Dumura uğradım diyorsun. Baş, kulak ağrılarım arttı. Tutuldu bacaklarım. Hiç olmazsa, günde bir saat sokağa atabilsem kendimi. Televizyonda haberyorum dinledikçe ölümü düşünüyorsun. Bir ara günlük çetele tuttun: test, vaka, vefat, yoğun bakım, entübe ve iyileşen sayısı; yükseliş, zirve, yavaşlama ve normale dönüş oranı. Bizimki de ölüm mü diyorsun? Göç, savaş, açlık var. Azdı insanlar; pazara, çarşıya, Taksim’e çıkmaya başladı. Yanyana hepsi. Marketlerin önünde kavga edenleri gördün. Kızıyorsun. Akıl var, izan var. Ölsünler! diyorsun. Sabah sabah kardeşin, “Yasak konmalı! Bağışıklık anlayışı bizde yaşlı ve kronik hastayı öldürür,” diyor. “Sen kimden yanasın, insanlar ne yapsın?” Tartıştınız ve telefonu yüzüne kapatıp çıktın balkona. Çıldırmak üzereydin. Yaşı yetmiş beş oldu hala konuşuyor diyorsun. Ben baktım terbiyesize! Keyif sürdü yazlıkta. O rahat koltukta işlerini yaparken sabah altı buçukta fabrikaya gidiyordun. Yirmi yıl dile kolay, azı yok fazlası var. Paraya tamah etmek, katakulli nedir bilmem diyorsun. Evlenmeyi ise hiç düşünmedin. Hata mı yaptım diyorsun? Çocuğum olsaydı bakardı. Kardeşinin oğlu uzak durdu annesinden. Şimdi bakımevinde. Karşıki binalara bakıyorsun. Hava güneşli ve pencerelerde kimse yok. İnsanlar kaçak sanki. Akasyanın açtığı çiçeği görüyorsun. Serçe dalda ve sallanıyor hafiften. Bahar ise kokusuz.

Tekir diyorsun. Nasıl anlıyor beni? Ayaklarına sürtündü. Gerinip döndü iki tarafa. Bakıyor. Gözleri sekmiyor bile. Tek dostun! Elini uzatıp başını okşamak istiyorsun. Çekiyor elini bir güç. Uzanmıyor elin. Bir yanın ‘Dokunma!’ diyor.

Gözüne çöp takılıyor. Topladın. Bir koşu atıp geleyim diyorsun. Yasak var ama yol çatına kadar yürürüm. Bir yanın ‘Dolaşma!’ diyor.

Haline şaşırıyorsun. Zar zor odaya attın kendini. Zaman geçmiyor sanki. Duvardaki fotoğrafları bir bir indiriyorsun. Kaçıncı silişin. On beş yaşında iken arkadaşınla plajda çekilen fotoğraf: Çok güzelsin ve imrendin. “Ah gençlik!” diyorsun. Bisikletle arşınladığın mahalle, cadde, şehir merkezi gözlerinin önünde. Şimdi koca koca binalar her tarafta, plaj kalmadı. Babanın fotoğrafı: Yakışıklı. Mısır Çarşısında esnaf. Kuzguncuk’u düşünüyorsun. Köşk. Odaları. Saltanatınız. Yokluk görmediniz. Bahçede sepete topladığın domates, biber, patlıcan. Tadı bayramların diyorsun. Akraba ve konu komşu toplanır eve. Hep babanın arkadaşı yüzünden oldu. Kefil etti ve sattırdı evi. Küçüktünüz o zaman. Kardeşin hatırlamıyordu bile. Annenin fotoğrafı: Ne aksi kadındı diyorsun. Çok az konuşur. Sevmezdin kendisini. Ama endamlı kadındı. Komşular esmer güzeli derdi. Hatırlayınca gururlandın yine de. Tekrar tekrar sildin çerçeve ve camını. Düşünüyorsun bazen, babanla arasındaki yaş farkını. Önceki iki evliliğinden çocuğu olmadı. Annenin on beş yaşında gelin olduğunu komşuya anlatırken duydun. Hiç akrabası yoktu diyorsun. Yine komşular arasında, annen için, “Otuz sekizde Dersim’den gelmiş, subay tanıdığımdan duydum.” diye konuşulana kulak misafiri oldun. Annene sorduğunda “Senin aklın ermez öyle şeylere, derslerine çalış!” deyip, döver ve bir hafta odaya kapardı. Babana sormaya hele hiç cesaret edemezdin. O zaman önemini anlayamadın ve düşünemiyorsun.  “Aman be!” deyip gülüp geçtin. Anneme haksızlık ettim diyorsun. Komşularıyla sohbet ederdi. Evdeki suskunluk, şiddete varan davranışın, sırrını şimdi daha iyi anlıyorsun. Evlenince sildi geçmişi. Her şeye sizin için katlandı. Fotoğrafı göğsünde ve hüngür hüngür ağlıyorsun.

Televizyonda alt yazı geçiyor.  “Altmış beş yaş izini: Pazar günü dört saat.” Cumartesi ve pazar, sokağa çıkma yasağı var. Biz yine de çıkıyoruz diyorsun. Ayrıcalıktı, düşünüldü. Kardeşine nispet gülümsedin.

Tekir’in dahi başını okşayamadım diyorsun. Dinç kaldınsa sevginden. Kimseye kötülük düşünmedin. Yaşayan arkadaşların, konu komşu arıyorsa; onların işine, hastalığına koşturmandı. Karşılaşınca göğsüne bastırır, dokunduğunu hissederdin. Yaşam sevincini birlikte yaşadınız.

Bir koşu çöpü atamadım diyorsun. Dinç kaldınsa yürümekten. Çarşı pazar gezerdin. Gerekmedikçe otobüs, taksiye binmedin. Dolaştın spor olduğu, yaşama güç katttığı için.

Kardeşin, “Kızdırmak istemedim sinirin geçti mi?” diyor. “Senin hakkını ödeyemem, özür dilerim.” Seviniyorsun. Olsun diyorsun. Bu başımıza gelenler dumura uğramamızdan. Kendimize emir verir olduk, ‘Dokunma!’ diye. Sevgimizden olduk, güven ilişkimiz zedelendi. Kendimize emir verir olduk, ‘Dolaşma!’ diye. Yüzyıllardır yürüdü canlı türü ve tarih yazdı. Kardeşin, “Ne zırvalıyorsun yine?” diyor. “Tutturdun bir dumur. Öyle emir mi olur?”

Muhsin Başaldı