Sabah perdeyi açtım, gece yağan yağmurdan sokakların ıslaklığı henüz geçmemişti. Dişlerimi sıkmış, kendi sesime uyandım, rüyamın etkisi hâlâ üzerimde. Porselen demliğe sevdiğim toz çaydan üç kaşık attım, her sabahki rutin hareketle…
Dünyayı saran salgının şiddetinin devam ettiği, sokağa çıkma yasağının olduğu bugün de düşüme takıldım.
Çocukluğumdayım, sanki gerçek; eski Arnavut kaldırımlar, dar sokaklar, kabarıp gelen dalgalar, denizin koyu mavi renginde kaybolup, yosun kokusu içinde arıyorum yine? Aradığım ne? Zaman akarken düşlerimiz hep geçmişle mi bağlantı kurar?
Koronavirüsün etkisiyle geçen günlerin, uyur uyanık arası gezindiğim gecelerin rüyama yansıması. Arayıp bulamadığımın korkusu ile uyanmam, ruhumun derinliklerinde… Bilincimde kalan, ararkenki delirmiş hâlimin aynı rüyamdaki gibi olması…
Şimdi çok eskilerde kalan, çocukluk günlerime götürdü rüyam.
Annemin “Evimizin önünde ya da bahçede oynanacak, başka sokaklara gidilmeyecek!” birinci tembihinden daha çok ikincisi hoşuma giderdi: “Ablanızın sözü dinlenecek!” Evimin prensesi hissettirirdi. Klasik anne işte, aynı ben…
Ben de çok büyük değilim ki onlardan, on bir yaşındayım. Dört yaş küçük erkek kardeşimle birlikte akşam saati olunca eve girmemiz, sokakta veya bahçede oyun oynarken ona bakma görevi babam tarafından bana verilmiş bir kere. “Kardeşine mukayyet ol!” Mutlak yapılması gereken. Sorumluluğum…
Yaz tatilinde her Allah’ın günü, erkek kardeşimi aramakla geçerdi. Başka mahallede, sahil yolunda, balıkçı kayıklarının çekildiği dalgakıranda, deniz kayalıklarında oynarken bulurdum. Oyunun tadına vardığım an, gözümün önünden kaybolur, oyundan aldığım haz yarım kalır, “Ara ki bulasın, hangi mahalleden çıkacak bakalım!” diye telaşa kapılır avazım çıktığı kadar ismini haykırır, sokak sokak oyun arkadaşlarımla beraber aramaya koyulurdum. Komşu teyze sesime, pencereden eğilip “Heder oldun yavrum bağırma! Boğazın ağrıyacak!” derdi. Bazen tek başına, bazen de çok sevdiği yaşıtı Vural’la oyuna dalardı.
Yine akşam olmaya başladığı saatti, hiçbir yerde yoktu. Arkadaşları sokak çeşmesi yalağının içine doluşmuş, tozlu ayaklarını, ellerini ve yüzlerini birbirleriyle itiş kakış yıkayarak eve gitme hazırlığı içindeydiler, her biri “Görmedik,” dediler. Ne yapacağım diye çaresiz kıvranırken, onu bulduğumda, mahallenin deli Mustafa’sıyla korkutmak aklıma geldi. Çocuk aklı işte…
Deli Mustafa; iri cüssesi, vücut hareketleriyle tezat görüntüsü, ağzını açtığında anlamsız sesler çıkarması ve yüz mimikleriyle çocukların korkmasına sebep olurdu. Üstü başı kir ve yağ içinde derbeder gezer sokaklarda yatardı. Pejmürde hâli, acınacak durumu, annelerimizin vicdanını sızlatır, verdikleri giyecekleri kullanmaz atar, ama yiyeceklerle karnını doyurur, bazen ortadan kaybolurdu. Mahalleli yine birkaç gündür görünmüyor diye merak ederdi. Biz mahalle çocuklarına zarar vermeyeceğini bilsek de “Hungara hung, hungara hung…” sesi önden gelir, sonra kendi görününce korkup, oyunu yarım bırakıp evlerimize kaçardık.
