Hayatında bazı şeylerden şikâyet ederken bir de bakarsın, gün gelir şikâyet ettiklerini arar hale gelivermişsin.

Dört ay öncesinde, Çin’de öldürücü virüsün yayılmaya başladığını duyduğunda bu salgının ülkene gelebileceğini sen tahmin edemezsin belki ama yöneticiler öngörebilir diye düşünürsün.

Yaklaşık iki ay önce Türkiye’de de vakalar görülmeye başladığında aylardır salgını yaşayan ülkelerin haberleri canlanır hafızanda. En ağır şekilde yaşayan İtalya’daki hastanelerde; hastaların kendi çektikleri videolar, koridorlarda yerde yatan, bakılmayı bekleyen insan manzaraları, gözünün önünden gitmez bir türlü. Hastanelerin yetersizlik sonucu, doktorların hasta seçmek zorunda kalmaları çıkmaz hafızandan. Bizim ülkemiz de bu hale gelirse endişesi yaşarsın ve herkesin işi ciddiye almasını istersin. Kendi payına yapman gerekeni yapıp evinde kalırsın. Kaç gün, kaç hafta olacağını bilmeden.

İlk günlerde yetkili kişiler tarafından; iki, üç hafta evlerde kalalım uyarısı yapılınca, önce zor gibi gelir ama birkaç günde, “sayılı günler ne yapalım elbet geçecek” diye kabullenmek zorundayım dersin. Hem kendini hem aileni korumak için. Ülkenden hastane görüntüleri olmasa da diğer ülke hastanelerine benzer şeyler yaşandığını tahmin edip sağlık çalışanlarına da destek amaçlı evde kalmaya devam edersin. Yedi yirmi dört, korona belirtileri, tedbirleri kulaklarında çınlar. Sağlık Bakanı’nın “Herkes kendini virüs taşıyor gibi düşünüp karşısındakini korumak için davransın,” diyen sözlerinden, boğazında ufak batma olsa, öksürüğünün alerjik olduğunu bilsen de acaba ben de mi koronaya yakalandım diye kendini dinleyip, on dört gün tedirgin olursun. Bu süreçte yakınlarımın herhangi bir rahatsızlığı olmasın da hastanelere gitmeyelim düşüncesi hâkim olmaya başlar sende. Bir de tüm sağlıkçılara dua edersin.

Günlerce, elinden telefon düşmez, sosyal medyadan ve gruplarından gelen her paylaşımı okumaktan kafan ambale olur. Aslında epeydir yapmak isteyip zaman bulamadığın pek çok şey vardır ama şimdi de yapma isteğin yoktur. Belirsizlikte yaşarken geceden, yarın şu işimi yapsam demek bile gelmez içinden, kendini akışa bırakırsın.  Mutfak ve salon arasında mekik dokumaktan başka işin olmaz. Kitap okursun, film izlersin,  Popüler Netflix dizileri, evde Lassie ile yürüyüş videoları olmuştur tüm hayatı sen ve senin gibilerin.  Tekdüzelik sana göre değildir ama sıkılsan da şikâyet etme lüksüm yok deyip oturursun evinde. Hastane ortamlarını düşünüp haline şükredersin. Her gece, Sağlık Bakanı geç saatlerde bilgilendirme konuşması yaparken, kimi zaman uykulu halde merak ve üzüntüyle izlersin. Vaka sayısı, vefat sayısı ve diğer rakamlar açıklandıkça kendinin o sayıların içindeki kişiler yerine koymadan edemezsin. Gecelerin, eski gecelerin gibi değildir artık, başını yastığa koyduğunda hemen uyuyan seni, gecenin sessizliğinde kötü düşünceler uyutmamak için yarış ederler, uyumak zulüm olur, sabahı zor edersin.  Uykusuz böyle bir gece, yatakta dön dön nereye kadar deyip kalkar televizyonu açarsın. Film mi seyretsem, dizi mi müzik mi derken yine korona haberlerine takılır kalırsın.  Ekranda Tüm Uyku Tıbbı ve Araştırmaları Derneği (TUTDER) Genel Başkanı Doç. Dr. Vural Fidan, COVID-19 salgınının insanların hem genel sağlıklarında hem de gündelik yaşamlarından ciddi değişiklikler ortaya çıkardığını dile getirmektedir. “Bu kaygı da insanın yaşam düzenini bozuyor. Düzenin bozulmasından uyku da olumsuz etkileniyor,” der.  Senin gibi uyuyamayan bir çok insan olması, aynı gemide olmak belki problemini çözmez ama en azından sakinleştirir seni biraz.  Uyku düzeninin tekrar sağlıklı hale gelebilmesi için uykudan hemen önce evde yarım saatlik egzersiz yapılmalı. Böylece endorfin hormonu aktive edilecektir der Vural bey, gece gece de olur mu der ama egzersiz videosunu da açıverirsin. Karşı komsunun da ışıkları yanmaktadır, o da mı egzersiz yapıyor diye düşünmeden edemezsin.

