Hastanenin beş basamak inildikten sonra bir kat yukarı çıkılan merdivenlerinin sonunda, “Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon” yazan kapının ardında elinde tuttuğu ince dokulu, bolero yeşili çarşafı hasta yatağına sermekte olan Figaro’nun kalın sesi, dokunduğu her kıvrımda odaya doluyordu. Fizyoterapist ne kadar çarşaf açıp sererse, gerdek gecesi için yatağını ölçen Figaro da, o denli söylemeye devam ediyordu:

“Cinque… dieci… venti… trenta… ”.

Birazdan gelecek olan orta yaşlı, mızmız, otoriter hasta için yastığın temiz olup olmadığına bakarken, aynı anda içerideki küçük radyodan yükselen neşeli şarkıların usul ve makamlarını bulma oyununa kendini kaptırmıştı. Radyonun yanı başında oturan, üst sokaktaki pastaneden aldığı poğaçayı sallama çay ile yutmaya çalışan arkadaşı ise, önüne açtığı gazetenin renkli resimleri ile oyun havasının kıvraklığı arasında sabah mahmurluğunu atıyordu. Güzel uykulu gözlerini aralayan kız, birazdan gelecek olan yüzü felçli hastanın sigorta onayı için atması gereken imzaları olduğunu hatırlatınca, birden işine verdi kendini. Çarşafların açılan notalarında ince sesli Suzanna’nın sivri dilli karşılıklarla Figaro’ya seslenmesi, yakında olacak düğünlerinin öncesini ve sonrasını anlatıyordu. Müstakbel karısı, efendileri Kont’un çirkin arzusuna Figaro’nun sessiz kalmasını istemiyordu..

Hastaların birçoğu, olabildiğince ayak sürümeyi, şikâyet etmeyi, ikiyüzlü olmayı, sürekli mutsuz görünmeyi olgun insan olmanın marifetlerinden sayıyordu. Mızmız adam ise tedaviye başladığından beri ya yastıkların yüksekliğinden, ya hastane önü kalabalığının gürültüsünden, ya odadaki kabloların arapsaçı gibi dolanmış olmasından, ya ayağındaki ağrıların artmasından, ya park yerindeki kâhyanın laubaliliğinden, ya danışmadaki kızların şapşallıklarından ya radyodaki müziğin arabeskliğinden, ya kızıl ötesi ışık veren kırmızı lambaların ısısının fazlalığından ya da öteki hastaların ulu orta konuşmalarından yakınır dururdu.

Bu sabah da kimseyi selamlamadan içeri giren mızmız adam temiz çarşafına yatar yatmaz ve ortada hiç mevzu yokken, evinde bakıcı olarak çalışan Türkmenistanlı kadının pürüzsüz cilt güzelliğinden söz edince, Kont’un karısı Rosina’nın acılarını ve Kont’un ele avuca sığmayan çapkınlıkları karşısındaki elemini, kadının soprano sesinde duymaya başladı. Mızmız adamın bel bölgesine, süper ultrason başlığı ile altı dakikalık dokunuşlara geçtiğinde Figaro’nun artık Kont’a ağzının payını verecek muzip bir oyun planlaması gerekli diye düşündü. Sabah saat beşte yumuşak bedenli karısının yanına sıralanmış kadife tenli çocuklarını uyandırmadan dar mutfağın yolunu tutup, kalemi ve notaları ile baş başa geçen zamanda primadonnalarına ölümsüz sesleri giyindirdikten sonra, belediye otobüsünün sarımsak kokulu kalabalığına karışmak, ardından kendini Kont müsveddesi yaşlı adamın yatağını hazırlar bulmak, çaresizliğin paraya dönük yüzünü gizleyemiyordu.

Figaro, nişanlısının tatlı dilini öteki seslerin arasından çıkarmak, düşlerindeki zehri akıtıp onu bir süreliğine baygınlığa uğratan aryasını sessizlikten koparmak, bütün seslerin ortasına palas pandıras atmak istiyordu. Bitmek bilmeyen altı dakika boyunca soprano bağırıyor, adamın esmer bel çukuru üzerinde ultrason başlığı gidip geliyordu. Bütün gece şehir cereyanına bağlı olarak kendini şarj eden makinenin yüklediği enerjiyi ses dalgalarına dönüştürüp huysuz Kont’un bel hizasının sağında ve solunda dolaştırmanın getirdiği iyileştirme umudu, giydiği beyaz önlüğün üzerinde sallanan, boynuna yeşil kurdele ile asılı duran kimlik kartı kadardı. Hastanenin kocaman logosunun altında “Wolfgang A. Mozart”, onun altında ‘’Fizyoterapist’’ yazılıydı. Otuz voltluk makine bip sesiyle sürenin dolduğunu haber verince çalışan her şeyi durdurup yatağın etrafını çevreleyen, dönen bir ray üzerinde dolaşan perdeyi açtı, huysuz Kont’u titreyen akımlara bağlama zamanı gelmişti.

