Kağıdı, kalemi, kitabı, dili, sözcükleri hep sevdim ama şiire biraz uzak durdum. Bir roman ya da öykü kitabı sayfasının, sözcüklerin arka arkaya sıralandığı belirlenmiş -bir anlamda da sınırlanmış- alanındaki rahatlığı, sözcüklerin öngörülemez bir şekilde dağıldıkları halde şaşırtıcı bir yoğunluk yaratabildikleri bir şiir kitabının sayfalarında bulamadım sanırım. Daha açık olmam gerekirse, şiirden biraz çekiniyorum diyebilirim. Ortaokul-lise çağlarında tümü ‘sonsuz ve mutlu aşk’ temalı, bugüne kadar benden başka kimse görmediği için zararsız sayılabilecek bazı denemelerim dışında şiirle yakınlaşmalarımız bir elin parmaklarını geçmez. Sayıca az olsa da hepsi beni hala ilk günkü gibi heyecanlandıran bu bir araya gelişlerimizin ilki, yedi yaşında bir ilkokul öğrencisiyken tüm milli bayramlarımızın canlandırıldığı bir etkinlik için ‘27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı’ rolünün bana verilmesiyle oldu.  70’li yıllarda bayram olarak kutlanmasına rağmen ’27 Mayıs’ rolünde okuyabileceğim bir şiir bulunamadı. İçli bir kız çocuğu olarak üzüntüm, etkinliğe birkaç gün kala bir akşam sevgili babamın elinde beyaz bir kağıda daktilo ile yazılmış bir ’27 Mayıs’ şiiriyle çıka gelmesiyle son buldu. Bu şiirin hiçbir kitapta bulunmadığını ve altında şairinin adı olarak A.A. harflerinin yer aldığını çok sonra fark ettim, şairinin ölümünden bile sonra.

Şiirle yirmili yaşlarımdaki ikinci yakınlaşmamız beni hala en çok sevdiğim şiir olan İlhan Berk’in ‘Ne Böyle Sevdalar Gördüm Ne Böyle Ayrılıklar’ şiiriyle tanıştırdı.

“Ne zaman seni düşünsem

Bir ceylan su içmeye iner” (1)

dizeleriyle başlayan bu muhteşem yapıt her seferinde sevdalı-ayrılıklı masmavi bir dünya yaratır bana.

Şiirle üçüncü yakınlaşmamız ise aramızdaki uzaklığı kapatmak açısından en önemlisiydi. Birkaç yıl önce akşam atölyesinde okuduğumuz Umberto Eco’nun ‘Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti’ kitabının bir bölümü Edgar Allan Poe’nun ünlü ‘Kuzgun’ şiirine ayrılmıştı. Poe’nun, bu etkileyici şiiri yayımladıktan sonra ‘Kuzgun’u nasıl yazdığını anlatan bir de makale yayımladığını öğrenmek oldukça şaşırtıcıydı. ‘Yazmanın Felsefesi’(2) başlıklı makalesinde Poe, müziği, dili ve doğaüstü atmosferi ile okurken insanı neredeyse büyüleyen bu uzun şiiri yazarken kullandığı mantık ve yöntemi anlatıyor, hiç amaçlamamış olsa bile bir taraftan da beni, daha iyi tanıdığım kavramlarla şiire doğru yaklaştırıyordu.

İşte tüm bunların ardından korona günlerinde dört elle sarıldığımız teknolojinin olanaklarıyla haftalık atölye oturumlarımız artıp on beş günde bir ‘Şiir Perşembeleri’ de başlayınca Terry Eaglaton’ın ‘Şiir Nasıl Okunur’ kitabı kütüphanede sıra bekleyenler arasından çıkarak bu yazıya konu oldu.

Britanya’nın yaşayan en büyük edebiyat eleştirmeni ve düşünürü kabul edilen Terry Eagleton ile Atölye’de Shakespeare okuduğumuz yıl ‘William Shakespeare’ isimli kitabı ile tanışmış, biraz da zorlanmıştık. Eagleton’ın Shakespeare’in oyunlarını ‘Dil’, ‘Arzu’, ‘Hukuk’, ‘Hiçbir Şey’ gibi başlıklar altında incelediği bu kitaptan sonra ‘Edebiyat Kuramı’ kitabını da okumaya çalışmış ama pek başarılı olamamıştım.  Eagleton ile üçüncü karşılaşmamız ilk ikisine göre çok daha tatminkar bir sonuç verdi, tabii benim açımdan.

