“Sefiller! Victor Hugo’nun romanı. Görmen lazım ağabey, saçı sakalı karışmış. Kolunu yastık yapmış. Siyah pardösü içinde kıvrılmış adeta, atkısı ise yılan iticiliğinde kayış gibi sarkmış önüne; adam, özensiz o pis haliyle okuyordu kitabı. Evet okuyordu! Sayfayı, kirli elinin işaret parmağıyla diline götürüp, götürüp çeviriyordu. Sefil demiş kendine ve etkilemişti beni. Roman yazma fikri o zaman şimşek gibi çaktı zihnimde. Baş karakter neden olmasın diye düşünmüş ve başlığı ‘Parktaki Yaşam’ koymuştum.” Konuşurken tüm eforunu harcadı Alim. Alnının terlediğini hissederek elini gezdirdi. Önündeki çaydan bir yudum içti.
Bir yıl önce yayınevine gittiğini ve dosyayı editöre uzatırken elinin titrediğini hatırladı. Kendisine yer gösterildiğinde gururluydu. Bilgi istendiğinde de tahtaya kalkan öğrencinin heyacanını yaşadı. Haftasında, telefondaki sesle birlikte parkta kelebekler uçuşmuştu. Aldığı cevap; “Dil sade ve akıcı, karaktere ise bayıldım,” demişti. “en kısa zamanda dönüş yaparız.”
Alim pencerenin yanına geçip, nefes almak istedi bir an. Mart soğuk geçiyor diye düşündü. Perdeyi aralayıp dışarıya bakmakla yetindi. Karşıki evlerin üzerinde dönen bir iki martı gördü. Bir gün önce editörle neler görüştüğünü, ağabeyinin dikkatini çekmek istercesine bir bir söyledi. “COVİD-19 belası var! Kitabın basılması, bu şartlarda iki yılı bulur.” dedi. Çaresizce etrafına bakındı. “Elim kolum bağlandı, şimdi ne yaparım?” Evine geldiği andan itibaren hiç sesini çıkarmadan kardeşini sabırla dinleyen ağabey, “Bu kaçıncı oldu!” dedi. “Yaptığın işten sıyrılmak için hep bir ‘günah keçisi’ bulursun; Sefil etkiledi, editör umut verdi, virüs çıktı. Benden fayda yok, başının çaresine bak!”
“Neden gittim evine, ağabey değil düşman!” dedi. Parkın yanındaki barakada Sefil, elindeki yarım ekmeği, gazetenin üzerindeki birkaç zeytinle atıştırıyordu. Alim ekmekten bir parça kopardı. “Kitabım basılsın, kapısına yığacağımki ‘günah keçisi’ neymiş görsün! Keçi maharetli hayvandır bilirim, köyde otlatırdım. Yamaçlarda engel tanımaz, hele kayalıklarda bir gezişi vardır ki, dikilir bakar yüzlerce metre aşağı, gözün kararır ve bu mahluk sihirbaz dersin.” Zaten çok az konuşan, tek sözcükle kendini ifade edebilen Sefil, yemeğin üzerine içtiği gazozun keyfini çıkarırken, dinliyorum der gibi, tepkisiz duruşunun ardında bir kirpik hareketi ve hafif titreşen mimikle tebessümünü belli etmişti. Keyiflendi Alim, Sefil’in plastik bardağından bir yudum gazoz içti. “Sanırsın evlerine virüs girdi” dedi. “Ağabeyim, ‘masken yok mu? mesafeli dur!’ deyip, beni depo gibi kullandıkları odaya götürdü. Bir bardak çayı zor verdiler. Ağabeyim var ya! köyde ineğin kıçındaki ufacık keneden dahi korkardı. Şimdi de neredeyse virüsün boku olsa, ondan korkacak. Yenge hanım ve iki torunsa, eve girer girmez hemen uzaklaştılar benden.”
Roman yazma kararı ardından parka, barakaya takılmağa başlamıştı Alim. ‘Yazmak için yaşamak gerek’ sözünü ilke edinmişti. Bir ara, altı ay önceye kadar, edebiyat öğretmeni olarak çalıştığı özel okulu düşündü. Ayrılırken aldığı üç beş kuruş, çıkaracağı kitap için umut olmuştu. ‘Neden ayrıldım ki?’ deyip ikirciklendi bir an. “Sefil’in dostluğu, barakanın sıcaklığı!” diye düşündü. Akşam olduğunda ayrı karakterdeki piç, serseri, hırsız, sefil ve fahişe aynı ortamı nasıl paylaşabilirdi? Tanışmıştı her biriyle. Piçe piç, serseriye serseri, hırsıza hırsız, sefile sefil ve fahişeye, fahişe diye hitap ediliyordu. Paylaşılmıştı bölgeler. Park ve çevresi Piç’indi. Hain ve korkak oluşundan bulunduğu yeri mecbur kalmadıkça terk etmezdi. Akşam barakaya, gördüğü halüsinasyonların etkisinde anlamsız el hareketleriyle, kendi kendine konuşarak veya bağırarak ilk Serseri gelir ve çektiği bali nedeniyle uyuşup sızardı. Hırsız çaldığı telefonu kaça sattığını, polisle kovalamacalarını anlatırdı. “İşin sırrı el çabukluğu,” derdi. “göz açıp kapayıncaya kadar zamanın vardır.” Fahişe çantasındaki, güzellik malzemelerini dizer lise yıllarındaki fotoğrafını hep gizlerdi. Aynasını eline aldığında Türkan Şoray’ın güzelliğiyle bütünleşir, unvanının “prenses” olduğunu söylerdi. Piç ise geldiğinde cebinde ne varsa ortaya koyardı. Zenginlik onun işiydi ve konuşmasını bilirdi. Barakaya gelinceye kadar ailesinin servetiyle gününü gün etmişti. Kız arkadaşları adres, telefon istediğinde rasgele bir numara verir, “Barakaya beklerim” derdi. Gelen kız arkadaşı olmamıştı şimdiye kadar. Serseri’yi uyandırır, “Sefil gelmeden sofrayı donatalım, sohbetimizde edebi derinlik olsun.” derdi. Bira, şarap, likör, kanyak, rakı ayrımı yapılmaz sızıncaya kadar içilirdi. Her gün, ilk ve son gündü.