Önce beline, uzun kablolara takılmış küçük parçacıkları yerleştirdi, sonra üç büyük kablo ucundan birini kalça üzerine, diğerini sol baldıra, son ucu ise üst bacağa yerleştirip ince titreşim ayarını verdi. “Suzanna, la, la, la…” Hastaları ayıran perdenin dışına doğru çıkarken, “Bana seslenebilirsiniz rahatsız olduğunuzda,” dedi. Orta yaşlı adamın huysuz saplantıları, hemen çapkın Kont’un ağzından çıkacak seslere dönüşüyordu. Kahvaltısını bitiren iş arkadaşını ise sessiz, duygusal, akıllı Rosina’nın yerine koymuş, onun sarı saçları ile tutkuyla giydiği pembe giysilerine gözlerini dikip, kendini onun aryasını tuhaf dudak hareketleriyle mırıldanırken bulmuştu. Müziğin kulağına gizlice söylediklerine ne zaman dikkat kesilse, ağız hareketleri kontrolsüzleşiyor, bazen boğazından anlaşılmaz tuhaf sesler çıkabiliyordu. O zaman etrafındakilerin meraklı bakışlarını, kalın ve kaba gülümsemesiyle kabul ediyordu. Yüzünün sağ tarafını oynatamadığı için ince akım tedavisine gelen talihsiz genç adamın üzerine eğilmiş fizyoterapist kızın, sarı uzun saçlarına Rosina’nın korkak hüznünü bulaştırdığını haber veren iç sesini duydu. Kızın aniden koyverdiği sessiz gözyaşları genç adama şifanın zor geleceğini söylüyordu.

Orta yaşa yakın olmasına rağmen çocuk gibi görünen, kafasının arkası dümdüz, yüzüne bakıldığında farklı olduğu düşünülse de bu farkın ilk anda ne olduğu sezilemeyen, hastanenin engelli kadrosunda çalıştığı söylenen evrak dağıtıcısı içeri girer girmez, Cherubino’nun sözlerine eşlik eden melodi de çalmaya başladı zihninde. Bu sırnaşık halli evrak taşıyıcısı, hastanenin en üstünden en altına kadar duyduklarını da beraberinde taşıyor, gittiği her odada birkaç gizli haberi, hoşlandığı dedikoduları, yılışıklığına katlanabilenlere anlatıyordu. En çok sevdiği bölüm, Konstrüktif Plastik ve Estetik Cerrahi olup, oradaki kızların hepsine olan derin iç ve dış hayranlığını gizlemiyor, her birine ilanıaşk edip, peşlerinden koşturup, her yaptıklarını yakından ve hararetle izliyordu. Evrak taşıyıcısının ergenlik çağında kalmış bedenine rağmen sesinin kalınlığı karşısında birden kararsız kaldı ama Cherubino soprano olacaktı ve kadın elbiseleri giyecekti. Fizyoterapist kızın pembe kıyafetlerinden biri, zamanında randevusuna gelmemiş bir hastanın boş kalmış yatağı üzerinde evrak dağıtıcısına giyindirilince, zihnindeki notalar kâğıda kolayca kaydı.

Mutfak masası üzerine dökülmüş reçelle yapışan kâğıtlara, pilot kalemin ucundan siyah mürekkep ile türlü notalar geliyordu. Sonra karısı kucağında bebeği ile içeri girip para sıkıntısından söz ediyor, saçma sapan kirli-sarı kâğıtlar üzerinde çalışmak yerine, özel tedaviler için evlere gitmesini, böylece kazancının artacağını söylüyordu. Onun gibi iyi bir terapistin sayısız müşterisi olacağından, akşamları ve hafta sonları onların tedavilerini yaparak evini ve çocuklarını rahat ettireceğinden söz ediyordu.

Reçele bulandıktan sonra bir türlü ahşap masanın üzerinden kalkmayan ikinci perdenin son sayfalarını hızla çekip aldığında bir tanesi ortasından delindi. Yazdığı notaları asla tekrar yazmadığından masada kalan parçayı kazıyıp, sayfaya arkadan bantladı. Birinci perde sayfalarına tereyağı sürülmesine rağmen, vişne reçeli ilk kez başına gelmişti.

Çocukların uyanma, ağlama, sızlanma sesleri arasında Figaro’nun Düğünü’nü mutfak çekmecelerinden birine koydu. Çocukları kaldırdı, temizleyip giydirdikten sonra, biraz önce notaların bulunduğu masaya oturttu. Yemek yemelerini izledi. Sonunda, en küçüklerine meme veren annelerinin solgun, mutsuz, rahat hayat isteyen, paraya aç yüzüne baktı. Bütün çocuklarını onun yorgun şefkatine bırakıp hastanenin yolunu tuttu.

