Bugün Dünya Çingeneler Günü. Nisan 1971’de, Çingenelerin sorunlarını tartışmak üzere Londra’da düzenlenen ilk Uluslararası Çingene Kongresi’ne atfen, 1990’dan beri 8 Nisan Çingeneler Günü olarak kutlanıyor.
Hindistan’dan dünyaya yayıldıkları düşünülen Çingeneler, Türkiye’de özellikle Adana (Cono aşireti) olmak üzere, Çanakkale, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Düzce, İstanbul ve İzmir’de yaşıyorlar. Tarih boyunca, birlikte yaşadıkları halkların kültürlerine, yaşamlarına sayısız katkı sunan, bir yanıyla da dünya kültürünün taşıyıcılığını yapan bir zanaatkâr topluluk olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Ne yazık ki tüm Dünya’yı etkileyen Kovit19 salgınının en çok etkilediği kesimlerden biri Çingeneler. CHP Milletvekili Özcan Purçu, Çingenelerin sigortasız ve günübirlik işlerde çalıştığını ve çoğunun bu günlerde işsiz olduğunu ve acil çözüm gerektiğini bildirdi. Çingeneler Günü’nde sorunlarının duyulması ve çözülmesini diliyoruz.
Papirüs Edebiyat Dergisi’nin 20. sayısını Çingenelere ayırmış; deneme, araştırma, şiir ve öyküler yayımlamıştık. Bugünkü Dünya Çingeneler Günü’nde de, Papirüs’te önceden yayımladığımız Sinan Şanlıer’in Çingene ve Edebiyat yazısını ve atölye arkadaşımız Muhsin Başaldı’nın Papuzsa adlı şiirini paylaşıyoruz. Çingene kız desenini de atölyemizden Alev Ramiz çizdi.
Neyya Edebiyat
ÇİNGENE VE EDEBİYAT
Türkçe Edebiyatta Çingeneler
Çingenelerin başlarda yazılı bir kültürleri olmamasına rağmen kağıt üzerine geçirilmeleri; gittikleri ülkelerin yöneticileri tarafından, daha çok da cezalandırmalara ve yasaklamalara yönelik metinler sayesinde olmuştur. Pek az yerde bunun aksine, örneğin İspanya’da olduğu gibi, daha hoşgörülü metinlere rastlanmaktadır. Osmanlı Devleti’nde de böyle olmuştur. Öncelikle kanunnamelerde ve devlet kâğıtlarında yer almışlardır. Edebiyat ise çok daha sonraları kapılarını Çingenelere açmıştır. Elbette ki matbaanın gelişimine paralel öncelik Avrupa’nın olmuştur.
Batı’da başlarda, daha çok bu garip görünüşlü insanların etnografik ve lingustik özellikleri yazılmış, kitap haline getirilmiştir. S. Münster’in 1544’de basılan Cosmographia adlı eserinde ve kimi kroniklerde küçük bir şekilde yer almış olsalar da, devam eden yıllarda bağımsız çalışmaların temel konuları olmuştur. 1755’de basılan Wörterbuch von der Zigeuner Sprache, 19. yüzyılda Patkanov’un hem Poşa ve hem de Karaçi Çingene grupları üzerine yaptığı sözlükler; G. Borrow’un 1841’de Zincali, 1851’de Lavengro ve 1874’de Romano Lavo-Lil adlı kitapları bu çalışmaların başında gelmektedir. Lisan çalışmalarının ötesinde etnografik ve sosyolojik çalışmaların sayısı ise 19. yüzyılla birlikte giderek artmıştır. Grellmann’ın 1810’da basılan Histoire des Bohémiens, Leland’ın 1882’de Gypsies, 1891’de yayınlanan Gypsy Sorcery, Liszt’in 1881’de yayınlanan Des Bohémiens, 1872’de Miklosich’in Uber die Mundarten und die Wanderungen der Zigeuner Europa’s vd. adlı kitapları bu alan için verilebilecek sayıca çok küçük örneklerdir.
Ancak edebiyat alanında Cervantes hepsinden önce gelmektedir. Türkiye’de ise Çingenelerin edebiyat maceraları, Miguel de Cervantes’in 1613’te yazdığı La Gitanilla’dan ve yine İspanya’dan Don Antonio de Solis’in 1681’de yazdığı La Gitanilla de Madrid”den neredeyse üç buçuk-dört asır sonra, 19. asırda başlayan Batılılaşmayla birlikte başlar.