Sıcak, güneşli öğleden sonra; mahallenin sakinliğini, deli Mustafa’nın haykırışları bozdu. Köşe başındaki bakkaldan sokağımıza döndüğünde, diğer günlerden çok daha farklı, canı yanmış gibi acı acı bağıran, tek anlaşılır “Hungara hung” sesi kulakları tırmaladı. Baston gibi kullandığı ağaç dalından kırılmış sopasını vuruştaki sert hâli, telaşı, bu yaz daha az korktuğumu, cesaretimin arttığını hissetmeme rağmen, yine korkmama sebep oldu. Taşlıktaki sokak kapısından içeri avluya girerek, kapıyı aralayıp uzaklaşmasını bekledim. Aralık kapıdan yüzüne bakmaya devam ettim. Diğer günlerden farklı olduğu gözleniyordu. Onun uzaklaşmasıyla, tekrar oynamak üzere sokağa adımımı attığım andı, mahalleyi saran, acı bir kadın feryadı duyuldu. Ok gibi, açtığım kapıdan sokağa fırladım. “Bu ses, annemin sesi!”
“Ne olmuştu da kardeşime sesleniyordu? Yüzümü ateş kaplarken, kalbim deli gibi korkuyla çarpmaya başladı. Başımı yukarı pencereye çevirdim. Gördüğüm kırmızı yüz, saçı başı dağılmış, heyecanla kasılmış, taşlaşmış tene, korku dolu ıslak gözlere;
“Anne ne oldu?”diye feryat ettim.
“Bir çocuk boğulmuş! Oğlan nerde! Çabuk bul onu!”
Çılgına dönmüştüm! Yüreğimde aniden ortaya çıkan çarpıntıdan vücudum zangırdadı. Çenemin titremesine sahip çıkamıyordum. Yine nereye kaybolmuştu bu çocuk? İnatçı, söz dinlemez hâli beni öfkelendiriyordu. Kulaklarımda annemin acı sesiyle, deli Mustafa’nın sopasının taşta çıkardığı ses birbirine karışıp çınlarken, arka sokağımızı nasıl geçtim, sahil yoluna nasıl ulaştım, koştum mu, bacaklarımın ağrısını hissetmiş miydim hatırlamıyorum.
Yalnız başıma karşı kıyı tarafına caddeyi nasıl geçtim? Korkudan geçemediğim, yasak olan sahile varınca, telaşla arayıp bulduğum deniz kenarındaki kalabalığa ilerleyişim, insanları aralayarak öne geçişim, yerde yatan mayolu erkek çocuğu görünce ürküşüm…
Geri adım atarken; bütün gün oradan oraya koşuşturan, durmadan ablasına ağlayarak gelen, sulu gözlü, oyunlarda mızıkçılığı hiç bitmeyen, annesinin peşinden hep zırıl zırıl tepinen, bakarken gözlerimin yaşlarından tam göremediğim, upuzun yatan Vural’ın cesedi miydi? Annesinin çığlık çığlığa ağlama sesinin kulaklarıma çarpmasıyla kendime gelişim…
Acı içinde kıvranan insanların uğultuları arasında aradığım, duyduğum cılız, ağlamaklı boğuk “Abla!” diyen sese can havliyle dönüşüm, korkuyla pörtleyen gözlerini görünce dişlerimi sıkışım, hızla kendime çekip, eve getirişimin gerçekliği uyandığım an hissettiğimdi, ruhumun derinliklerinde düşlerime yansıyan.
Yaşadığım artık bıkkınlık yaratmaya başlayan koronalı günlere geri dönüşüm, çayın taze demlenmiş mis kokusuyla oldu. Oh! Bardağım! Çay doldurmalıyım…
Güner F. Başaytaç