Bütün zamanları bir uçtan bir uca yürüdüm. O kayıp anın peşinde koşmaktan hırpalanan topuklarımın ağırısıyla, kesmeyi unuttuğum uzamış tırnaklarımın ayakkabı içinde sürtüne sürtüne kestiği parmaklarımın ince sızısıyla ansızın duruyorum. Adına kaldırım dedikleri şey tek sıra parke taşıyla döşenmiş. Geriye adım atsam yola, arabaların önüne düşerim. Kaldırımın bittiği yerden başlayan binayla, binanın bittiği yerden başlayan kaldırım arasındaki yer kapma savaşının mazisini düşünürken, avuç içimle kırmızı demir kapıya dayanıyorum. Birden geriye doğru çekilmesiyle ne olduğunu anlamadan parmaklıklarında asılı kalmamla, şaşkın şaşkın içeriye bakınmam bir oluyor. Duvara çarpmamızla birlikte, konserve kutusu büyüklüğünde girişe devrilmem çok da şaşılası değil. Toparlanıp, üzerimi silkelerken cam kapıya yapıştırılmış kağıt gözüme ilişiyor.
“Hamam Açılış: ………. Kapanış: ……….., Bayanlar Günü..………. (Bayan değil arkadaş Kadın).” yazıyor. Okumam bittiğinde içerde, kapının diğer tarafında bir adam. Siyah takım elbisesi içine beyaz gömlek giymiş. Öyle kelli felli, göbekli, kıllı vs değil, pirüpak. Gülümsüyor. Kapıyı açıyor sonuna kadar. Ah o lavanta kokusu, burnumun direğini sızlatırcasına, bir şeyler anlatırcasına, genzimi yakarcasına geçiyor soluğumdan. Koku, boynuma zincirini dolamış gardiyan, o önde ben arkada üç beş basamak iniyoruz. Adam kapıyı kapatıyor, ardından kucağıma iki havlu, iki peştamal uzatıyor. Alıyorum hepsini şuursuz. Ah bu lavanta kokusu! Vahşi bulduğum, hiç sevmediğim, en doğru ifadeyle çok korktuğum bu sessizlikte tek hissetmek istediğim şey. Donup kalmanın sefilliğinde, ne idüğü belirsiz bir adamla, belirsizliğin boşluğunda gözlerim asılı kalıyor. Ürperiyorum. Sıcaktan soğuğa çıkmışçasına ya da etkileyici bir korku filminin en can alıcı sahnesini izlercesine. Acizce susuyor, donuk gözlerle boş boş bakıyorum. Belleğimi yokluyorum; sesler, kelimeler, kişiler, olaylar, mekânlar, zamanlar yok olmuş, hiç ana rahmine düşmemişim, hiç doğmamışım, başlangıçlar, sonlar hiç yaşamamışım, düşünmemiş, hissetmemişim, şehrin batı yakasına hiç gitmemişim hatta hiç arayışta bulunmamışım.
