Kapattı ışıkları. Masaya yöneldi. Sandalyeye bıraktı kendini. Kibrit kutusundan bir çöp çıkardı. Yaktı. Diğer elini siper etti aleve, o vakit eli alev rengine boyandı. Kibrit iki parmağının arasında siyaha dönene kadar solgun ve durgun yüzünü aydınlattı. Bir kibrit daha çaktı. Acı, yüzüne ikamet etmeye gözlerinden başladı. İki damla yaş apar topar süzüldü çenesine. Etrafı saran kükürt kokusu çoğaldı,  her yeni çakan alevde adamın yüzü biraz daha yaşlandı. 

Kilide giren anahtarın tıkırtısı ile irkilen adam, aceleyle masadaki kibrit mezarlığını toplamaya başladı. Ev arkadaşı Tunç, ışığı açınca ürkerek durakladı.

“Evde yoksun sandım Mehmet Abi,  neden karanlıkta oturuyorsun?” Yüzünü buruşturdu “Bu koku!” Kibritten yapılmış evlere işaret etti gözleriyle, “Maket evlerinden biri yandı sandım.”

“Seni beklemiyordum, annenleri ziyarete gideceğini söylemiştin.”

Planının değiştiğini söyleyen Tunç’un bakışları Mehmet’in yüzünde gezindi. Her zamankinden daha keskin bir sızı vardı adamın gözlerinde. “Neyin var abi?”

Mehmet’in cevapsız yüzüne baktı bir süre,  sonra onun suskun kalma ihtiyacını anlayışla karşıladı. Camı ve perdeleri açınca odaya biraz hayat girdi. Odasına gitti, üzerini değiştirdi.  Mutfağa gidip biraz kavun kesti, biraz da beyaz peynir. Rakıyı, bardağı ve mezeleri tepsiye yerleştirdi. Arkadaşının yanına döndü, olay mahalli masanın üzerine getirdiklerini dizdi. Rakının renksizliği, suyun renksizliğine kavuşunca beyaza döndü.  Bu esnada Mehmet ellerini masanın üzerinde birleştirmiş,  sandalye kadar hareketsiz duruyordu.   

Tunç dışa dönük, eğlenceli, otuzlarının başında bir mühendisti. Çalıştığı şantiyeye yakın olduğu için sekiz aydır Mehmet ile beraber kalıyordu. Öncesinde tanışmıyorlardı. İyi anlaşıyorlardı ama sadece o kadar. Issız bir ada gibiydi Mehmet.  Yakınında olsanız bile sularla sınır çizerdi size. Edebiyat öğretmeniydi. Olsa olsa üç dört yaş büyüktü ev arkadaşından ama yorgun bakışları, kambur duruşu ile çok daha yaşlı görünüyordu. Kibritten hayranlık uyandıran evler yapardı. Cumbalı, verandalı, balkonlu köşkler.

Tunç iri bir yudum aldığı rakısından, diğer bardağa dokundurarak çınlattı. “İçelim be abi, belli ki içilecek bir gün.” Kafasını eğerek boşluğa asılı kalmış adamın gözlerine baktı, konuşmaya devam etti. “Bugün hem içilecek hem de konuşulacak gün abi. Hem anlatınca rahatlar insan, içinin ateşi biraz olsun ferahlar.”

Mehmet asıldığı boşluktan hızlıca kopardı bakışını, rakıya uzandı. Koca bir yudum aldı.

“Geçtiğimiz sene bugün evlenecektik Nazlı’yla.”

Tunç dinlediğini belirtir bir ifadeyle başını salladı.  

“Kendimi bildiğimden beri Nazlı hayatımdaydı.  Aynı gün doğmuşuz, hem de aynı mahalleye. Üstelik bitişikti evlerimiz, aynı duvarı paylaşırdık.” Minik bir gülümseme, dudağının kenarına konduğu gibi uçtu gitti. “Bunu kaderin mana yüklü bir tesadüfü olarak görürdük hep.”  

