“Acele edin, bahçeye inek girmesin!” Tan vakti okumaya başladığım, elimdeki Marquez’in ‘Kolera Günlerinde Aşk’ adlı kitabını masanın kenarına bırakıp pencerenin önüne geçtim. Saat sekiz civarıydı. Evlerin arasından birer ikişer çıkan kişiler, ineklerin peşinde, ellerinde çalı veya meşe dallarını yere vurarak, “Haydi, ohaaa!” diyorlardı. İnekler çoğalınca ayak sesleriyle, gürültüler iyice arttı. Başımı pencereden sarkıttım. Omzunda çoban torbası, elinde sopası olan kadın, zarafeti ve heybetli sesiyle sürünün başındaydı. Toplaşan yayla köylüleri aralarında sabah sohbetine başladılar. Biri, “Dürdane Kadın, sürüyü yola çıkar,” dedi. “Fettanların inekleri gelsin,” derken Dürdane Kadın, kısa boyuyla ayaklarını açtırarak gelen adamı gören inekler kaçışmaya başladı. Pencereden “Niye kaçıştı inekler?” dedim merakımı yenemeyerek. Dürdane Kadın, “Deprem profesörü olmuşsun ama bilmezsin; ineklerin dilinden anlayacak, sevgini göstereceksin. Bilirler gelen adamın insafsızlığını, ondan kaçarlar!” dedi. Sonra sürüye yol açıldı ve yayla köylüleri evlerine dağıldılar. İki köpek havlayarak sürünün arkasından koşmaya başlayınca çalışma masamın yanındaki oturduğum koltuktan terler içinde fırladım.

Yayla özlemimle bütünleşen rüyamda Dürdane Kadın sanki gözlerimin önündeydi. Yayla kadınıydı. Kadınım olmasını istedim bir an! Dağ taş yaylalarda birlikte gezmek, çeşmeden avuç avuç su içmek, söğüdün altına sıcakta uzanmak istedim. Çayır, çimenin kokusunu duyumsadım! ‘Deprem Profesörü’ dediğinde ne kadar güçlü kadın dedim. Sürünün başında olmasına karşın kenarı ince oyalı tülbenti ve etkileyici bakışları vardı. Evde beni karşıladığını düşündüm. Ama o yaylada büyümüştü. Sürüdeki ineklerin huyunu suyunu bilirdi. Doğumda buzağıyı korurdu. Buzağı annesinin her koklayışı ve yalamasıyla toprakla, güneşle tanışırdı. Sonra kalkmaya çalışır, annesinin memesini arardı.

Üniversitedeki arkadaşlarıma yaylaya gitme planımdan ve Dürdane Kadın’dan bahsetmeliydim. Kadından çoban olur mu, beraber yaşanır mı diyeceklerdi? Çobanlığın tarihini anlatır, kadın çobanlardan örnekler verirdim. Çobanlık bir meslektir derdim. Ayrıca kadın çoban yetiştirmek için kurslar düzenlendiğini belirtirdim. Çiftlik evindeyse, Dürdane Kadın’la kır yaşamı sürebileceğimi inatla anlatırdım.

Masama oturdum. Sabah üniversitede derse girecektim. Elazığ depremiyle ilgili konuların görüşüleceği ve gazetecilerin katıldığı toplantı vardı. Deprem için yık-yap anlayışının çözüm olmadığını belirterek; güçlendirme çalışması, toplanma alanları ve doksan dokuz depremiyle ilgili sunum yapacaktım. Afetler yaşadığımızı, sonuçsuz kalsa da tekrar tekrar anlatacaktım. Rüyamda, Dürdane Kadın ‘Deprem Profesörü’ demişti, anlatacaktım! O isterse şehirde beraber olurdum. Arkadaş toplantılarında eşlik eder; sinemaya, tiyatroya giderdim.

Dürdane Kadın derse ki ben şehirde nefessiz, yolsuz; gökyüzüne, toprağa, suya, bahçeye, hayvanıma uzak kalırım, duramam! Ne yapardım?

Rüyama giren kitabı hatırlamaya çalıştım. Kütüphanemdeki kitaptı ve bir sayfasında okumuştum: ‘Felaketlerde aşk daha yüce, daha soylu olur.’ Adı ‘Kolera Günlerinde Aşk’ yerine ‘Corona Virüsü Günlerinde Aşk’ olsun dedim. Bugüne dair olmalı ve yaşamalıydım.

Rüyamın gerçek olmasını arzu ediyordum. Çelişkiler yaşasam da, Dürdane Kadın’ı yaylada bulsam ve sürüsünün başında eve dönse, eşi ve çocukları karşılasa diyordum.

Eşim seslendi, “Hâlâ uyumadın mı?” Eşime rüyamı ve duygularımı anlatmak istedim. Dürdane Kadın’ı anlatacaktım. Uykum gelmişti, biraz uzandığımda çocuklar, “Baba geç kaldık okula!” diye bağrışmaya başladılar. Garajdan yola çıktığımda trafik daha yoğunlaşmamıştı. Yayalar tek tük geçiyordu. Önümdeki minibüs kaza yapınca trafik akışı durdu. Radyodan haber kanalı açtım. İran ve sınırımızda olan Van’ın Başkale İlçesi’ndeki depremi anlatıyordu.

Muhsin Başaldı