İşte sürprizini yapmıştı. Korona salgını başladığından beri neredeyse bir aydır görüşemiyorlardı. Kapıda muzip gülümseyen genç, annesine onu içeri alıp almayacağını sordu önce. İçeri girmeden aklına geldi, ayakkabılarını dışarıda bıraktı. Ellerini sabunla yirmi saniye kuralına uyarak yıkadı. Üstündekileri balkona astı. Ardından duşa girdi, tüm bedenini, saçlarını sabunla, şampuanla bir güzel ovuşturdu. Geri döndüğünde annesinin baktığı bilgisayar ekranına takıldı gözü. Yeni doğan bir bebeğin dünyaya geliş anı akıyordu videoda. Çevresinde sevdikleri toplanmışlar; anne, baba… Fikret Kızılok’tan “Ama babacığım” çalıyor. Annesini inceledi. Dalıp gitmişti, çok yorgun görünüyordu. Sitem etti ona videoyu seyrettiği için, birkaç saate dönecekti öğrenci evine. Balkona çıktılar. Aralarına mesafe koyarak oturdular. Sarılamamaktan dem vurdu, onu çok özlediğinden. Artık üniversite öğrencisiydi, okuduğu kitaplardan söz etti, izlediği filmlerden, konserlerden. Sözü döndü dolaştı, bir yerlerde tıkandı. Videodaki bebek geldi gözünün önüne. Yumuk yumuk yüzü, annesinin ona bakışı.
“ Yorgunsun değil mi güzelim, olsun be anne bu da geçecek! Bak aklıma ne geldi! Hani ben küçükken bir sen bir de ben masal anlatırdık ya birbirimize, şimdi sıra bende olsun. Evet sayın dinleyenler, sessizlik lütfen! Uçurtmalı masalımızı anlatmaya başlıyorum. Bir hafta boyunca uçurtma çıtası aramıştık. Onları bulduğumuz marangozdan koşar adım eve dönüşümüzü hatırlıyor musun? Yemek masasının her yerine yaymıştık malzemeleri. Sen çıtaları taktıktan sonra ben de üstünü kaplamıştım. En eğlenceli kısmı kuyruğuydu. İpini de geçirdikten sonra heyecandan sabaha kadar uyuyamamıştım. Caddebostan sahili o gün ne kadar kalabalıktı. Sanki İstanbul’da yaşayan herkes uçurtma şenliğine gelmişti. İlk denememiz çok heyecanlıydı. Şu çıktığın tümseği hatırlıyor musun? Rüzgâr püfür püfür, uçurtmamız harika, içimizde umut, ama ne oldu uçurtma yukarı çıkacağına yere çakıldı. Bir, iki, üç kaç kez denedik, olmadı olmadı. Sen uçurtmayı kaldırıyorsun, ben gergin ipinden asılıp başlıyorum koşmaya. Bir defasında sen koşmayı denedin, tökezleyip ne kötü düşmüştün. Dizlerinin birkaç güne kalmaz kabuk bağlayacağını, orada çocukluğunu bulacağını falan söylemiştin. O sırada havalanan diğer uçurtmalara kıl oluyorum tabii, sana da belli etmiyorum ama. Çok yorulmuştuk çok. Yüzün ne zaman güneşi görse kızarır ya, artık kıpkırmızı olmuştu. Sonra ben ağlamaya başladım. On yaşındaki bir çocuk nasıl ağlarsa öyleydi başta. Sen ikide birde uçurtmanın güzelliğinden, onu uçurma çabamızın kıymetinden, ümidimizden bahsediyor, klasik anne laflarıyla beni sakinleştirmeye çalışıyordun. Çimlerin üzerine çöktük, daha da çok ağlamak geliyordu içimden artık. Sen de bana sarılıp ağlamaya başladın. Hıçkırıkların benimkine karıştı. “Ağırlık merkezini yanlış hesaplamışım,” diyordun sürekli, “özür dilerim oğlum.” Ne kadar öyle kaldık orada hatırlamıyorum. Sakinleştiğimizde ayrılıp birbirimize baktık. Senin burnundan akan sümük çeneni dolaşıp neredeyse boynuna ulaşıyordu. Ani bir hareketle burnunu koluna sildin. Sümüğünün izi kolunu örten gömleğinin üstünde yol olmuştu. Önce ikimiz de donakaldık. Yine birbirimize baktık. Ardından gülmeye başladık. Kahkahalarla. Bizimkinin adını oracıkta Uçmayan Uçurtmanın Sümüğü koyduk. Ağladığımızdan daha çok güldük. Binbir marifeti olan uçurtmacılar da bizim bu hâlimize şaşırarak baktılar.”
“Haydi annem görüşürüz, kendine iyi bak. Bu masal, koronayı moronayı yener, sakın unutma!”
Kendine Korona