Elimizdeki kaynaklar Osmanlı Türkçesinde Çingenelerle ilgili ilk eserin Ahmet Mithat Efendi’nin 1886’da basılan Çingene adlı hikâyesi olduğunu göstermektedir. Letaif-i Rivayet adlı kitabın içerisinde yer alan üç hikâyeden biridir. Eserin birinci sayfasında “Letaif-i Rivayet, On beşinci Cüz, Çingane isimli bir hikâyeyi havidir” satırları yer almakta ve Maarif Vekâleti’nin (Eğitim Bakanlığı) izniyle basıldığı belirtilmektedir. Sonrasında peş peşe aynı yazardan iki çeviri eser gelmektedir. İlki, Xavier de Montépin’in yazıp 1890’da yayınlanan Çingene Kızı eseri, hemen peşinden yine Xavier de Montépin imzasıyla bir yıl sonra bu kez, Gece Kraliçesi isimli eseri basılır. Montépin’in birinci kitabı günümüz Türkçesinde defalarca basılmış olmasına rağmen, ikinci kitabın başlığında Çingene lafzının geçmemiş olması kitabın yeni baskılarının önündeki engel olabilmektedir. Ancak, kitabın ilk sayfasında “Çingene Kızı nam eserin devamıdır” ibaresi, kitabı konunun içine dâhil etmemize neden olmaktadır. 1889 yılında basılan kitaplardan ilki iki kitap halinde, ikincisi ise üç kitap halinde 1890 yılında basılmıştır. Kitapları Ali Rıza, H.S. Tevfik ve Mehmet Tevfik isimli üç farklı kişi tarafından çevrilmiştir. Yine 1898 yılında, Prosper Mérimée’nin ölümsüz eseri Karmen okuyucuyla buluşur.
1899’da Hanımlara Mahsus Gazete’de ise bu kez, Halide Edip’in Çingene Kız isimli romanı tefrika edilmeye başlar. Ancak, nedense eser bitmeden yayınına son verilir. 1918 yılında, Selahattin Enis’in Çingeneler isimli eseri Fağfur’un ilk sayısında yayınlanır, ancak köy çocukları ile köye yakın yerlerde çadırlarını kuran göçebe Çingenelerin hikâyesini anlatan eser kovuşturmaya uğrar. 1925 yılında ise Osman Cemal’in (Kaygılı) birer risale şeklinde Çingene Kavgası ve Gonca’nın İntiharı isimli çalışmaları yayınlanır. Çingene Kavgası, bildiğimiz, çoğu zaman da geleneksel bir hale gelen, mahallede kadınlar arasında kavgadan söz etmektedir. Gonca’nın İntiharı ise, göçebe bir Çingene grubunda Gonca isimli bir kız ile kızın sahiplendiği ayı arasındaki bağlılığı ve her ikisinin de hazin sonunu anlatır.
Cumhuriyet’in başlarında, okur-yazarlığı artırmak üzere yeni harflere geçilmesine rağmen, çok uzun yıllar, Çingenelerle ilgili kitapların sayısı artmamış, ancak gazetelerde yer alan haberlerin sayısında hatırı sayılır bir artış görülmüştür. 30’ların ikinci yarısında yine Osman Cemal Kaygılı’nın hâlâ değerinden bir şey yitirmeyen Çingeneler Arasında (sonra Çingeneler) isimli eseri gazetede tefrika edilir, defalarca baskısı yapılır. Ancak kitap şeklinde yapılan baskılar, gazetedeki tefrika sırasında kullanılan fotoğraflardan yoksun kalmıştır. 40’lı yıllarda ise Sabahattin Ali, Hüseyin Rahmi gibi isimlerin dergilerde Çingeneler üzerine yer alan telif eserlerinin yanı sıra, Erich von Stroheim’ın Paprika / Çingene Aşkı ve Norah Lofst’un Çingene Güzeli / Ateşli Kan isimli eserleri de tercüme edilerek basılmaya başlar.
Son on yılda ise Çingeneleri konu alan yayınların sayısında önemli bir artış olmuş, sadece edebiyatın sınırları içinde kalmayıp gelişen koşullara bağlı olarak ihtiyaçlara yanıt vermek üzere sosyal politika alanlarını da kapsar nitelikte yayınlar okuyucuyla buluşmaya başlamıştır. Ayrıca konuya ilginin ve akademik düzeydeki çalışmaların artması, Çingene kültürünün ve tarihinin değişik alanlarının da kitaplara yansımasına neden olmuştur. E. Marushiakova-V. Popov’un, İ. Altınöz ile S. Şanlıer’in Osmanlı Çingeneleri üzerine; M. Duygulu, G. Girgin ve Ö. Akgül’ün Çingene müziği üzerine; S. Kolukırık, ve E. Yılgür’ün çalışmaları ise konuya yönelik akademik çalışmalar olarak okuyucuyla buluşmuştur. Alan araştırmaları, lisans bitirme tezleri ve yüksek lisans tezlerinin sayısı 100 rakamını geçmiştir.
Böylesi bir ivmeye rağmen içerden diyebileceğimiz eserlerin sayısı bir elin parmaklarından da azdır. Mustafa Özçelik’in Tütüncüler Tarihi ve Zehra Kosova’nın kendi hayatını anlattığı Ben İşçiyim isimli politik eserinin dışında, Mustafa Aksu’nun Türkiye’de Çingene Olmak ve Cemil Akmaca’nın Çeribaşı Rüstem Ağa isimli eserleri de dikkate alınması gereken çalışmalardır.