Barakanın müdavimi olduktan sonra evi boşlamıştı Alim. En son eşyalarını kapı önünde gördü. Eskiciye yok pahasına vermişti. Boşandığı eşini düşündü. Yeni kız arkadaşını da. “Evlenelim, düzenli bir hayatımız olur, sen yine kitabını yazarsın” demişti.
Fakat ağabeyine öfkesi geçmemiş olan Alim, fırsat buldukça anlatıyordu Sefil’e. “Tutturmuş ‘günah keçisi,’ yalan mı söyle? Virüs söylentisi, sokağa çıkma yasakları başladığı andan itibaren gelen giden bizi rahatsız ve taciz etti. Polis sürekli etrafımızda dolaştı. Hırsız çekindi, Serseri her köşeye sızdı. Fahişe’yi aşığı bıçakladı. Ya! Piç nerde? Kaldık ikimiz. Sefil, belediye sokakta kalanları belirli alanlara topluyor, gidersen, yalnız ne yaparım, baraka bizim evimiz değil mi? Virüsü yaratıp, düzenimizi bozdular. Nasıl mı diyorsun? Küresel ısınma, bilimden uzaklaşmak, doğadan kopmak, aşırı kentleşme…sayarım daha, hepsinin başı kapitalizm. Fakat o ülkelerin algılayamadığı, kendilerini de tehdit eden salgın, insan zihninin kavrayamayacağı kadar doğal. Çıkar uğruna görmezsen, göremezsen, medeniyetin çökme halinde bulur kendini. Biz de barakamızdan oluruz.”
Ağabey, kardeşi gittikten sonra, çay ocağından kahvehane açıncaya kadar geçen zamanı düşündü. Gecesini gündüze katıp çalışmıştı. Kızına, oğluna yeni moda olan kafelerden açmıştı. Üç katlı yaptırdığı binanın her katında biri oturuyordu. İyi ki köyden şehre gelmişti. Salgında yasaklar nedeniyle kendi işletmeleri kapanmıştı. Olsun, geçiciydi bu günler. Köy deyince babasının sözlerini hatırladı. “Ailemizden okumuş bir insan çıksın oğlum” demişti. “Seni okutamadım, şehirde kardeşine sahip çık ki, torunlarım da onu örnek alsın.” “Yine, kaçıncı elinden tutuşum” diye söylendi. “Üniversitede karakollardan aldım onu. Neymiş düzen sosyalizm olmalıymış. Ya devlet okulundan atılması, ya öğretmen eşinden ayrılması; hemşerilerimin dedikodusundan bıktım, çocuk değil ki, elli yaşında adam baba!” Söylense de içine bir sıkıntı çöreklenmişti. Babası gözlerinin önüne geliyordu. Yasağa rağmen kendini parkta buldu.
Sabah kartonun üzerinde uyanan Alim, sadece Sefil’i gördü. Sanki herkes işi için görev başına gitmişti. “Barakanın bağımlısı oldum” dedi. “Ev, okul, sokak hep sıkıcıydı ve yalnızlık hissediyordum! Sadece elime bir kitap aldığımda çoğalıyordum.” Başucunda Sefiller kitabı duran ve uyanmak için göz çapaklarını silen Sefil, beklenmeyen bir hızla sözcükleri sıraladı: “Jean Valjean vebalıdır, ahlaki değerleri simgeler; vicdanlıdır, adaleti arar.” dedi. “Javert de hukuka sonsuz bağlığıyla sadece bir örnektir.”
Zabıta geldiğindeyse Sefil, “Kitabın, Victor Hugo’nun romanı gibi edebi eser olacak” dedi. Sözcükler yine dökülmüştü yan yana. “Her şeyin altında bir ‘günah keçisi’ aramak, safsata yapan şarlatanların işidir.” Alim, ağabeyinin kolunda yürürken ‘adaletli bir gelecek’ düşlerine daldı ve Sefil hala konuşuyordu.
Muhsin Başaldı
Kıpır kıpır bir sokak , parkın içinde yaşananlara taşıyor bizi öykü. Emeğinize sağlık.
BeğenLiked by 1 kişi
Kıpır kıpır bir Sokak, park ve yaşananlar. Yorumunuz için teşekkür ederim.
BeğenBeğen