İşaret parmağınla havaya yazılar yazıyor, şekiller çiziyorsun, yüzüme bakıyorsun ve “Benim gördüğümü sen de gördün mü?” diyorsun. Sonra uyuyor, uzaklara, ulaşılamayacağın yerlere gidiyorsun,

“Ye,” diyor karın, sen de yiyorsun. Oh ne güzel yiyorsun. Ne lezzetli eli. Ardından gönüllü kabullenişinle hesabı ödüyorsun. Böyle zamanlarda, sevmesen de kanıksadığın, o incecik buyurgan sesini kuşanıyor karın. Gırtlağından artar da, telaşla sökün eden kelimeler; tiz tınısıyla kulaklarından giriyor, östaki borunda ilerleyip, teklifsizce daldıkları beyninin koridorlarını kalın ve italik tırmalıyor; hafıza odalarını basıp, oralarda bulunan masanın üzerindeki iş formlarını, işten vakit kaldığında okumayı düşündüğün resimli romanlarını etrafa fırlatıyor, sonra ince ince burgular açarak, girilmemiş  tek bir sinir ucu, her hücre kalmayana dek içinde işgal ettiği o yerden çıkmak bilmiyor.

Yıllar evvel, bir ihtiyaç sahibine vermiş bulunduğun ve geri alamadığın paranın hesabını soruyor, kirada süründüğünüzün, başınızı sokacak tavuk kümesi kadar bile bir evinizin olmayışının da. Konuşmaktan hiç hoşlanmayan sen, hep dinliyorsun. Arada, başınla “işe yaramaz bir adam olduğunu” onaylayarak, hak verdiğini de gösteriyorsun. Bu dingin, edilgen halinden şikayetçi sayılmazsın. Karın, seni yeterince hırpaladığına, kendisini acındırdığına ikna olup rahatladıktan sonra; haroşa örgülü atkının boyu, zerdeçalın faydaları ve meşe kozalağı turşusunun tarifine geçiyor. Paylanma esnasında geçirdiğin hafif sarsıntıların sonunda gelen o sakin anlarda; göz kapakların düşüp, uyuklamaya başlarken, karının ağzından japon balığı gibi baloncuklar çıktığını görüyorsun. Arada kısa cevaplar vermelisin, küser alınır yoksa.  Ağırlaşan göz kapaklarını aralayıp, isteksizce uzanıyor, beyninin bir yerlerindeki konuşma butonuna basıyorsun. Sessiz, uzun, bomboş ovalara ulaşacağın yarının gelmesi hayaliyle avunarak verdiğin kısa cevaplarla, varsın onun da gönlü olsun.

Ertesi sabah, yedi kırk beş treni için yola çıkıyorsun. Elinde kocaman, kara kutu gibi, kara, körüklü, besbelli ağır bir Bond çanta taşıyorsun. İçinde herhalde makinistin seyir defteri, traş takımı, sefer tasın, bir don, bir atletin, sabah yaptığın çayı doldurduğun termosun ve çizgili pijama takımın var. Belki yedek gömlek, pantolon, Karaoğlan çizgi roman sayılarından biri bile vardır, kim bilir?

