atamadan sandalyeye kıvrılıyorum. Biraz sakinleşince fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Çalılar kahvenin çatısına istif edilmiş. Yakacak olarak kullanılıyor olmalı. Tavanı olmayan kerpiçten yapılmış küçük bir oda burası. Köylüler odanın içindeki masalara oturmuş ya kağıt oynuyor ya da aralarında sohbet ediyor. Hava soğuk olduğu için soba gürül gürül yanıyor. Garson çay getiriyor, yudumluyorum. Köylülerle sohbete başlıyorum. Köye uzun zamandır kimse gelmemiş gibi ilgiyle dinliyor, sorular soruyorlar. Fotoğraf makinem ilgilerini çekiyor. Nasıl fotoğraf çekildiğini gösteriyorum. Çektikten sonra objektiften nasıl çıktıklarına bakıyorlar. Fotoğraflarını istiyorlar. “Şehre dönünce ilk fırsatta gönderirim,” diyorum. Havadan sudan konuşmaya devam ediyoruz. Köylülere arabamın yolda kaldığını anlatıyorum. Evden haber geliyor. Köylüler yanıma yaklaşık on iki yaşında bir erkek çocuğunu verip, Mustafa’nın evine gönderiyor. Çamurlu yoldan yürüyoruz. Kapıda elindeki plastik topu koltuğunun altına yerleştirmiş yalın ayaklı bir çocuk var. Üzerinde yağ sürülmüş bir dilim ekmeği ısırmakla meşgul. Kumaşı iyice tahriş olmuş eski bir kazakla, uzun bir pantolon var üzerinde. Hemen fotoğrafını çekiyorum. Mustafa önümde kapıdan giriyoruz. İsmail, Mustafa’nın kardeşi. Evi hemen bitişikte. O da bizimle birlikte odaya giriyor.
Mustafa, “Hoş geldin evimize, adını da sormayı unuttuk. Geç şöyle içeri geç, üşümüşsündür,” diyor. “Adım Kemal,” deyip arkasından yürüyorum. İyice eskimiş kilimin üzerine basıp, küçük bir odaya giriyoruz. Kapının hemen solunda kuzine bir soba kurulmuş, gürül gürül yanıyor. Etrafındaki minderlerde küçük bir kızla on yaşında bir erkek çocuğu oturuyor. Minderlerin birinin üzerinde tekir bir kedi uyukluyor. Yerde yaklaşık iki metre boyunda bir muşamba serili. Muşambanın üzerinde aşınmalar var, boyaları yer yer kazınmış. Odanın iç duvarları da kabaca sıvanmış. Odanın hemen sağ köşesinde bulunan yüksek bir yerde gaz lambası yanıyor. Köyde elektrik var ama bu eve girmemiş henüz. Büyük çocuk elindeki kalemle deftere bir şeyler yazıyor, küçük çocuk ise yerinden kalkıp odada sağa sola koşuşturup bağırıyor. Babasının içeriye girdiğini görünce boynuna atılıyor. Mustafa kızını kucaklayıp, sımsıkı sarılıyor. Çocuk kıkırdayıp, babasının yanağına bir öpücük konduruyor. İsmail’le birlikte üzerinde benekli bir kumaşın serili olduğu divana oturuyoruz. Yastıklar da hemen arkamızda. Tertemiz. Oldukça rahat ediyorum.
Mustafa kızını bırakıp, “Ayşe, yemek hazır olmadı mı daha!” diyerek eşine sesleniyor. Bir iki dakika sonra elinde kocaman tepsiyle en az Mustafa kadar uzun boylu, yemenisini saçları görünmeyecek şekilde örtmüş ve arkadan bağlamış otuzlu yaşlarında bir kadın içeriye giriyor. Çocuklardan büyük olanı sofra bezini yere seriyor. Ağaçtan yapılmış sofranın üzerine tepsiyi bırakan kadın odadan çıkıyor. Mustafa, minderleri sofranın etrafına yerleştirip, “İn aşağıya Kemal, hadi sen de İsmail, yemeğimizi yiyelim artık!” diyor. Sofrada patates ve biber kızartması, haşlanmış domates sosu ve reçel var. Dilimlenmiş ev ekmeğiyle, yemeğimizi sessizce yiyoruz. Üzerine çaylarımızı yudumlarken divana geçip sohbete devam ediyoruz. Moda fotoğrafçısı olduğumu söylüyorum.Modanın ne olduğunu bilmiyorlar, anlatıyorum. Onlar bana şehri soruyor ben de onlara köyü. Anlatıyorum. Mustafa köydeki yaşama dair pek bir şey söylemiyor. “Her şey ortada, görüyorsun halimizi,” demekle yetiniyor. Arabanın yolda kalmış olmasına ilk defa bu kadar sevindiğimi fark ediyorum. İlk geldiğim zamanki tedirginliğim de geçip gidiyor. Mustafa ile ailesini tanımaktan memnunum. Sohbetimiz uzadıkça gözlerimize yorgunluk çöküyor.