Cervantes’ten günümüze geçen dört asır içinde batılı yazarlar ve bilim insanları, konuyu her yönüyle ele almış, periyodikler çıkarmış, sözlükler basmış, monografiler yazmış, hatta konuya ilişkin denilmedik nokta bırakmamıştır demek, yanlış olmaz. Ne yazık ki Türkçe, bu zenginlikten yoksun bir haldedir. Örneğin, A. Paspatis’in 1870’de İstanbul’da Fransızca basılan “Osmanlı Çingeneleri Üzerine Bir Etüd” isimli kitabı hâlâ yeni Türkçeye kazandırılmadığı gibi konuya ilgi duyan birçok araştırmacının bilgisinde bile değildir…
Üç Kitap, Üç Karakter…
Karakter, bir kişinin diğerlerine göre farklılıklarının, aykırılıklarının bütünüdür. Genel olarak maskülen bir kültür olmasına rağmen, Çingenelerin tarihinde erkekler kadar, belki de erkeklerden daha fazla öne çıkan, kendileri olan ya da ağırlığınca karakter koyan kadınlar da vardır. Notre Dame’ın Esmeralda’sı, Hemingway’in Pilar’ı birer örnek olmakla birlikte; dünyada en çok tanınan kadınlardan biri de, herhalde Prosper Mérimée’nin Carmen’idir. Ayrıca Polonyalı şair Papusza ve Türkiye’nin sol-sosyalist hareketi içinde yer alan Zehra Kosova da birer idol olarak Çingene kültüründe yerlerini almışlardır.
Carmen’in ilk baskısı 1845 yılında Revue des deux Mondes’de yapılmış, daha sonra sayısız dile defalarca çevrilmiştir. Papusza ile ilgili Colum McCann’ın kitabı Zoli Bir Aykırı Çingene ismiyle 2008’de, Zehra Kosova’nın anılarını anlattığı Ben İşçiyim isimli kitabın ilk baskısı ise 1996’da çıkmıştır.
CARMEN
Çoğumuz için bir İspanyol Çingenesi olarak sembolleşmiş Carmen’in, kitabından daha çok operası ün kazanmıştır. İlk defa 1845 yılında tefrika edildikten sonra 1847’de Michel Levy Kütüphanesi tarafından yayınlanmış ama asıl ünü bir yıl sonra George Bizet tarafından bestelendikten sonra Paris’te Opera Komik’te sahnelenmesiyle gelmiştir.
Hikâye bir anlatıcının gözünden okuyucuya aktarılır. Don Jose ile Carmen’in arasında geçen kanlı bıçaklı aşkın sahneye yansıması elbette seyirciyi memnun edecek surette tasarlanmıştır. Derli toplu sahneler, birbirini tamamlayan danslar, dansçılar, muhteşem sopranolar, tenorlar, baritonlar… Ve döneminin Fransız opera seyircisine hitap edecek şatafatlı salonlar. Deli dolu, ateşli, başına buyruk, istediğini yapan, aklına estiği zaman da sorgusuz sualsiz terk edebilen bir Çingene. Bunun yanı sıra erkek kahramanımız ise, Carmen’e öldüresiye âşık asker Don Jose’dir.
Bugüne kadar seyirci, eseri Carmen ve Don Jose arasındaki aşk hikâyesinin seyiri üzerinden bilmektedir. Dört perdelik eser, Bizet’in eserinden yola çıkarak librettosu H. Meilhac ve Ludovic Halévy tarafından yazılmıştır. İlk başlarda Bizet’nin tasarımına uygun olarak aralarda müziksiz diyaloglar bulunmakla beraber Bizet’nin ölümünden sonra, bu müziksiz bölümler çıkartılarak bütünüyle bir opera eseri halini almıştır.
İspanya’nın Sevilla kenti, tütün atölyeleri, bunların birinde çalışan geçimsiz ve hırçın Carmen ve ona âşık olup işlediği suça bile göz yuman çavuş Don Jose… Aşığı Don Jose bilerek Carmen’in kaçmasına meydan verir. Hapse atılır, çıktıktan sonra tekrar, kaçakçılık yapan bu Çingenelerin arasına karışır ve bu sefer de komutanına karşı gelerek tekrar suç işler, artık hep Çingenelerle beraber olmak zorunda kalır. Carmen’in yeni bir aşığı ortaya çıkar. Artık meşhur boğa güreşçisi Escamillo’yu sevmektedir. Bunu her yerde gösterir ve hatta Don Jose’yi istemediğini de kendisine söyler. Kıskançlık krizlerine giren Don Jose, bıçağını göğsüne saplayarak Carmen’i öldürür.
Carmen’i hep bu şekilde bildik. Kanlı bir aşk hikâyesi, müziklerle süslenmiş muhteşem bir gösteri… Eğer sanatçıları da üstün bir kaliteye sahip ise yıllarca unutulamayacak bir gösteri… Neredeyse yüz yıl önce Osmanlı Türkçesinde baskısı yapılan eser hakkında bir yazı kaleme almış Mehmet Rauf bile esere bu cepheden bakmış1:
“Bu güzel faciaya Bize’nin en şuh ve latif musikisini ilave eder ve bunu icra ve taganni için bir güzel primadonna ile bir harareti tenvirde bulursanız, şu suretle tertib ve ikmal etmiş olacağınız sahnenin karşısında unutulmaz mest-i saniyeleri geçirirsiniz.