Sağlık Bakanı daha erken açıklamaya başlar rakamları bu sefer de tam yemek saatine denk gelir, yediğin yemek boğazına dizilir, yemeği kendine çok görürsün.

Haftalarca koronayla kalkıp koranayla yatarsın, Hangi televizyon kanalını açsan hep aynı konu, için dışın korana olur. İki üç haftalar bitmez bir türlü, neredeyse televizyona çıkan her sağlıkçının ağzından “Önümüzdeki iki, üç hafta çok önemli,” sözlerini duyarsın. En yetkili ağızlardan ise sadece, ellerimizi yirmi saniye yıkayalım, sosyal mesafeye dikkat edelim, maske takalım, tedbirli olalım, anonsları yapılır her gün. Bir de “Herkes kendi ‘ohal’ini oluştursun” diye tavsiyelerini bildirirler. Devlet baba öyle karar vermiştir, elden bir şey gelmez. Sosyal mesafe uzaklığında bile bazı kişiler bir buçuk metre derken kimileri de iki metre der, kime inanacağını bilemezsin. Çevrendeki hastaları, kayıpları duyunca madem bu kadar basit önlemlerle hayat kurtuluyorsa ölümler niye oluyor diye çelişki yaşarsın. Kendini paranoyak gibi hissedersin. Montaigne’in Denemeler kitabında bahsettiği Horatius’un “Kukla gibi iplerimiz çekilip oynuyoruz” sözünü hatırlarsın,  şimdilerde biz de öyle miyiz diye geçer aklından. Kimi hastaları tecrit şeklinde ambulansa koyup götürdükleri görüntüler varken kimisini de teşhis konsa bile git evinde on dört gün kendini izole et demeleri kafanı kurcalar, hangisi doğru dersin. Yani evinde geçirebilecek durumu varsa tecrit durumda taşınması abartı mı? diye sormadan edemezsin. Kafana niye bu kadar şey takarsın onu da anlamazsın ya bir yandan. Montaigne’in kitabında okuduğun, İspanyolların sözünü tekrarlarsın kendine “Tanrı beni kendimden korusun!”

Küresel salgının yaşandığı bazı ülkeler, istatiksel hesaplamalarla bir ay sonra kaç kişinin hastalanıp, kaç kişinin hayatını kaybedeceği varsayımlarını konuşurlarken, İngiltere Başbakanı; başlarda tedbir almadan sürü bağışıklığı olsun kararını açıklar, kısa zamanda bu kararından vazgeçer, akabinde onda da bu hastalık çıkar. Brezilya Devlet Başkanı da benzer şekilde, salgını küçümseyerek ülkesinin Sağlık Bakanını, durumu gereksiz  abarttığı gerekçesi ile fikir ayrılığından görevinden alır.

Dünyada dört milyardan fazla insanın karantinada ve evlerinde olduğu söylenir. Ülken de salgın başlayalı iki ay olsa da sadece büyük şehirlerde parça parça sokağa çıkma yasağı uygulanır. Hatta o şehirlere tedbir amaçlı giriş çıkışlar süreli olarak kapatılır. Keşke ilk günlerde, tüm ülkemizde mecburi karantina uygulansaydı diye hayıflanırsın. Yasak olduğu halde izinsiz dışarı çıkanlara üç bin yüz elli TL. ceza keserler, ceza olsun ama bu kadarı da ne? diye şaşarsın.