Mustafa, “Senin arabayı köyden gönderdiğim arkadaşlar kontrol etmiş. Çok hasar var. Araba tamircisi bir arkadaşım var komşu köyde. Onu aradım. Yarın buraya gelip, bakacak. Bir iki gün daha misafirimizsin,” diyor. “Sağ ol Mustafa, bu iyiliğinizi unutmayacağım. Yarın köyde biraz dolaşıp, fotoğraf çekebilir miyim?” diye soruyorum. “Bizim köylüler seni sevdi Kemal. Muhtara danışırız. Bir problem çıkaracağını sanmıyorum. İstediğin kadar fotoğraf çekersin,” diyor. “Sağ ol Mustafa, köyde çok güzel kareler var. Onları kaçırmak istemiyorum,” dedikten sonra acaba bu köyde yaşasaydım daha mı mutlu olurdum diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
İsmail, evine dönüyor. Mustafa, “Geç oldu, hadi yatalım artık. Yatağın yan odada hazır. Hadi Allah rahatlık versin. Bir şeye ihtiyacın olursa çekinmeden söyle,” diyor. “Sağ ol Mustafa, söylerim, iyi geceler.” Gülümseyip odadan çıkıyor, yer yatağında deliksiz bir uykuya dalıyorum. Sabah sekizde uyanıyorum. Kendimi çok dinç hissediyorum. Banyoya gidip yüzümü yıkıyorum. Çocuklardan biri hemen havluyu yetiştiriyor. Yüzümü kuruluyorum. Mustafa, benden çok önce kalkmış olmalı ki “Günaydın Kemal, hadi kahvaltımızı yapalım. Gece rahat edebildin mi?” diyor. “Sağ ol Mustafa, çok rahattım. Her şey için teşekkürler.” Mustafa gülümsedi. “Biz bir şey yapmadık ki Kemal, teşekküre gerek yok.” Kahvaltıda menemen, birkaç zeytin, yumurta ve biraz ekmek dışında hiçbir şey yok. Yine de bu insanlarla birlikte kahvaltı yapmaktan memnunum. Mustafa ve ailesini tanıdıkça hayata bakışım değişiyor.
Kahvaltıyı bitirip, muhtarın yanına gidiyoruz. Muhtar bizi sıcakkanlılıkla karşılıyor. “Hoş geldin oğlum, demek yolda kaldı araban. Geçin şöyle oturun!” diyerek evin hemen girişindeki kanepeyi gösteriyor. Oturuyoruz. Çaylarımız geliyor. Muhtara hikâyemi anlatıyorum kısaca. Köyde fotoğraf çekip çekemeyeceğimi soruyorum. Önce şüpheyle bakıyor, ‘ne yapacaksın fotoğraflarımızı çekip de’ dercesine. Sonra yüzümdeki masumiyeti görüp, “Tabii ki çekebilirsin. Madem fotoğrafçısın, istediğin kadar çek, demek köyümüz hoşuna gitti,” diyerek izin veriyor. Yoksulluğu ve yoksunluğu fotoğraflamaya çalıştığımı söyleyemiyorum. Hissediyor ama bana güvendiği bakışlarından belli. “Çok teşekkür ederim muhtar. Beni ne kadar mutlu ettiniz bilemezsiniz!” diyorum.