Eagleton

Eagleton, kitaba adını veren ‘Şiir Nasıl Okunur?’ sorunun cevabını aramaya kitabın ancak beşinci bölümünde başlayabiliyor. Tüm titiz teorisyenler gibi önce kavramları, olguları tam anlamıyla ve tüm olasılıklarıyla tanımlamalı, bağlamı ve kapsamı açık bir şekilde yerine oturtmalı, tabi ki kendi doğrularından sınırsızca emin, başka fikirlerin varlığını da, doğru olmadıkları yönündeki düşüncesini kesinlikle hissettiren uygar bir nezaketle kabul eden ve inceden alaya alan tam bir İngiliz üslubuyla.

İlk bölüm eleştiri, siyaset ve retorik tartışmaları ile başlıyor. Retorik, dil, söylem, politika, edebiyat, roman ve tabi ki şiirin hem kamusal alanda hem kişinin tekil dünyasında oynadığı rol ve ağırlığının Antik Yunan’dan günümüze kadar geçirdiği değişimler, Rönesans, Rasyonalizm, Romantizm, Modernizm geçitlerinden geçip bugün ulaştığı nokta, bu kapsamlı haliyle bile ancak bir özet olduğunu her satırında belli eden bir anlatı haline gelmiş. Dilin Antik Yunan’da özgür ve eşit yurttaşın sahip olması beklenen hatta gerekli görülen bir yetenek olarak değerlendirildiğini, retoriğin sadece devlet adamlarının değil tüm yurttaşların “politika” üretmesi açısından önemli görüldüğünü ve günlük hayatın tümünü kapsadığını okuyunca kendi günlük hayatımda içinde bulunduğum ya da tanık olduğum, çoğu zaman da maruz kaldığım dil kullanımları ve söylemler -bir ucuna “büyüklerin” söylevlerini, diğer ucuna sıradan bir selamlaşmayı koyduğum geniş bir yelpazede-, kısır, katı, özgünlüğünü ve özgürlüğünü çoktan yitirmiş halleri ile aklıma doluştu. Retoriğin Eagleton’ın deyişiyle “yurttaşlıkla ilgili bir arayış olmaktan çıkıp skolastik bir arayış haline gelmesi, artık kamusal alana değil, araştırma alanına ait olması” bana insanlığa dair bir gerileme gibi geldi, retoriğin anlamının tarihsel gelişimi içinde “hilebaz, manipülatif kamusal söylem” haline dönüştüğü bilgisini de hesaba katarak.

İkinci bölümde “Şiir Nedir” sorusunun cevabını ararken D.H.Lawrence’ın ‘Kadınlara, İlgilendiğim Kadarıyla’ şiirini örnekleyerek, “… eğer böylesine ödlekçe uygar olmasak bizim de uygulamaya meyilli olacağımız türden acımasız bir açık yürekliliktir bu.”  diyor Eagleton. Şiir öyleyse, “tek dişi kalmış canavar”ın karşısında duran “insan”ın, “insanlığın” hakikati ve sözü müdür? Ahlak tanımını “yalnızca doğru davranışla değil davranışın kendisi ile ilgilidir.”  şeklinde yapan Eagleton, şiirin “ahlaki bir beyan” olmasını da “bir yönetmeliğe göre yargılarda bulunmaları değil insani değerler, anlamlar ve amaçlar ile ilgilenmeleridir” diye açıklıyor.

Böyle kavramsal bir kitabı okurken bu kadar çok güleceğimi tahmin etmezdim. Eagleton, bazen kendisini ve hatta okuru da dahil ettiği mizahtan hiç uzaklaşmıyor. Zaman zaman acımasız bir eleştiriyi de içerebilen bu üslup, şiiri anlatırken alışveriş listelerini, imar izni başvurularını, sütçüye bırakılan notları, Van Morrison’un yeniden yorumladığı bazı İrlanda şarkılarını da metinsel özellikleriyle anlatısına dahil edebiliyor. Zaman zaman ukalalık gibi algılanabilecek bu üslup kolayca antipatik görünebilir bir kısım okura. Söylediklerini değerli bulan bir kısım okur ise hafif bir tebessümle devam edebilir okumaya.