Araba gürültülerinin olmadığı yasak günlerde sessizliğin sesinin içine karışan kuş cıvıltılarını dinlemenin huzurunu yaşarsın. Balkonundaki mis gibi çiçek kokularını çekersin içine. “Şimdi deniz kenarında olmak vardı,” diye iç geçirsen de sabırla evinde kalmaya katlanırsın, zaten en başından beri evindesindir. Okulların tümü ilk günlerden beri kapalıdır, kısa zamanda herkes kendi evinde internet üzerinden eğitimini almaya başlar. İş toplantıları da internet üzerinden zoom ya da başka programlar aracılığı ile yapılmaya başlar. Markete gitmeye çekinirsin, sebze meyveni dahi internetten istersin, siparişin gelince ayrı eziyet, her şeyi tek tek yıkaman gerekir, ellerin çatlar.

Hayattaki her şeyin geçici olduğunu bilirsin de bu durum bambaşkadır işte. Yeni bir dönem başlıyor, dünya eskisi gibi olmayacak söylentileri olsa da sen bunların geçici olacağını düşünürsün. Elbette hiçbir şeyin bir önceki gün, saat hatta dakika gibi olmayacağını farkındasındır ama bu uzaklaşma, bireyselleşme hiç sana göre değildir. İnsan insana lazımdır senin için. Artık insanlar yan yana gelemezler, en yakınından bile çekinir hale gelirsin. Çevrenle telefon aracılığı ile özlemini gidermeye çalışırsın.

Belirsizliğin içinde, biteceği tarihi merak edersin de kesin tarihi kimse veremez maalesef, beklemekten başka çaren yoktur. Kimileri tedbirlere sıkı devam ederek Mayıs ayındaki Ramazan bayramında salgının azalabileceğini söylerken kimleri Eylül ayına uzayabilir der. Ancak uzun süre belki bir yıl tedbirli yaşamak gerektiğini, toplu görüşmelerin sosyal mesafe denen şekilde olacağını duymak seni huzursuz eder. Bir yandan haftalardır yirmi yaş altı ve altmış beş yaş üstü kişilerin onları korumak amaçlı evlerinde kısıtlı  olmaları da kurcalar kafanı. Empati yaptığında yaşadıklarının çok zor olabileceğini düşünmeden edemezsin. Hapishanedeki insanlar gelir aklına. Temcit pilavı gibi tedbirleri sıralayıp, önceleri maskeye gerek yok diyen kişiler şimdilerde maskesiz çıkmayın diye sık sık hatırlatmalarda bulunur. İyi de maskesi olmayanlar ne yapacak? Müracaat edince telefonuna gelen kodla eczaneye gidersin ve beş adet maskeni alırsın, çalışıyorsan günde en az iki tane kullansan ne kadar yetecek ki sana?.. Daha sonra ne zaman verileceğinin ucu da açık. Mecliste milletvekillerinin iki saatte bir maske değiştirdiklerini duyunca, her zamanki gibi çifte standart demeden duramazsın.

Ne yazık ki 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının 100.yil kutlamaları da yapılamaz. Ne güzel muhteşem kutlayacaktık deyip, coşkunu içine gömersin. Bayram akşamı saat yirmi bir de balkonlardan, camlardan İstiklal Marşı okunacak dendiğinde heyecanla akşamı beklersin ama istediğin coşkuyu bulamayınca gündüz olsaydı daha mı güzel olurdu sanki diye düşünürsün. Ah korana, tam zamanını buldun! dersin. Bir an önce git artık ülkemden, sağ salim sevdiklerimle buluşayım düşüncesinden başka düşünce yoktur kafanda. İşe gitmek zorunda olanları düşündükçe,  risk altındalar diye üzülürsün diğer taraftan keyif için çıkanlara da kızmadan edemezsin. Belki hastanelerden bazı görüntüler televizyonlarda gösterseler keyfi çıkan, bana bir şey olmaz diyen insanlar dışarıya çıkmazlar diye kendi kendine söylenirsin. Olacaksa ya hep ya hiç dersin. Yani kökten kazınacaksa herkes evinde otursun dersin ama elinden ne gelir ki. Sağlıklı günlerin yakında geleceği umudunu içinde yaşatmaktan başka. Tıpkı Nazım’ın “Büyük İnsanlık” şiirindeki dizeler gibi…

…ama umudu var büyük insanlığın,

   Umutsuz yaşanmıyor.

Özlem Gemici