Tunç içkileri tazeledi.   

“Kader sadece birleştirmeye yaramaz, bilirsin.”  Kararlıydı Mehmet, anlatacaktı. İlk belki de son kez…  Aylarca anılarını, hayallerini zihin raflarından indirip sayfalara dökmüştü bıkmadan. Öyle ya, gözünü Nazlı’da açmıştı. Oynadıkları oyunlardan, gelecek hayallerine kadar yazılacak onca şey vardı.  Gün gelir zihninin duvarları yıpranırsa ya da belki unutkanlık hastalığına yakalanırsa diye durmaksızın yazmıştı. Derin bir nefes çekti içine:

“Çocukça bir beğeni ile bağlıydım Nazlı’ya. Saçının buklelerini, hediye paketlerini süsleyen sarı rafyalara benzetirdim. Onu her görüşümde armağan almışçasına bir sevinç dolanırdı ayaklarıma. Bir tek onun yanında durmak, bir tek onunla oynamak isterdim.”

Çocukça bir gülüş oturdu Mehmet’in yorgun yüzüne. İlk defa mutsuz ve yaşlı görünmedi arkadaşına.

“Büyüyünce değişmedi duygularım, yetişkince tutkular serpildi sadece üstüne. Her şeyimdi o benim. Hem klişe hem de mübalağalı gelebilir bu söylediklerim. Değil.”  

Tunç’un bakışlarına kilitledi bakışlarını.  Nazlı’nın onun her şeyi olduğuna ikna olsun istiyordu.  “Ya sen, hiç sevdin mi?”

“Abi, oldu sevgililerim ama bilmiyorum ki gerçek sevgi miydi?”

“Sevseydin bilirdin be oğlum!”  mesafesi azalmıştı arkadaşına, kelimeleri ısınmıştı. “Bedenini, ruhunu ele geçirmiştir, senin değildir artık. Bilirdin sevseydin!” 

Mehmet’in hafifçe kaymaya başlamıştı bakışları. Geçmişin baharı, kışı ne varsa hücum ediyordu aklına, çok şey anlatacak oluyor, nereden başlasa bilemiyordu, ağırlaşmıştı başı, dirseğini masaya, kafasını eline dayadı. Sustu bir süre. Durmuş bir saatin tekrar çalışması gibi anlatmaya devam etti sonra.

“Nazlı’nın anne babası çalışmak için Almanya’ya gidince, onu babaannesine bıraktılar. On yaşında var yok. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını hiç unutmam, günlerce dinmedi gözünün yaşı. Onu neşelendirmek için ne çareler düşünürdüm bir bilsen, biraz olsun güldürmeyi başarırsam dünyanın en mutlu çocuğu olurdum.  Aynı duvarın iki yanına doğmuşuz demiştim değil mi sana Tunç? ”

“Evet abi.”

“Kendimizi bildik bileli el eleydik. Bir bütünün parçaları gibi. Nazlı gidince bende kalan bana yetmedi, parçalanmışlığım ondan.”

“Ne oldu be abi? Onca yılın, sevginin başına ne geldi?”

“Babaannesi. Yaşlandıkça çocuklaşır ya insanlar, hani nurlanır yüzü. Allah biliyor ya bu kadın yeryüzüne inmiş bir şeytandı.”