Takım elbiseli adam, reverans edercesine eğilip ayaklarımın önüne takunyaları bırakırken bir yandan da solumda duran ahşap kapıları işaret ediyor. Görüyorum ama belli belirsiz, beti benzi soluk bir görüş bu. Kolumdan nazikçe kavrayışını hissedemeyişimden, bedenimin sadece et dolu ve gittikçe ağırlaşan bir çuval oluşundan, yarı uykulu halimden şükürsüzlük akıyor. Adamın yardımıyla hareket ederken, yerde, mermerin üzerinde önüm sıra yürüyen çıplak ayak izleri görüyorum. Fısıltılarının çığlıklarını duyuyorum, fena halde başım dönüyor. Soyunma odasına girdiğim o an, elimdekileri sandalyeye, kendimi ahşap sedire bırakacak kadar olan son gücümü kullanıyorum. Kapı önüne bırakılan takunyalarda kitleniyor gözlerim. Geride bıraktığım her ne varsa, kim varsa artık yoklar. Silik bir belleğin içinde hapis kalmış bir benle, takım elbiseli adam var. Neye uğradığımı bilmiyorum. Ceketimi sıyırdım omuzlarımdan bilinçsizce, bir elim gömleğimin düğmelerine uzanıyor. Düğmelerin sonlandığı yerde kemer ve pantolon fermuarıyla devam ediyor ellerim. Bu kısa hareketler bile başımın dönmesine yetiyor da artıyor. Pantolonumu sıyırırken, birlikte çıkan külodumu oracıkta bırakıyorum. Peştamalın birini belime, diğerini omzuma atıyorum. Yüzlerce ip takılı bedenimin kontrolünü sağlayan birileri var sanki içerde. Ayakkabılarımı çıkarıyorum, çoraplar iyice yapışmış kanayan yerlerime. Yavaşça çekiyorum, etimden ayırıyorum çoraplarımı. Üstleri kıllı parmaklarım ileri geri esniyor kendiliğinden. Yine o birileri ayağa kaldırıyor beni, takunyalara yürütüyor. Dışarı çıkıyorum, takım elbiseli adam benim gibi soyunmuş, beline peştamal bağlamış. Tüyü yeni bitmiş ergenden biraz daha hallice bedeni ve yine eksik olmayan gülüşüyle garip bir teslimiyet sağlıyor üzerimde. Ortada duran geniş ahşap direğin önünde yekpare mermerden yapılmış şadırvanı görüyorum. O ahşap direk tavana kadar çıkıyor olmalı ama başımı kaldırıp da bakamıyorum. Duvarların kenarında dolaşan sedir, kulaktan kulağa oynayacak çocukları bekler gibi.
Kurnalığa girdiğimizde boş sekiz kurnadan en baş köşede olana geçiyoruz, Tellak oraya yöneltiyor beni. Kalan yedisi boş halbuki. Sıcak suyu açmasıyla içerisi daha da buharlaşıyor, gözeneklerim beden çeşmesi olmuş, bir kurna dolduracakmış gibi ter akıtıyor. Tüm kurnaların musluğu açılmış, sekizinden birden su akıyor. Kurnamın dolmasıyla birlikte Tellak suyu kapatınca, diğer tüm muslukların sesi de kesiliyor. Bakır tasla kafamdan aşağıya suyu döktüğünde sıcak mıydı soğuk muydu bilemedim. Kurnamda su bitince Tellak beni diğerlerine taşıyor, yedisini birden gezdiriyor. Hamama giren kurna beğenmez ya o hesap işte. Kolumdan tutan Tellak’la sıcaklığa, göbektaşına doğru yürüyoruz.. Peştemala birkaç tas su döktükten sonra silkeleyip göbektaşına seriyor. Güç bela sırt üstü uzanıyorum göbek taşına, kollarımı ve bacaklarımı iki yana iyice açan güçle, beş köşeli yıldız şeklini alıyorum. Bacaklarımı, kollarımı birleştirmek istedim, ne mümkün. Öyle bir kuvvet vücuduma hasıl olmuş ki çırpınamaz haldeyim. Kese omuzlarımdan göğsüme inerken, kapalı olan kulaklarım duymaya, bulanık gören gözlerim görmeye, tenim kesenin hareketlerini hissetmeye, dilim dudaklarımın üzerindeki ter damlalarının tuzunu almaya başlıyor. Göbek