O gün hastanenin yatalak bir hastasının evine gidecekti. Hastane önünde, toparladığı irili ufaklı fizik tedavi aletleri ile gelecek aracı beklerken vücudunun titrediğini, ayakların tutmadığını hissettiğinde, Figaro’nun sürekli muzip haline gıpta etti. Kont’un bağlı bahçeli geniş malikânesinde yan gelip yatan, danslı balolar düzenleyen geniş mezhepli Figaro, önce hiç sakınmadığı nişanlısı Suzanne’yi artık tepeden tırnağa sırılsıklam bir âşık olarak Kont’dan kıskanmaya başlamıştı. Kuzeyden gelen serin suların ve rüzgârların ayazında elinde lambalar, aküler, başlıklar, kablolar, uçlar olduğu halde kendini büyük şehrin dar sokağındaki pasaklı evinin yumak yumak yatağına atacağı anı özledi. Babasının doğru dürüst mesleği olsun zoruyla girdiği meslek okulunu bitirince, devlet hastanelerinde çalışmak istemişse de sınavlar, torpiller, kayırmalar, usullü usulsüzlükler önünü tıkamış, önce özel doktor muayenehanesinde, sonra özel hastanede iş bulmuştu. Yemek masasında bestelediği onca sonat, konçerto, senfoni, opera elinden alınıp oradaki buradaki orkestralarda çalınmış olmasına rağmen avucuna tek kuruş dahi konmamıştı. Figaro, Kont Almamira’yı hizaya getirmeyi kafasına koymuştu.

Düğün bahçesinin müziğini hatırladı. Suzanna’yı, büyük boy aynasının geniş kanatlarında gözünün önüne bütün güzelliği ile getirdiğinde; dizleri romatizmalı, bozuk aksanlı, uzun donlu, birbirlerine hemşire diye hitap eden kadınlar ile yalnız bıraktığı pembe elbiseli arkadaşını hatırladı. Onu tek başına ve sıkışık halde bıraktığı için huzursuz oldu.  Hastanenin önünde evrak taşıyıcısı çocuğu, sırlı aynanın önünde o gün giydiği pembe kıyafetler ile görünce Cherebino’nun kadın kıyafetindeki mizahi müziğini bulmuş, soğuğa, ayaza, denize, martılara rağmen içindekini mırıldanmaya başlamıştı. Ne park yerinin mahşeri kargaşalığı, ne minibüs kâhyasının çığırtkanlığı, ne ana yoldan geçen kamyon motorlarının sesi, ne hasta yakınlarının hüzünlü hallerinin sarılığı, hiçbiri, diline dolanan aryayı bozamamıştı.

Kafasında arkadaşının sevimli güzel gözleri ile Suzanna’nın hınzır bakışı birbirine karışmıştı. Akşam yazacağı üçüncü perdenin entrikalarında ‘la minör’den ‘fa majör’e geçmenin yollarını araştırırken, evrak taşıyıcısı çocuğu karşı kaldırımda otopark bekçisine bağırırken işitti. Dakikalarca acil kapısı ile ana giriş kapısı önünde teçhizatlı olarak beklemesine rağmen, ne gelen ne de giden vardı. Onu alacak hastane arabası hâlâ gelmemişti. Hava çok soğumuştu. Üçüncü bölümde olaylar iyice birbirinin içine giriyordu. Kim aldatan, kim aldanan, kim kurnaz, kim safdil, oyun içinde oyunla anlaşılmaz kılınıyordu. Zengin, itibarlı ve çapkın asilzade Kont’un gerçek yüzünün malikâne halkı tarafından su yüzüne çıkarılması sahnesi,  bir aşağı bir yukarı gezinip duruyordu zihninde. Uzaktan gelen bağrışmaları, ruhunda büyüyen ezgiler duymuyordu. Keman yükseliyor, viyola onu izliyor, iki soprano Suzanna ve Rosina, gırtlaklarından gelen sesi boşluğa salıveriyordu.

Evrak dağıtıcısı ile park kâhyasının kavgaları, yumruklaşmaya varmıştı. Çok soğuktu. Arabanın gelmesini bekliyordu. Yumruklar, kafalar atılıyordu. Kaçmak için koşmaya başlayan Cherubino, gelip Mozart’a çarpınca birlikte yere düştüler. Beklenen araba bir anda hiç hızını kesmeden üstlerine geldi, onları önüne katıp acil kapısından içeri girdi.

Lalala… lalala… lalala… Laaaaaaaaa… la…

Coronella