Mustafa tamirciye haber vermek üzere yanımızdan ayrılıyor. Köyde yaşayanların fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Kafasına yaşmak sarmış nineler, geleneksel renkli kıyafetlerini giymiş renk renk yemenili genç kadınlar, oyun oynayan, köpeklerine sarılıp poz veren çocuklar, en yeni elbiselerini giyip fotoğraf çektirmek isteyen kadınlar…Bazı evlerde elektriğin olması dikkatimi çekiyor. Bu aileler ekonomik olarak görece daha rahat olmalı. Ancak köyün büyük bir bölümüne yoksulluk sinmiş, kerpiç evler her yanı sarmış. Hatta barakadan bozma evler de var. İlk geldiğimde buralarda büyükbaş ve küçükbaş hayvanların yaşadığını sanmıştım ama sadece kümes hayvanları olduğunu görerek şaşırıyorum. Ne birkaç koyun, ne de bir inek, hiçbiri yok. Bu köye yoğurt, süt, peynir ve kaymak hiç uğramamış gibi. İnsanların yüzleri soluk ve avurtları çökük. Yine de gözlerindeki parıltı görülmeye değer. Devlet buraya hiç uğramamış belli ki. Köyde ne bir sağlık ocağı var, ne de okul. Çocukların yaklaşık yedi kilometre mesafedeki komşu köyün ilkokuluna gittiğini öğrenince şaşırıyorum. Bu soğuk havalarda, kar, yağmur, çamur ve buz demeden okula giden çocukların azmi görülmeye değer. Köyde sadece iki tane traktör var. Kasabaya gidebilecekleri bir minibüsleri bile yok. Ana yola kadar yaklaşık üç kilometre yürümeleri gerekiyor. Hiçbir detayı atlamadan yüzlerce fotoğraf çekiyorum. Köyün kahvesinde dinlenip, çaylarımızı içerken köylülerle sohbet ediyorum. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.
Aradan bir saat geçiyor. Mustafa geliyor. Komşu köydeki tamircinin yolda kalan aracımın yanına gittiğini, köylülerin de yardımıyla arabayı köye çektiklerini anlatıyor. Usta yanımıza gelip, “İki saate kalmaz, işimiz biter,” diyor. Köyde sanki yıllardır yaşıyormuşum gibi bir hüzün çöküyor üzerime. Hiçbir zaman hayal edemeyeceğim bu ortamda, bu insanların arasına karıştığım için kendimi şanslı hissediyorum. O anda kafamda şimşekler çakıyor. ‘Bu fotoğraflardan en iyilerini seçip, bir sergi açmalıyım’ diye düşünüyorum. Köylülerin yoksulluğuna ve yoksunluğuna dikkat çekebilmem için bundan daha iyi bir fırsat olamaz. Akşama doğru arabanın tamirinin bittiği haberini alıyoruz. Çok ısrar ediyorum ama tamir için para almıyorlar. İsmail, Mustafa, eşi ve çocuklarıyla tek tek vedalaşıyorum. Muhtarla köylülere de teşekkür edip, arabanın direksiyonuna geçiyorum. Yavaşça hareket ederken, köylülere el sallıyorum. Arabanın arkasından çocuklar koşuşturuyor, kadınlar ellerinde kovalarla su döküyor arkamdan.
İzmir’deki sergiye yetişemedim yetişmesine ama hiçbir zaman hayal edemeyeceğim bu köyde yaklaşık bir buçuk gün geçirmenin memnuniyetiyle İstanbul’a dönüyorum. Birkaç gün süren çalışmaların ardından, en iyi fotoğrafları seçip, gerekli teknik hazırlıkları da yaptıktan sonra yıllardır çalıştığım galeride “Yoksulluk ve Yoksunluk” temalı sergiyi açıyorum. Çok iyi bir tanıtım yapıyoruz. Sanat dünyasından pek çok sanatçıyla halktan birçok kişi de kokteyldeki yerini alıyor. Sergi salonunun hemen girişinde Mustafa’nın oğlunun, elindeki yağlı ekmeği yerken çektiğim fotoğrafı yer alıyor. Çerçevelenmiş ve duvara asılmış olarak. Yaklaşık bir metre boyunda. Işık ve renkler muhteşem. Katılımcılar bu fotoğrafın başında dakikalarca kalıyor, üzerine yorumlar yapıyor, sorular soruyor. Hikâyesini anlatıyorum kısaca. İlgiyle dinleyip, sergideki diğer fotoğraflara yöneliyorlar. Köydeki yaşamı anlatan fotoğrafların bulunduğu bu sergi haftalarca ziyarete açık kalıyor. İlgi yoğun. Talep üzerine bir ay daha uzatıyoruz. Televizyonlarda haberleri yapılıyor, gazetelerin kültür-sanat sayfalarında kendine yer buluyor. Birçok sanatçı, sergiye ilişkin fikirlerini paylaşıyor. Köyü merak edip gidenler oluyor. Ancak duyduğuma göre hiçbir politikacı köye gitmemiş, yoksullukla ve yoksunlukla boğuşan bu insanların yaşamını iyileştirecek hiçbir şey yapmamış.
Mustafa, yaşadığı diğer günlerden farksız bir güne daha uyanıyor, traktörün römorkundaki işçilerle birlikte yola çıkıyor. Hayat akıp gidiyor, renkler canlanıyor, etrafta çiçekler açıyor. Uçsuz bucaksız bozkır yolun iki tarafında uzanıyor.
HAKAN KİZİR