Tunç’un yüzünü yokladı,  kafasını yana eğişini kaşlarını inanmaz kaldırışını görünce şaşırmadı. “Haklısın, kim kolayca yakıştırabilir ki ihtiyar aciz bir kadına şeytanlığı.  Babam trafik kazasında öldüğünde on yaşındaydım.  Ne zaman Nazlı’yı oyuna çağırmak için gitsem, inadına babamı sorardı. Yaşlılıktan unutmuş gibi yapardı. Ben de ağlaya ağlaya eve koşardım. Nazlım unutkanlığına verirdi yaptıklarını ama ben görürdüm bakışlarında çakan kötülüğü. Nazlı’nın yanında olmamdan hiç hoşlanmazdı. Doğrusu kimseden hoşlanmazdı. Hep yasaklar koydu bize. Tek torununu kendine köle etmekti niyeti.  Nazlı ailesinin gidişiyle zaten terk edilmiş hissetmişti kendini.  Kızcağız dışarı çıkmak için birazcık ısrar edecek olsa ‘Bir gün gelir beni bulamazsın evde,’ der harladıkça harlardı kızın yalnız kalma korkusunu.”

Yine sustu. Bu defa daha uzun.

 “Abi o zaman çocukmuş,  peki sonra,  Nazlı anlayamadı mı?”

Mehmet birden ayağa fırladı. Sandalye, zeminde gıcırtılı bir ses bırakarak sırt üstü düştü. Sağa, sola yalpalayan adam masaya tutunarak dengesini sağladı.

“Anlamadı, anlatamadım!”  

Odadaki beklenmedik hareket Tunç’u da ayağa dikti. Sakinliğini korumaya gayret ederek sandalyeyi kaldırdı, arkadaşının cama doğru yönelişinden duyduğu huzursuzluğu belli etmemeye çalışıp yanına gitti.  İçkinin etkisi ve geçmişin öfkesi birbirine karışınca hoyratlaşmıştı Mehmet. Yüzüne çarpan soğuk havadan derin bir nefes çekti içine. Anlatmaya devam edebilmek için ayılmak istedi.

“Canından bezdirirdi benden ayrılsın diye. Derdi ben de değildim sadece. Bencil, kötü, yalan ustası bir kadındı. Nazlı ve ailesinin ısrarı karşısında evliliğimize ikna olmuş gibi davrandı. Gençliğinde kocası terk etmiş, sonra tek oğlu Almanya’ya gitmişti. Şimdi de varı yoğu torunu gidecekti.  Elinden gelse torunu da kendiyle gömülsün isterdi. Beceriyordu da neredeyse.”

Tunç dehşetle dinliyordu anlatılanları. “Nasıl yani abi?”

“Nazlı’nın ailesi kesin dönüş yapacağı için yalnız kalmayacaktı. Bana da bir nebze olsun iyi davranmaya başlamıştı. İnsafa geldiğini sanmıştım, yanılmışım. Nişanlandık. O da işin dozunu artırdı. Ne zaman dışarı çıksak binbir bahaneyle bizim geri dönmemizi sağlardı. Nazlı onun bu hallerini görüyor ama ona çok acıyordu. Yaptıklarına zararsız kıskançlık olarak bakıyordu. Öyle olmadığını anlatamadım.”

“Ezeli aşkımızı ebediyete taşımak için sabırsızlanıyorduk. Yıllarca hayalini kurmuştuk ve gerçekleşiyordu işte, evleniyorduk. Hevesliydik, coşkuluyduk, çok ama çok mutluyduk.  Ama düğün tarihimiz iyice yaklaşmasına rağmen, hiçbir işimizi halledememiştik. Ne zaman dışarı çıksak bir şey bahane ediyor bizi geri çağırıyordu. Gözlüğünü kaybeder, kendini iyi hissetmez ya da dizlerinin ağrısından kendine bir tabak yemek alıp, yiyemezdi. Eşya bakmaya gidecektik. Evden çıkmadan önce bütün ihtiyaçlarını giderdik, başka bir isteği var mı diye defalarca sorup bizi geri çağırmamasını rica ettik. Ağlamaya başladı, ona bu kadar haksızlık yaparken Allah’tan hiç korkmuyor muyduk? ‘Yaşlı aciz bir kadınım ben!’ diye ortalığı birbirine kattı. Ağzından çıkan lafların çirkinliğinden ben utandım.  Bir saat sakinleşmesini bekledik, biz çıktıktan sadece on beş dakika sonra bizi aradı. Meyve doğrarken elini kesmiş. İş maalesef ciddiye biniyordu artık, yaptıklarının ardı arkası kesilmedi. Bir gün düşüyor, başka bir gün sıcak sudan haşlanıyordu. Ama bütün bunları yaparken dozunu ustalıkla ayarlıyordu. Nazlı’nın ona gösterdiği ilgi ve acıma karşısında neşeleniyor,  evlilik işlerimizde bir adım dahi ileri gidemeyişimize mutlu oluyordu.”