Üçüncü ve dördüncü bölümlerde şiirde içerik ve biçim, göstergebilim konularını tartışan Eagleton, şiirsel dilin “gösterenin gösterilen üzerinde ağır bastığı dil” olarak tanımlanabileceğini, şiirlerin gösteren (sözcükler) ile gösterilen (anlamları) arasında kurdukları orantıya göre birbirlerinden ayrıldıklarının söylenebileceğini ifade ediyor. En sonunda, ne kadar muğlak olsa da, şiirsel dilin “sözel bakımdan yaratıcı” tanımı ile idare etmesini istiyor okurdan.

Eagleton beşinci bölüme “Şiir ne söyler?”, lise edebiyat derslerimizdeki karşılığıyla “Şair burada ne demek istemiş?” sorusuyla başlıyor. Örnek olarak verdiği Robert Browning’in ‘Porphyria’nın Aşığı’ şiirinden türetilebilecek anlamları irdelerken “birbiriyle rekabet eden yorumlar arasında karar vermenin basit bir yolu yoktur.” diyor. Her zamanki esprili diliyle şairin kendisinin bile bu konuda yardımcı olamayabileceğini şöyle anlatıyor Eagleton;

“Browning de bir defasında kendisine şiirlerinden birinin ne anlama geldiği sorulduğunda, bu soruya cevap olarak ‘Tanrı ve Robert Browning biliyordu, şimdi Tanrı biliyor’ demişti.” (3)

Şiirin tonu ve atmosferinin yorumlama meselesi olarak kabul edilebileceğini ancak bunun şiirin bütünüyle öznel olduğunu söylemekle aynı şey olmadığını ifade ediyor. Bu önermesini “anlam kamusal, duygu özeldir diye bir durum yoktur.” diyerek daha da hararetlendiriyor Eagleton ve kişisel duyguları tanımlamak için toplumsal bir olgu olan dili kullanmamızdan yola çıkarak neredeyse gözyaşlarımızı ya da kahkahalarımızı da kamusal alana -en azından edebi eserlerde- dahil ediyor. “Duygular” diyor Eagleton, “İngilizler için bile, arada sırada sergilemeyi seçebileceğimiz özel meseleler değildir.” Yüz yüze bir iletişimde mevcut olan kendi deyişiyle “dilin maddi gövdesi” olmadan sayfadaki sözcükleri bir “şiir” olarak nasıl okuyacağız? sorusuna Eagleton’un verdiği cevap büsbütün başka ve derin bir dünyanın kapısını aralıyor. O dünyada sözcüklerin yananlamları, kızarmış muzlar, toplumsal bir pratik olarak anlam, sadece psikoterapistimiz için değerli olabilecek kişisel çağrışımlar, Shakespeare’in “Seni bir yaz günüyle kıyaslasam mı?”(4) diye başlayan ünlü sonesi, en inceliksiz ama aynı zamanda en anlatımcı noktalama işareti olan ünlem bizi bekliyor.

Kitabın son bölümü Eagleton’ın “bize dikkatle incelenecek kullanışlı metinler sundukları” için seçtiğini ifade ettiği dört doğa şiirinin incelenmesine ayrılmış. Kitap, kullanılan terimleri içeren bir “Sözlükçe” ile sona eriyor.

Eaglaton’ı tam anlayamadığımızı hissetsek bile okumalıyız diye düşünüyorum. Daha iddialı ve tutkulu olabilirsek eğer anladığımızı hissedene kadar okumalıyız.

Kırmızı Başlıklı Corona

  • 1. İlhan Berk, Toplu Şiirler, Yapı Kredi Yayınları, 2003
  • 2. Edgar Allan Poe, The Philosophy of Composition, 1846, semanticsscholar.org, web:14.05.2020
  • 3. Terry Eagleton, Şiir Nasıl Okunur?, Ayrıntı Yayınları, 2015, Çeviri: Kaya Genç
  • 4. Shakespeare, Tüm Soneler, Cem Yayınevi, 1997, Çeviri: Talat Sait Halman