Şehrin neredeyse en dış çeperinde, henüz mahalle bile olamamış  o yerde, sırf az kira parası ödediğin için, bir de bedava tren ulaşım kartın var diye oturuyorsunuz. Asansörsüz, mozaik taşlı ve hâlâ inşaat artıklı kooperatif evinin merdivenlerinden inip; o yersiz yurtsuz, boş, sis tutan arazileri, tarlaları geçiyor, uzayıp giden yolları bir çırpıda aşıyor, işçi trenine yetişiyorsun. İri bir adamsın, işin için zimmetlin olan çantan kadar irisin. Bastığın yerlere kocaman boşluklar  bırakarak yürüyorsun. O boşluklara hemen su doluyor ve o suda rengârenk minik kurbağalar yüzüyor. Ve sen arkana dönüp bakmadığın için, ağırlığının boşluğa, boşluğun su birikintisine, su birikintisinin larvalara ve onların da iribaşlara, sonra da kurbağalara yuva olduğunu bilmeden yoluna devam ediyorsun. Gri bir sis oluyor çoğu vakit, yürüye yürüye yol yaptığın boş arazide. Kocaman adımlarınla, o gri boşlukta, hiçlikte yüzer gibi yürüyorsun. Sen giderken çakal, tilki, akbaba familyalarından bazı herifler, ceylan gibi, karaca gibi güzel, akıllı ve neşeli kızları avlamaya çıkıyorlar. Sabahın kör saatinde bile çıkıyorlar. Kendi yokluklarında, bulanıklıklarında, o neşeyi, o aklı, o güzel olan her şeyi, hırsla kinle ve iflah olmayan açlıklarıyla boğmak için çıkıyorlar. Parçalıyorlar hiç acımadan, kopardıkları taze, kanlı kas parçalarını derisiyle birlikte dişleyip, geveleyip yutuyor ve geriye ne kalmışsa artık, orada öylece bırakıp, anlık hazlarıyla birlikte kaçıyorlar. Sisten çıktıklarında ise yeniden insan olmuş gibi yapıp, evlerine dönüyorlar. Varoşun göğüne orman yasasını yaftalamışlar akılları sıra. “Madem orman yasası diyorsun, neden korkakça, alçakça sisli havalarda avlanıyorsun?” demiyor çıkıp biri de.

Sen o  göz göz olmuş paytak adımlarınla, en ufak çıtırtıya dikkat kesilen kocaman memur kulaklarınla bitivermiştin sisli günde, o çakallardan birinin ensesinde. Çöktürmeye çalıştığı Ceylan’ın da eli  armut topluyor denemezdi hani. Sen gelmeden, apış arasına geçirdiği sert tekmeyle çakalın işini bitirmiş, uzun kırmızı tırnakları ile yüzünü gözünü kendi kanıyla boyamış oluyor bile. Sen de ensesinden tuttuğun gibi havada birkaç kez savurduktan sonra, başı dönen, dünyası paramparça olan ve o parçaları bir daha asla yerlerine yeniden oturmayacak olan o hergeleyi, fırlatıp atıyorsun bayır aşağı. Yesin onu köpekler, sonra da cirit atsın tepesinde kurbağalar, orman oyunuymuş.

Yedi kırkbeş trenine yetişiyorsun, zaten sensiz, kendi başına kalkıp gideceği de yok, makinisti sensin. O çakalların cirit attığı sisli günde bile yetişmiştin, niye yetişemeyesin ki! Kumanda koltuğuna oturuyor, termosuna uzanıyorsun. Çayını içmek ilk işin oluyor. Tavşan kanı çay elini ısıtıyor, boğazındaki kuruluğa iyi geliyor, dahası seni dinç tutuyor. Kulağın hareket memurunun kalkış işaretinde bekliyorsun. Ne tuhaf! Bu yolculuğa çıkmadan önceki geceyi nasıl geçirdiğini hatırlamıyorsun. Karının yüzü bile canlanmıyor gözünün önünde. Bu sabah, evinin önündeki o çamurlu sisli yolları aştığını, garda seni indirecek olan işçi trenine bindiğini de hatırlamıyorsun. Çocukken okumaktan sıkıldığın sayfaları hızla atlaman gibi atlamışsın bu seferin ilk adımlarını da.