Tunç, ‘hastaymış abi kadın, doktora götürseydiniz,’ dememek için kendini zor tutuyor, bilmiş bilmiş akıl vermenin kimseye faydası olmayacağının farkında, bu hikâyenin sonunu merakla bekliyordu.  Mehmet aklını okumuş gibi devam etti.

“Psikoloğa götürmek için defalarca yalvardım, ikna edemedim.  Gerçi Nazlı yüzleşmeye başlamıştı artık onun kötü tarafıyla ama dillendirmiyordu. Yaşlı kadının öfkesini, terk edilmişliklerini, kendince bahane sayıyordu. Kan bağı bazen hapseder insanı, elinden gelmez kötüye kötüyü yakıştırmak.  Bana kalsa sebepsizdi sevgisizliği, terk edilmek filan hikâye. Bazıları böyle doğar Tunç, kötü olması için bir sebebi yoktur.”

“Ürkütücü bir kadınmış abi.”

Rakı şişede durmuyordu artık, neredeyse tamamı Mehmet’in kederine eşlik etmişti.

“Sevgimize musallat olmuştu kadın. Benim de sabrım kalmamıştı artık, sakinliğimi koruyamaz olmuştum. Ailesi yurtdışından daha erken gelecekti ama bazı terslikler çıkmıştı. Biz de işlerimizi bu zorluklar arasında tamamlamaya çalışıyorduk.”

Susmalarının sıklığı ve süresi çoğalmıştı. Anlatabilmek için güç topluyordu kendine.

“Düğüne çok az vakit kalmıştı halletmemiz gereken işleri tamamlamalıydık artık.  O gün yaşlı kadın aşırı mutsuzdu, başka bir zaman gitmemiz ile ilgili bir sürü bahane sıraladı. ‘İçimde kötü bir his var, gitmeyin!’ deyince sinirlendim ‘Senin içinde kötülük olmayacak da kimde olacak!’ dedim. Delirdi, olmayacak laflar söyledi, beni kovdu evden. Nazlı alttan almam, susmam için yalvardı ama yapmadım. Artık canıma yetmişti. Nazlı’ya o gün benimle gelmezse bu işin biteceğini söyledim. Geldi peşimden. Sessiz ve huzursuzduk, kulağımız telefondaydı, nasılsa arayacaktı. Aramadı. Nazlı’nın mutsuzluğuna kıyamadım. Geri dönelim, deyince rahatladı Nazlı, defalarca teşekkür etti. Döndük. İtfaiye sirenleri ve duman karşıladı bizi.  Ocağa yakın mutfak perdesinden çıkmış yangın dediler. Kimsenin aklına bütün bunları bizi cezalandırmak için planladığı gelmedi. Nazlı elimden kurtuldu koştu içeriye, zor çıkardık onu itfaiyecilerle. ”

“Abi kendini mi yaktı kadın? Yok artık!” Nasıl bir şeymiş bu abi?

Tunç ayağa kalkmış, odanın içinde duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. “Nazlı seni mi suçladı, senin ne suçun var, kadın psikopatın tekiymiş!”

“Affedemedi! O gün ona rest çekerek gittiğim için beni affedemedi. Peşimden geldiği ve babaannesinin ölümüne neden olduğunu düşündüğü için kendini affedemedi. Aşkımızı, kötülüğün alevine yem etti. Ben de bunu affedemedim.”

Nalan İncekara