“Ama ben, tahmin edeceğiniz gibi, burada anlattıklarımdan çok daha fazlasını görmekteyimdir.”
Bir Cuma sabahı güneş yeni doğmuş, caddeler kalabalıklaşmaya başlamış, esnaf dükkânını açmış, kimi üretiyor kimi de müşteri bekliyordu.
Eskiden, civar köy ve kasabalardan gelenlerin kaldığı, taş zeminli bir avlu etrafında sıralanmış odalardan oluşan; şimdilerde ise demirci esnafının toplanmış olmasından dolayı “Demirciler Hanı” diye anılan hanın açık duran iki kanatlı devasa ahşap kapısından içeri giren adam etrafına bakınırken, kılık kıyafeti ve elindeki çekiçten çırak olduğu anlaşılan çocuk; “Kimi aradın amca?” diye sordu. Adam:
– Demirci Hasan’ı.
Çocuk dükkânlara doğru dönerek;
-Usta! Bu amca Hasan Abi’yi soruyor.
Dükkânlardan birinin basık küçük kapısından başını eğerek çıkan usta:
-Buyur beyim, kimi aramıştınız?
“Demirci Hasan Usta’yı,” dedi ve devam etti; “Pencere demiri ısmarlamıştım da, bugün gelip takacaktı.”
-Hasan Usta genellikle saat on ile on bir arası gelir, öğleden sonra da en geç saat dörtte gider.
Adamın, bulamamanın üzüntüsüyle canı sıkıldı, yüzü asıldı, başını öne eğdi,hanın kapısına doğru yürürken usta arkasından seslendi:
-Söz verdiyse bitirmiştir, sen öğleye doğru bir daha uğra.
Adam giderken,dükkân kapısından içeri geri dönen ustanın aklına Hasan’a takılmaları geldi ve gülümsedi. Yumuşak dilli arkadaşının bir gün bile ona karşılık vermediğini düşünerek işini yapmaya koyuldu.
Esmer, orta boylu ve zayıf yapılı, yakışıklı olan Hasan’ın çalışkan, dürüst olmasının yanı sıra,güler yüzlü olgun duruşu dikkat çeker, temiz kalbi, iyi niyetli saf kişiliğini ortaya çıkarırdı.
Küçük yaşta babasını kaybeden Hasan’ı annesi; düğünlerde, davetlerde aşçılık yaparak, kalan zamanlarında da gergef işleyerek büyütmüştü. Hasan da delikanlı oluncaya kadar çırak olarak çalıştığı baba mesleği demirciliğe devam etmekteydi.
Mahallede sessiz, terbiyeli ve saygılı olduğu için sevilen Hasan’ı, şehrin zenginlerinden bir toprak ağası küçük kızı Şefika ile evlendirmiş, bu durum büyük yankı uyandırmıştı. Arkadaşları ve dükkân komşuları, “Ne şanslı adammışsın, annen seni kadir gecesi doğurmuş.” gibi sözlerle takılıyor, “Çalışmana bile gerek yok” diyorlardı.
Evlendikten sonra da Hasan, sabah ezanıyla uyanır, bahçedeki tüm meyve ağaçlarıyla tek tek ilgilenir,yaz kış sebze yetiştirirdi.
Kayınpederinin verdiği koca bahçeyi bellemek, ekmek, dikmek, gübrelemek, çapalamak, kuyudan motorla su çekip büyük havuzu doldurmak ve bahçeyi sulamak yalnızca Hasan’ın işiydi.
Hasan’ın yetiştirdiklerini karısı Şefika çok beğeniyor; “Bunları Hasan’ım yetiştirdi,” diye hısımnakraba ve konu komşuya tabak tabak, sepet sepet dağıtıyor,davetler veriyordu. Hasan hiçbir şeyi eksik etmiyor her yere ve her şeye yetişiyordu.
Öyle ki, Şefika kuyunun ve şehir şebekesinin suyunu beğenmiyor, yıllar önce henüz şehir şebekesi tamamlanmadan, halkın faydalanması için yapılmış olan ancak evlerinden iki kilometre uzaktaki çeşmenin kaynak suyunu beğeniyordu. Hasan her akşam, bisikletinin arkasındaki sepetliğe yerleştirdiği heybenin iki tarafına sarkan iki gözüne de birer testi koyarak çeşmeden su getiriyordu. Şefika’nın davet verdiği günler ise en az iki kez su taşıması gerekiyordu. Misafirlerine su ikram ederken; “Sağ olsun, Hasan’ım beni hiç susuz bırakmaz,” diye de övünüyordu Şefika.
Harman zamanı geldiğinde elinde orak, ekin biçmeye kayınpederine yardıma gidiyor, yığın yapıyor, düven sürüyor, harman savuruyor, noda yapıyordu Hasan. At arabasıyla değirmene buğday götürüp, öğütülen unu yine arabayla evlere getiriyordu.
Evlendikten sonra Hasan Usta çok sevdiği mesleği ile yeteri kadar ilgilenemiyordu. Oysa mesleğinde çok başarılı olmuş ve hatırı sayılır bir isim yapmıştı.
Şimdi ise ancak fırsat bulunca dükkâna gidiyor, zevkle yaptığı baba mesleğini sürdürmeye çalışıyordu. Bu koşuşturması içinde, iyice zayıfladı, cılız yüzüne, ellerine çizgiler oturdu.
Son zamanlarda aşırı yorgunluğu dudaklarındaki morarma göze çarpmaya başladı. Omuzları iyiden iyiye düşmüş eski halinden eser kalmamıştı.
Vakit ilerlemiş saat on bire geliyordu, mahalle camiinin hoparlöründen yükselen sela sesi cuma namazı için olamazdı. Cuma vaktine de çok vardı. Bu vakitte okunan sela neydi şimdi? Acaba bir cenaze mi vardı?
Evlerde ise kapılar, pencereler aralandı,pencerelerden başörtüsünü düzeltmeye çalışan kadınlar, kapılardan başlarını uzatan adamlar, birbirlerine telaşla sormaya başladılar.
-Mahalleden bir cenaze mi var?
-Evet! Cenaze selası.
-Hayırdır inşallah! Kim öldü acaba?
-Bizim mahalleden olmalı ki bu camiden okundu.
-İnşallah genç birisi değildir?
-Hiç hasta haberi filanda duymamıştık, kim ola ki?
O sırada cami tarafından gelen bir mahalleliye merakla sordular:
-Kimmiş ölen, öğrendin mi?
Bir diğeri:
-Kimmiş, kim?
“Şefika’nın Hasan.”
Güner F. Başaytaç