Bu saniyeleri ben birçok kereler geçirdim. Bütün ruhumla, bütün kalb ve ruhumla Karmen’in Don Jose’nin aşk ve hayatlarını yaşadım… Vaka o bahtiyarlardan olmadım ki mesela bunu opera komikte en mümtaz bir primadonna ile görmüşlerdir… Çünkü bu oyunda bütün aşk-ı beşer, aşk-ı muhteris-i beşer, azab ve işkence ile, hırs ve hıyanetle, ateşlerle, kıskançlıklarla geçen aşk-ı beşer gösterilmiştir. O kadar gösterilmiştir ki, bence bu onun bir timsalidir.”
Prosper Mérimée’nin eserini yazdığı yıllar, 19. yüzyılın ortalarına doğru Çingenelerin hemen her türden inceleme ve araştırma altında oldukları bir dönemdir. Örneğin, İngiliz Bible House adına yıllarca İspanya’da incelemelerde bulunmuş ve başvuru niteliğinde birçok çalışmayla birlikte Çingenece iki de sözlük hazırlamış George Borrow; yine örneğin İngiltere’deki Çingeneler arasında uzun yıllar misyonerlik yapmış Gypsy Smith bu isimlerin başında gelmektedir. İşin edebiyatına kaçmadan, süslemeden, amaçlarına göre gözlemde bulunmuşlar, kendilerince bir yargıya varmışlardır. Aslında Prosper Mérimée de böyle yapmıştır. Eserin dördüncü bölümünde Carmen’i, yarattığı Çingeneleri, yalın bir dille anlatmaya çalışmış2:
“Erkeklerin ekserisi biçimlidir: İnce, uzun ve çeviktirler. Onların göbeği olanlarına hiç tesadüf etmedim. Almanya’daki Çingene kadınlar pek güzeldir. İspanyadaki Jitanlarda ise güzellik pek nadir görülen şeylerdendir. Genç iken onlar, çirkin olmalarına rağmen hoş görünürler. Fakat bir de anne oludular mı artık onların yüzüne bakılmaz olur. Her iki cins de inanılmayacak derecede pistir ve bir kerhaneci Çingene karısının saçlarını görmeyen bir kimse onların pisliği hakkında, en yağlı, en sert ve en tozlu saçları gözünün önüne getirse bile güç bir fikir edinebilir.”
Anlaşılan o ki, tasarlanarak sahnede izlediğimiz, özene bezene süslenmiş Carmen, yazarının Carmen’inden bir hayli farklıdır. Ama her ikisinin finalinde; deli dolu, hür, istediğini yapan, özgürlük düşkünü, hepsinden öte aykırı ve kişilik sahibi Carmen’in sonu, olması gerektiği gibi biter. İspanya’nın sıradan halkından olan Carmen, önce asker, sonra kaçak ama her daim aristokrat Don Jose’nin bıçağı önünde dize gelir mi? Özgürlük bu, ölümüne bile olsa gelmez…
PAPUSZA
Çingenlerin milli ağıtları Gelem Gelem her ne kadar “mutlu Çingeneler gördüm” dese de, bir karakter olmak, hele Çingene toplumunda bir kadın karakter olmak alabildiğine bedel ödemeyi gerektirir ve mutluluğa da götürmez. 1908’de doğup seksen yıllık yaşamını kendi bildiği gibi örmeye kalkan Bronislawa Wajs ya da nam-ı diğer Papusza, Çingene toplumunda görülebilecek ender örneklerden biridir. Bilindiği kadarıyla kendi toplumu tarafından reddedilen tek kadın şairdir, çünkü rivayete göre Çingene toplumunda kadınların şair olmaları kabul edilir bir şey değildir. Rivayet olmayan şey ise Papusza’nın, Çingene toplumuna ait ve sadece Çingeneler arasında kalması gereken birçok şeyi yazılarında gaco ile paylaşmasıdır.
2013 yılında Papusza’nın hayatını konu eden film gösterime girdiğinde, kimileri tarafından “Papusza’yı anlatmaktan uzak” nitelemeleri gelmiştir. Aynı şekilde ilk defa 2006 yılında yayınlanan Zoli, İsyankâr Bir Çingene isimli kitabın da Papusza’yı tam olarak anlattığı söylenemez. Anlatabildiği olsa olsa duyduklarını, dinlediklerini, görebildiklerini kendi süzgecinden geçirip, aktarmaktan öteye geçemez, sonuna kadar iyi niyetini korusa da. Zaten kitabın yazarı Colum McCann, kitapta Zoli ismiyle anlatmaya çalıştığı Papusza’nın hayatını yazmaya başladığında sorunun büyüklüğünü şu satırlarla aktarmaktadır3:
“…gerçekten merak ettiği soruların hangisinden başlamasının doğru olacağını, hiçbir şey bilemiyor. Zoli için buraya geldiğini söylemek istiyor, Zoli’yi duydunuz mu, buralarda doğmuş bir Çingene, bir şair, bir şarkıcı, aynı zamanda da bir komünist… Komünist Partisi üyesi, bir seferinde gezginci bir harp trupuyla turneye çıkmış ama sonradan kovulmuş, adını duymuş muydunuz, müziğini dinlediniz mi, ‘Ölü otlara can katmak için şarkı söylüyoruz’, onu göreniniz var mı, hala ondan söz ediliyor mu, ‘kırık ne varsa, çatlak ne varsa onlarla gerekli olanı üretiyorum’, lanetlenmiş miydi, affedilmiş miydi, hiç iz bıraktı mı, ‘hayır, hayır çarpık bir parmağa hiçbir zaman düz demeyeceğim’, babalarınız onun hikâyelerini anlatır mıydı, anneleriniz onun şarkılarını söyler miydi, geri dönmesine hiç izin verildi miydi?