Tren hareket ediyor, şehrin uğultusu kesildi. Özlediğin, beklediğin dümdüz ova, şimdi önünde sere serpe uzanıyor. Camı aşağı indiriyorsun, içine temiz havayı derin derin çekiyor, çayından bir yudum daha alıyorsun. Elinde kocaman bir resim defteri sayfası var, kenarındaki yırtığı tırtıklı olan. Oğlunun kullanmayıp bir kenara attığı defterden bir sayfa. Üzerinde uzun, düz bir çizgi, rakam ve yazılar var. Çizginin başında sıfır, ortasında, yüz yirmi, sonundaysa dört yüz elli kilometre yazılı; Göz hizandan ayırmıyorsun açtığın kocaman resim kağıdını ve zaman zaman parmaklarınla havada şekiller çiziyorsun. Gösterge yüz kilometreyi vurduğunda, göğsün, kömür kazanı ateşleyen körüklü pompalar gibi şişip inmeye başlıyor. Sabah aldığın sakinleştirici ilaçlar koca gövdene henüz işlememiş belli ki. Yüz on dokuzuncu kilometrede nabzın tavan yapıyor, küt diye gidecek gibi oluyorsun ama hızla toparlanmayı da beceriyorsun. Gözlerinin yerine yırtıcı kuşlar konuyor. O, deve tabanı gibi kocaman ellerin, kendilerinden beklenmeyecek çeviklikle durmadan çalışıyor, trenin hızını, defterde işaretlediğin yerlere göre habire yükseltip alçaltıyor.

Yedi kırk beş treninde yalnızca sen ve  altı ay önce gazetede isimlerini okuduğun o elli üç yolcu var. Yüz yirminci kilometreyi bu kez geçeceğine eminsin, tüm hesaplamalarını buna göre yaptın. Ve o an geliyor, her yer aydınlanıyor, güneş patlaması gibi bir şey olmalı. Gözlerinin yerinde oturan şahin gözleri bu patlamayla yanıyor. Kara kutun ve sen şimdi ovada, serpilip büyüyen başakların arasında bir yerlerde uzanıp yatıyorsunuz. Son sözlerin, “Yine geçemedim,” oluyor.

Tamamlayamadığın pek çok yedi kırkbeş seferine daha çıkıyorsun. Hiçbirinde o doğu iline varamıyor, çizgili pijamalarını giyip, yattığın yerden mavi minareyi seyredemiyor, çizgi romanını okuyarak uykuya dalamıyorsun.

Hakkında zanlı sıfatıyla açılan dava sonuçlanmadı henüz. Açığa alındığın sana tebliğ edildikten sonra; evini, eşini çocuklarını, şehrini terk edip köyüne dönüyorsun. Ama hâlâ, ısrarla o seferlere çıkıyorsun. Tavşan kanı çayını içiyorsun ve kumanda koltuğunda hareket memurunun kalkış için vereceği işareti, düdük sesini bekliyorsun. Her yedi kırk beş seferine, yeni çizimler, farklı tasarımlarla doldurduğun yeni bir sayfayla çıkıyorsun. Kaza mahallinde üzerine kan sıçramış, parçalanmış resim kâğıtları bulunuyor. Kargacık burgacık yazılarla yüz yirmi rakamı ve tuhaf hesaplamaları olan, kazanın bir nevi habercisi kağıtların, kime, hangi zamana ait olduğu bir türlü anlaşılamıyor. Olay yerinden cımbız ve eldivenle toplanan ve kilitli poşet içinde kriminal laboratuvara taşınan kanlı kağıt parçaları sahipsiz ve zamansız tanıklar olarak kayda geçiriliyor. Makinistlerden, kondüktörlere, trende çay dağıtan çocuktan, küçük istasyonlardaki makasçılara dek, sen de dahil, herkesin DNA’sı inceleniyor. Hiç birinizden zamansız ve sahipsiz nesnelere ait bir iz bulunamıyor.

Oysa ben o resim kâğıtlarının kime ait olduğunu biliyorum. Uyutulmadan önce, “Kızım, kardeşinin resim defterini bulamadım, çekmeceleri, eşyaları bir karıştırsan, hemşirelere, oda temizliğini yapanlara sorsan,” diyorsun. Farkında değilsin ama çıktığın tüm seferlerde yanındayım. Refakatçi koltuğunda oturduğum yerden seni izliyorum baba. Havaya, boşluğa çizdiğin her işaretin, sonra düştüğün o sonsuz uçurumun, derin çaresizliğinin tanığıyım. Çıktığın yedi kırk beş seferlerinden kazasız tamamlayabildiğin oldu mu baba? Doktorun ciğerlerinin temizlendiğini, uyanmaman için hiçbir sebep bulunmadığını söylediği halde neden uyanmıyorsun?

Oya Kaya