taşına gerilmiş vaziyetteyken çarmıha gerilmiş İsa geliyor, hamam kubbesine. O kubbede, ben taşın üzerinde. Tellak’a ses etmek istedim, edemedim dilim hâlâ lâl. Biraz kaldırıyorum başımı, Tellak keseyi sürttükçe bedenimden dökülen deri parçaları, hamam böceklerine dönüşerek kaçışıyorlar benden. Çocukken babaannem anlatırdı hamamda yıkanarak şekil değiştirenlerin masallarını. “Gaç çirkin oğlan hamama giderek, sihirli hamam suyu ile yıkanıp, pek yağışıklı bir genç olmuştur biliyon mu? Senin gafandaki yara da yıkandıkça geçecek a oğul.” diye diye yıkardı beni. Mermerin üzeri kıpır kıpır, çip çirkin hamam böcekleriyle doluyor. Üst üste üzerime dökülen su zerreleriyle dağılıyorlar. Ölü zaman gezginleriyle boğuşuyor gibiyim. Çok su şırıltısı geliyor kulaklarıma, öyle ki kulaklarım acıyor. Tellak lif alıyor eline, bir de sabun. Sürte sürte bir köpük çıkarıyor, kucak dolusu. Önce köpükleri serpiyor üzerime, sonra ovalıya ovalıya lifliyor her bir yerimi. Bu sefer de köpükten göremiyorum etrafımı. Kör kuyularda dünyanın renkleri değişiyor. Su seslerinin iyice artmasıyla, üzerime arka arkaya dökülen sularla bir kuş oldum sanki. Oh dememe kalmadan ağzım burnum suyla doluyor, bir havuzun dibine zincirlenmiş gibiyim nefessiz. Debelendim, debelendim yok olmuyor, çıkamıyorum. Uçsuz bucaksız suyun ortasında belirsizliğe itelenmiş, ‘Nuh Tufanı’nın mahvedici cehenneminde gibi boğularak can vermeyi hiç düşünmemiştim. Ana rahminde suyla dokuz ay yaşayan insanoğlu, doğduktan sonra suyun içinde doksan saniye kalamıyor işte. Suyla başlayan küçük âlemim, büyük âlemin suyuyla yok olacakmış gibi kötü bir his var içimde. Beyaz saç tellerimin çırpınışlarına ağzımdan çıkıp, siyah bıyıklarımda patlayan baloncuklar eşlik ederken gözlerim son kez kapanıyor. Sisler, zehirli şehirler, yoksunluk sembolü dağlar, diken diken yüzler gözümün önüne gelmiyor artık. Çaresizlikler içinde aradığım umut buydu belki de. Son nefesimle canhıraş attığım nidanın aksisedası suyu büsbütün korkutmuş olsa gerek. Bedenimi doğrulttuğumda hâlâ göbek taşında uzandığımı fark ediyorum. Yerimden fırlamak istedim, Tellak bozulmamış gülümsemesiyle omuzumdan tutarak sakinleştirmeye çalışıyor. Yaprak yaprak titreyen bedenim durulanmış ve serbest bırakılmıştı. Gölgesizler tarafından kovalanırken, bin hüzünlü hazdan kaçarken hırpaladığım yerlerimle bambaşka bir varoluştayım. Hep söylediğim gibi bir düş desem tüm bunlar değil, gerçek desem değil.
Göbek taşından inerken, Tellak son suyu kafamdan aşağıya dökerken ilk kez mırıldanıyor.
-Sıhhatler olsun…
Özlem Budak
Sayın Özlem Budak
Öykünüzü zevkle okudum. Yüreğinize, kaleminize sağlık.
Bendeniz, özellikle böylesi, kısa ve rafine öyküleri, yavaş yavaş okur, bu yolla da zihnimde çağrışımların oluşmasına adeta fırsat vermiş olurum. Bu öykünüzü de
aynı düstur ile okudum. Üstelik İki kez.
Şimdi, sizin bu öykünüzün satır aralarından bana ipucunu uzattığınız son çağrışımımı aktarayım dedim.
Şöyle:
“Şimdi, desem ki,
Bu söylediğim… Düş değil,
Hayır, gerçek desem, o da değil.
İlham perileriniz hep yanınızda olsun. Dilerim.
Uğur G.
BeğenLiked by 1 kişi
Bu naif ve özenli yorumunuza cok teşekkür ederim 🙏🏾
BeğenBeğen
Kalemine sağlık …Merak… sabırsızlık … keyif üçü bir aradaydı okurken 🤗
BeğenLiked by 1 kişi