Ama adını telaffuz ettiğinde –’Hiç Zoli Novotna diye birini duydunuz mu?’ demek için öne eğildiğinde– birden zaman duruyor, kadehler donuyor, sigaralar dudaklar hizasında bekletiliyor ve odaya bir sessizlik çöküyor.
Boşor, kapıya bakarak, ‘Hayır, o adı hiç duymadım, ne dediğimi anlıyor musun kalın enseli, ama duymuş olsaydı bile bu hiç konuşmayacağımız bir konu olurdu’, diyor.”
Her ne kadar kurgu da olsa, kitabın büyük bir kısmı masa başında hazırlanmış da olsa, yukarıdaki satırlar Papusza’nın Polonya Çingeneleri için ne kadar zor bir konu olduğunu yeterince açıklamaktadır.
Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, 1908 ya da 1910’da doğduğu sanılmaktadır. Kosova’dan Rusya’ya kadar seyahat eden bir Çingene ailenin üyesidir. Ailenin şarkı söyleyen, dans eden üyelerinden biridir. Her gittikleri yerde üç-dört gün kalmayan Çingeneler içinde okuma-yazma pek de hoş karşılanmamaktadır, ancak Papusza bunu gizliden gizliye yerine getirmekte, şarkı sözleri yazmaktadır. Köylülerden aldığı kitaplarını müzik aletlerinin arasında saklar ama günün birinde yakalanınca iyi bir azar işitir ve iyi bir dayak yer. Henüz on beş yaşındayken, geleneklere bağlı olarak bir evlilik yapar ama bu Papusza’ya mutluluk getirmez. II. Dünya Savaşı yıllarında her ne kadar ormanlarda saklanarak hayatta kalabilmişlerse de, ailesinden yüzden fazla kişinin Naziler tarafından öldürülmesinin önüne geçilememiştir.
Papusza’nın hayatının seyrini değiştiren, yurttaşı Jerzy Ficowski ile tanışması olmuştur. Ficowski, Papusza’nın şair yanını keşfetmiş, şiir yazmaya teşvik etmiş, şiirlerini yayınlamıştır. Başından beridir bu okuma-yazma işine pek sıcak bakmayan ailesi, geleneklere uymadığı, Çingenelerin sırlarını yabancılarla paylaştığı gerekçesiyle toplum dışına itilir. Bundan sonrası Papusza için bütünüyle mutsuzluktur. Psikolojik tedaviler, toplumun dışında olmak, kendini anlatamamak ve dahası yazdığı bütün şiirleri yırtıp atmak zorunda kalır. Bu yüzden Papusza’nın yazdıklarının pek azı bugüne kalmıştır.
Savaş sonrası sadece Papusza için değil, bütün Çingene toplumu için alışılmışın dışında bir yaşamın başlangıcı olur. Geleneklerden vazgeçmek, bütünüyle yerleşik bir yaşama geçmek, dahası artık doğrudan devlet otoritesiyle karşı karşıya gelmek durumunda kalmışlardır. Artık hayatlarında başkalarının koyduğu kurallar ve kurumlar vardır. Değişim sadece Papusza’yı değil, bütün Çingene bireylerini etkilemiş, yeni yaşama alışmak zor olmuş, sancılı olmuş, hatta alışamamışlardır.
Kimi canlılarda da öyle değil midir? Kabuk değiştirirken, kendini yerden yere vurur, acır, canı yanar.
KOSOVA
Üçüncü kahramanımız Zehra Kosova’dır. Anadan doğma tütün işçisi Kosova, anılarında, tütüncülerin ve aynı zamanda tütüncülerden çok Çingenelerin kıyıda köşede kalmış tarihlerinden önemli bir kesit sunmaktadır. Bir söylence şeklinde dolaşıp duran “komünist Çingeneler”den biridir. Kolay olmayan hayatı, göç, savaş yılları, bir daha göç, yoksulluk, tekrar göç, parti üyeliği, tutuklanmalar vs. gibi derin çizgilerle doludur.
