Bu istasyonda inmek zorunda kalacağı hiç aklına gelmezdi. Boşalan trenle sızlanmalar arasında oluşan plansız boşlukta asılı kaldığını hissetti. Şaşkın şaşkın etrafına bakınması bitince istasyon denilen yer küçük bir bina ve raylar, aslında hepsi birbirine benzemiyor mu diye düşündü. Ardından «Benzer benzemesine de her istasyonda bizim yaptığımız yapılmaz,» diye mırıldandı.   

Suskun karakterli istasyonlara, ayrılanlar gözyaşlarıyla, buluşanlar, evine, sevdiklerine kavuşacak diye inenler sevinçleriyle  can verirler. Bazen de can alan olur onların rayları. Bir avuç hapla yaptığı başarısız intihar denemesi geldi adamın aklına… Boş gözlerle sanki sonsuza yol alan çelik uzantılara bakarak bir gün mutlaka cesaret etmeliyim buna. Böyle de bir ölü değil miyim? Düştüğüm bataklıktan çıkmam imkansız; tüm sırlarını biliyorum diye anında yok ederler beni. O yüzden, onlara fırsat vermeden bir trenin önüne atmalıyım kendimi. Çekilecek hayat değil bu.

Hızını arttıran rüzgârın, elindeki siyah bavulun deliklerinde ıslık çalmaya başlamasıyla içi burulur gibi oldu. Sadece bir an. Sonra omuzlarını silkti. Tavanı basık binaya yürüdü. Bir sonraki trenin gelmesi uzun sürecekti anlaşılan. Yeni yaktığı sigarasını atıp içeri girdiği anda bazı başlar ona çevrildi. Diğerleri, trenden zoraki inmenin acısını, çevreye duyarsız kalmaya kapanan gözlerine çoktan yüklemişlerdi. Yaşlı bir kadın, gözlüklerin üstünden baştan aşağı onu süzerken, gitarına dayanmış gençle bir an bakıştı. Yanında oturan genç kızın kucağındaki sarı kedi, adamın bavuluna doğru yerinden fırladı. Kokladı, kokladı. Üstündeki deliklerden patisini sokmaya çalışırken ittiren bir ayakla geriye doğru düştü. Koyu renk gözlüklerini çıkaran adam, bir görevli bulmak için etrafa bakarken salonun köşesindeki bilet gişesini fark etti.

– Bir sonraki tren ne zaman gelecek acaba?

– Onun görüşmesini yapıyoruz beyefendi. Arıza büyükmüş.

– İnsanları bu duruma düşürmeye hakkı yok kimsenin. Şikayet edeceğim.

– Bilgi gelince size aktarırım efendim.

Kedinin bavulu tırmalama sesiyle irkildi.

– Lanet hayvan git başımdan!

Dışarıya yöneldi. Bakışlar onu ve takipçisini izledi. Bavulu kapının arasında tutarak kedinin ardından dışarı çıkmasını engellediğine sevinip bir sigara yaktı. Zamanın kolay geçmeyeceği belliydi. Karnı da acıkmıştı. Elindeki bavulun daha beş altı saati vardı. Olmazsa içindekine müdahale etmesi gerekecekti. Liseye gittiği yılları anımsadı. Ardından her gün aklını ziyaret eden annesini. O ölene kadardı saltanatı. Sonrası babasının evlenme haberi, kapı önüne konuşu, ardından bir kuruşa muhtaç geçen günlerle  karanlığı bekleyip çöp konteynırlarında yiyecek aramaya kadar giden süreç, birilerinin ona kol kanat germesiyle bitmişti neyse. Bilseydi o ‘neyse’lerin nelerle bavul bavul dolu olduğunu. İyi para veriyorlardı. Hâlâ da iyi para. İstasyonlar arası geçiyordu yaşamı yıllardır. Sarı kedinin, kafasını taktığı bavulun deliklerine burnunu soktuğunu fark edince «Baş belası ne ara geldin yanıma,» diyerek okkalı bir tekme yapıştırdı. Hayvan cıyaklayarak birkaç metre ileriye savruldu. Sersemliğini üstünden atmaya çalışarak kuyruğunu kıstırıp kaçtı. Hırsını alamayan adam, bir istasyonda ilk kez bunları yaşamasının bunalmışlığı ile “Kahrolsun!” diye bir tekme de önüne gelen ilk çöp kovasına attı.

«Beyefendi, beyefendi,» sesleriyle  arkasını döndüğünde görevli ürkek ürkek konuşmaya başladı.

– Size iyi haber veremiyorum. Biraz sonra gelen tren de istasyonumuza kadarmış. Dediğim gibi arıza büyükmüş. Ne zaman onarılacağı hakkında tam bilgi verilemiyor. Sabaha kadar sürebilirmiş. Geceyi burada geçirmek isterseniz kasabamızda bir otel var ama.

Bu sözlerle bir banka kendini zor attı. Ne yapacaktı? Üç saat sonra buluşacağı kadın nerede olabilirdi?  Bu kadar sıkı önlem alınması gerekli miydi? Çete, bir gazetecinin, dilenci kadınların devamlı uyuyan bebeklerinden şüphelenmesini habere dönüştürmesiyle acil durumlarda bile telefon kullanılmasını yasaklamıştı. O gazetecinin hemen sonra bir kazada ölmesi tesadüf olabilir mi diye zihninde tartarken beklenen tren perona süzüldü. Siyah şapkasının altından sarı saçları dalgalanan, uzun boylu, dolgun göğüsleri krem rengi pardösüsünün üstünden bile belli olan kadın, elindeki mor renkli bir valizle ağzındaki sakızı abartılı çiğneyerek indi. Üzerlerindeki delikler birer göz olmuş bavullar birbirlerini fark etmede gecikmedi. Yerinden fırlayan adam, kadının yanına giderek heyecanla sordu.

              – Merhaba, gördün mü başımıza geleni? Ne yapacağız bu durumda?

              – Böyle bir şey için bize verilen özel bir talimat yok canım.

              – Benimkinin uyanmasına beş altı saat kaldı.

              – Neyse ki benim öyle bir sorunum yok canım. Dünkü teslimat elimde kaldı. Uyku ilacının dozunu fazla kaçırmışlar kesin. Sonuç malum.

             – Ne diyorsun? Senin bavul dolu mu? Ne olacak şimdi?

             – Ne yazık ki bu kez böyle canım. Başıma bela oldu. Önce bundan kurtulmalıyız. Sonra sendekini aktarırız, onun da bir an önce yerine ulaşması gerek.

             – Sorun dilendirilen kadınlarda. Sonra olan bize oluyor işte. Bebeklerle uğraş dur. Ayıldı mı, öldü mü? Yenisini ara, bul, ailelerini çetenin verdiği paraya ikna et, taşı, aktar, kadınları denetle. Biz dilensek bu kadar yıpranmayız. Bu işe bulaştığım güne lanet olsun!

             – Canım sen de ne paniksin. Aldırma. Bak bana, aldığım paraya bakarım, gerisi beni ilgilendirmez.

             – Kötü haberi biliyor musun? Geceyi burada geçirmek zorundaymışız. Kasabada bir otel varmış. Oraya mı gidelim, yoksa sabaha dek içeride mi bekleyelim?

             – Otele gidelim canım ya. Üç gün oldu sevişmeyeli zaten.

Ceyda Sevgi Ünal