Zehra Kosova ise, hikâyesini kendisi anlatıyor. Ölümünün 10. Yılı dolayısıyla 2011 yılında basılan kitabı, Kosova’nın kadim arkadaşlarından ve kader ortaklarından Zihni Anadol baskıya hazırlamış.4 Ben İşçiyim adıyla yayınlanan kitabın başlarında Kosova’nın ağzından şu satırlara yer verilmiş:
“1 Temmuz 1910 yılında dünyaya gelmişim. Harp yıllarıydı. Daha I. Dünya Savaşı başlamadan ailem Yunanistan’dan Bulgaristan’a gitmek zorunda kalmış. Ben 4 yaşıma geldiğimde bizim aile yine Yunanistan’a göçmüş. Yunanistan’da Makedonya bölgesinde tütüncülük yapıyormuş ailem…”
Kosova’nın anlattığı yıllar ve yerler, hatırlanacağı gibi her daim karmaşanın ve bunun sonucu olarak da göçlerin yaşandığı bir bölge ve söz ettiği yıllar ise, I. ve II. Balkan Savaşları’nın olduğu dönemdir. Bilinenin aksine Balkanlar’dan Türkiye’ye göçler sadece 1923’de yapılan “Mübadele Anlaşması” çerçevesinde değil, daha öncelerinde, Balkan Savaşları’nda ve hatta Osmanlı-Rus Savaşları’nda da olmuştur. Mübadele, belki bu göçlerin finaliydi. Birçok Çingene de bu tarihlerde Balkanlar’ın değişik yerlerinden ve Mübadele’ye kadar değişik tarihlerde Türkiye’ye göçmüşlerdir. “Selanik’liyiz” demelerine rağmen, birçoğu Serez, Drama ya da Kavala’dan gelmişlerdir. Devam ediyor Kosova anlatmaya:
“1924 yılının sonbaharı. Babam Hasan Galip akşam işten dönmüştü. Elinde bir sürü kâğıt vardı. Annemle konuşmaya başladılar… Anladığım kadarıyla babam pasaportlarımızı çıkarıyormuş. Ama bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Ertesi gün anneme pasaportun ne olduğunu sorduğumda, annem hiç kimseye bu konudan bahsetmememi söyledi…”
Çocukluğu, hiçbir insanın yaşamak istemeyeceği bir döneme denk gelir. Balkan Savaşları’nın getirdiği ağır çöküntüler, göçler, Kurtuluş Savaşı, memleketin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar, siyasal sorunlar ve bir devletin kuruluşunun sancıları vs.
Önce Kavala’dan İstanbul’a gelirler, Sultanahmet’te bir misafirhanede kalırlar dört gün kadar, bütün ailecek. Sonra Reşadiye isimli gemiyle Samsun’a nakledilirler. Samsun’da gemi açıkta demirler. Motorların gemiye yanaştıklarından, çoluk çocuk herkesi teker teker bu motorlara aldıklarından ve hatta yardım edenlerin içinde başlarında bayrak sarılı, ayaklarında külot pantolon ve üzerlerinde resmi asker elbiseli kadınlardan söz ediyor Kosova:
“…kim olduklarını sonradan öğrendik. İsimleri Kara Ayşe ve Kara Fatma imiş, cephede çarpışmışlar…”
Kosova’nın yaşamı diğer mübadillerden farklı değildir. Samsun’dan başka yerlere dağıtılırlar. Tokat’a gelirler. Okula başlar burada, bir de tütün işine başlar. Bir süre sonra da, sevdiklerini, anasını babasını, arkadaşlarını, bütün ailesini geride bırakarak üç günlük bir gemi yolculuğundan sonra İstanbul’a ulaşır.Yaşamında o güne kadar bütün mübadillerin hayatlarının birbirine benzer sıradanlığı gider, yerine büyük kentin tütün işletmelerinde çalışan bir emekçi gelir. Hayatı bundan sonra çok değişir. Başka bir dünyanın çok daha başka yüklerinin altına girer.
1933 yılında ilk defa grevin içinde bulur kendisini, eskisinden daha farklı bir arkadaş çevresi vardır. Maksim Gorki, Tevfik Fikret ve Nazım Hikmet’i okudum, 1 Mayıs’ın ne olduğunu öğrendim, Mehmet Bozışık’la tanıştım, diye anlatıyor Kosova; 1930’ların başında babasından yoksun ailesi ve Kasımpaşa’daki diğer tütüncü Çingenelerle birlikte oturduğu günlerden söz ederken.
“1934 yılının 1 Haziran Perşembe günü Karaköy rıhtımında Karadeniz’e gidecek olan Güneysu vapuruna binmek üzere Mustafa Özçelik ile birlikteyiz. Saat akşamın sekizi, benim için hayatımın önemli bir dönemi başlamak üzere. Üzerimde siyah dok kumaşından çarşaf, ayağımda bej rengi yedi punt ölçekli bir ayakkabı, et rengi bir çorap, pike kumaştan elbise… Biletimiz üçüncü mevki… Vapur kalkmak üzereydi. Rıhtımda bizi uğurlamaya gelen arkadaşlara el salladık. Sekize beş kala vapur düdüğü öttü, biz güzel İstanbul’a veda ediyorduk.”
Böyle başlar Zehra Kosova’nın Moskova’ya, parti okuluna yolculuğu ve dört yıl sürer Moskova günleri. Hayatının bundan sonrası bir başka sıradanlık içerir. İllegal bir parti militanı nasıl yaşarsa Kosova’da öyle yaşar, hem de hepsini, sonuna kadar. Kaçıp göçmeler, sürekli ev değiştirmeler, takip edilmeler, nezarethaneler vs.:
“… Sonunda tekrar sürükleyip hücreme bir paçavra gibi attılar. Ağlamaya başladım, yerden kalkıp tahta ranzaya çıkamıyordum. Böylece kendimden geçmişim, kaç saat yattığımı hatırlamıyorum. Ama gece yarısı olduğunu fark ettiğim bir saatte, koridordan bazı sesler ve polis olduğunu anladığım birinin küfürleriyle uyandım. Belli ki, birilerine dayak atıyorlardı. Sabahleyin hücrenin kapısındaki küçük sürgülü kapağı, saç tokamla araladım. Bir de ne göreyim, geceleyin dövülenler bizim Topal Hasan’ın ağabeyi Fehim ile eniştesi Hüseyin Kırca imiş. İkisi de tütüncü, tuvaletten dönüyorlar ama öyle dayak yemişler ki, adeta emekleyerek sürünüyorlar. Bir de bizim İdris varmış, sonradan öğrendim ki İdris’in (şoför) dayaktan dişleri kırılmış…”
Hiç de kolay olmamıştır Zehra Kosova’nın yaşamı. Emekliye ayrıldıktan sonra anılarını kaleme alıyor. En büyük destekçisi de eskilerden yoldaşı Zihni Anadol. Cenazesine, yoldaşları, dostları ve neredeyse bütün arkadaşları katılmış. Anılarını derlediği kitabın ilk baskısı ölümünden beş yıl önce yapılmış. Elli yıl önce giydiği çoraplar da dâhil birçok olayın bütün kırıntılarını hatırlayacak kadar diri bir dimağa sahip. Bazıları gençliğinden, çocukluğundan; bazıları özlemleri; bazıları ise çok kişisel detaylar:
“Hayatım boyunca bir gün denizin durulacağını, fırtınanın dineceğini, benim gibi milyonlarca insanın sakin ve rahat bir hayata ulaşacağını düşündüm… Bugün de doksan yıla yaklaşan ömrümle aynı özlemi taşıyorum… Üç tane kızım oldu. Birini bebekken Sovyetler’de bıraktım, o günden beri de görmedim, hala hasretini çekiyorum…”
Sinan Şanlıer
Türkçe’de Çingeneler üzerine yayınlanan kitaplar hakkında yararlı bir kaynakça.
Angus Fraser, ÇİNGENELER, Homer Yay., 2005.
Ahmet Mithat, ÇİNGENE, Kırk Anbar Mat., 1886.
Aleksandr Puşkin, ÇİNGENELER, Damar, 1990.
Ali Arayıcı, ÜLKESİZ BİR HALK: ÇİNGENELER, Ceylan, 1999.
Ali Mezarcıoğlu, ÇİNGENELERİN KİTABI, Cinus Yay., 2010.
Ali Rafet Özkan, TÜRKİYE ÇİNGENELERİ, TC Kültür Bak., 2000.
Alper Yağlıdere, KENTSEL MEKÂNLARIN KULLANIMINDA SOSYAL KATEGORİ OLARAK ROMANLAR, 2008.
Ayşegül Devecioğlu, AĞLAYAN DAĞ, SUSAN NEHİR, Metis Yay., 2007.
BALKAN ROMANLARI İSTANBUL BULUŞMASI, İBB, 2013.
Başak E. Akkan vd., ROMANLAR VE SOSOYAL POLİTİKA, SKYGD.
Cemil Akmaca, ÇERİBAŞI RÜSTEM AĞA, Evrensel Bas. Yay., 2015.
Cengiz Büker, ÇİNGENE HALK ANLATILARI, Yaba Yay., 2013.
Colum McCann, ZOLİ / BİR AYKIRI ÇİNGENE., Merkez Kit., 2007.
D.H. Lawrence, BAKİRE İLE ÇİNGENE, Koza Yay., 1976.
Donald Kenrick, ÇİNGENELER / GANJ’DAN THAMES’E, Homer Yay., 2006.
Ebru Uzpeder vd., BİZ BURADAYIZ, EDROM, 2008.
Egemen Yılgür, NİŞANTAŞI TENEKE MAHALLE, İletişim Yay., 2012.
E. Marushiakova – V. Popov, OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA ÇİNGENELER, Homer Yay., 2006.
Emine Şenlikoğlu, ÇİNGENE, Mektup Yay., 1996.
Erdoğan Tokmakçıoğlu, ÇİNGNE PİLİCİ, Ekicigil Yay., 1955.
Erich von Stroheim, PAPRİKA / ÇİNGENE AŞKI, Ekicigil Yay., 1954.
Federico Garcia Lorca, ÇİNGENE ROMANSLARI( Uyurgezer Romans), Çekirdek Yay., 1996
Gonca Girgin, 9/8 ROMAN DANSI, Kollektif Kit., 2015.
Giorgos Mavrommatis, KALKANCI’NIN ÇOCUKLARI, Kitap Yay., 2007.
Hakkı Özkan, KİMBİLİR NE YAKIŞIR HER EVE BİR ÇİNGNE?, Yeni Pan Yay., 1995.
Hasan Aydın, TÜRK VE DÜNYA YAZARLARINDAN ÇİNGENE ÖYKÜLERİ, İnkilap, 2004.
Hasan H. Taylan, İsmail Barış, KOCAELİ ROMANLARI ÜZERİNE SOSYOLOJİK ARAŞTIRMA, 2014.
Hasan Kıyafet, ÇİNGENE ÇOCUĞU, Yeni Dünya, 1975.
Henriette Asseo, ÇİNGENELER BİR AVRUPA YAZGISI, YKY, 2004.
Hermann Berger, ÇİNGENE MİTOLOJİSİ, Ayraç Yay., 2000.
Hilmi Dinçer, BİR ÇİNGENE’NİN ROMANI, Ozan Yay., 2014.
Isabel Fonseca, BENİ AYAKTA GÖMÜN / ÇİNGENELER VE YOLCULUKLARI, Ayrıntı Yay., 2000.
İ. Hakkı Soyyanmaz, EDİRNE’NİN FETİH GÜNLERİ BAYRAMLARI’NIN, ÇİNGENE (Kakavağ) ŞENLİKLERİ’NE DÖNÜŞMESİ, 2003.
İbrahim Sezgin, OSMANLI ROMANLARI, Trakya Üniv., 2015.
İsmail Altınöz, OSMANLI TOPLUMUNDA ÇİNGENELER, TTK Yay., 2013.
Jan Yoors, ÇİNGENELER / OPRE ROMA, Çiviyazıları, 2005.
Kemalettin Tuğcu, ÇİNGENE KIZI, Erdem Yay., 2008.
Ksaviye d. Montepin, ÇİNGANE KIZI, Şirket-i Mürettibiye, 1889.
Ksaviye d. Montepin, GECE KRALİÇESİ, Şirket-i Mürettibiye, 1890.
Levent Ürer, ROMAN OLUP ÇİNGENE KALMAK, Melek Yay., 2012.
Melih Cevdet Anday, RAZİYE, Everest Yay., 2011
Melih Duygulu, TÜRKİYE’DE ÇİNGENE MÜZİĞİ, Pan Yay., 2006.
Metin Kaçan, AĞIR ROMAN, Metis Yay., 1990.
Moris Farhi, GÖKKUŞAĞININ ÇOCUKLARI, İthaki, 2005.
Mustafa Aksu, TÜRKİYE’DE ÇİNGENE OLMAK, Ozan Yay., 2003.
Mustafa Özçelik, TÜTÜNCÜLERİN TARİHİ, TÜSTAV Yay., 2003.
Nazım Alpman, BAŞKA DÜNYANIN İNSANLARI: ÇİNGENELER, Ozan Yay., 1993.
Nazım Alpman, TRAKYA ÇİNGENELERİ, Bileşim Yay., 2004.
Nicole Martinez, ÇİNGENELER, İletişim Yay., 1992.
Osman C. Kaygılı, ÇİNGENELER, Semih Lütfi K., 1938.
Osman C. Kaygılı, GONCA’NIN İNTİHARI, 1925.
Osman C. Kaygılı, ÇİNGENE KAVGASI, 1925.
Özgür Akgül, ROMANİSTANBUL, Punto Yay., 2009.
Patricia Muradi, ROMANİKA / ÇİNGENELER, Pentagram Yay., 2007.
Prosper Merime, KARMEN (Carmen), Asır Mat., 1889.
Sinan Şanlıer, OSMANLI ÇİNGENELERİ, Doğu Kütüphanesi, 2013.
Suat Kolukırık, YERYÜZÜNÜN YABANCILARI ÇİNGENELER, Simurg, 2007.
Suat Kolukırık, DÜNDEN BUGÜNE ÇİNGENELER, Ozan Yay., 2009.
Tahir Alangu, DÜNYADAN VE BİZDEN ÇİNĞENE HİKAYELERİ, Nil Yay., 1972.
Ümit Meriç (vd.), ROMANLAR, Fatih Bld., 2010.
Ümit Yaşar, ÇİGAN GÖZLER, Ü Yay., 1965.
Vidoe Podgorec, ÇİNGENELER ARASINDA, YaBa Yay., 1978.
Yalvaç Ural – İsmail Gülgeç (res.), MÜZİK SATAN ÇOCUKLAR, ABeCe Yay., 1979.
Yeton Neziray, ŞEHİR BÜYÜYOR (Yue Madeleine Yue), Mitos/Boyut Yay., 2012.
Zaharia Stancu, ÇİNGENEM, Bilgi Yay., 1971.
Zerrin Toprak (ed.), İZMİR BÜYÜKKENT BÜTÜNLÜĞÜNDE ROMANLAR, Nobel Yay., 2007.
Zehra Kosova – Zihni Anadol (haz.), BEN İŞÇİYİM / ZEHRA KOSOVA, TÜSTAV Yay., 2011.
1 Mehmed Rauf’un yazdığı bu kritik yazısının baskı tarihi yoktur. Karmen’in, Osmanlı Türkçesiyle, Asır Matbaası tarafından 1898 yılında basıldığı üzerinden hareketle Mehmet Rauf’un yazısını bu tarihten sonra yazmış olduğunu söyleyebiliriz.
2 Prosper Mérimée, Karmen (Avni İnsel çev.), Hilmi Kitabevi 1945.
3 Colum McCann, Zoli, Aykırı Bir Çingene, Merkez Kitaplar, 2008.
4 Zehra Kosova, Ben İşçiyim (Zihni Anadol, haz.) TÜSTAV2011