Rita bakışlarını kendisini çevrelediğini düşündüğü bir duvardan diğerine uzanan boşluğa dikmiş, bir şeylerin olmasını bekliyordu. Hiçbir şey duymuyor oluşu onu tedirgin ediyordu. “Hareket etsem mi?” diye sorguladı. Kıpırdarsa, yalnız olmadığını hissettirecek sesleri duyamayacağından ürküyordu. Etrafını kuşattığına inandığı ama göremediği duvarlara sadece bakışlarıyla dokunur gibiydi. Bugüne kadar duyduğu tüm sesler kaybolmuştu sanki. Ya da kendisinden uzaklaşmış, onu terk etmişlerdi. Her tarafını saran, sarmalayan ve kendisine var olduğunu hissettiren o görünmeyen varlığı kaybetmiş olmanın rahatsızlığı ile kıpırdadı… Daha önce varlığını sorgulatacak kaygı verici hiçbir şeyle karşılaşmamıştı. Şimdi şüphe içindeydi. Hala var mıydı acaba? Yoksa yokluğun kuyusuna mı konulmuştu? Ellerini vücudunda gezdirip kaygılarını giderebilirdi belki ama korkuyordu. Parmakları hiçbir şeye değmezse ne yapacaktı. Elleri, havada hiçbir şeye çarpmadan dolaşabilen bir kelebek gibi gezinse daha çok korkacaktı o zaman. Yokluğunu hissedecekti. Kendi yokluğunu.  Var olmadığını. Sadece göz bebeklerini oynatmaya cesaret edebiliyordu. Görmenin onu rahatlatacağını düşünüyordu.  Ama orada da, bakışlarının ulaşabildiği yerde, alışagelmediği durumun varlığı onu rahatsız ediyordu. Sessizliğe eşlik eden bir görüntünün ona baktığını ve incelediğini hissediyordu. Kıpırdamayan, kıpırdarsa Rita’ya varlığını anımsatacak bir görüntü. Dikkatini toparlamaya çalıştı. Hayır. Göremiyordu işte. Yoktu o halde. Şimdi bir boşluğun içinde akan suyun ortasına saplanmış bir tahta çubuk, işe yaramaz bir metal gibiydi. Suyun kendisine çarparak etrafından dolanmak zorunda kaldığı bir nesne gibi. Sesler de kendisine çarpmadan yanından akıp gidiyor olabilir miydi? “Farklı bir şey denesem istediğimi elde edebilirim.” diye düşündü. Bağırsa, kendi sesini duyabilir ve kaygılarından, yalnız olduğu ya da var olmadığı kaygısından kurtulabilirdi. Ağzını açıp haykırsa; karşıdan da –hangi karşı olduğunu bilemiyordu tabi- yanıt gelirdi. Ya da kendi sesi kendisine dönerdi. Ona bile razı olurdu. Sesine yanıt verecek bir şey varsa yalnız olmadığını anlayacak ve rahatlayacaktı. Göndereceği ses dalgalarını kendisine kim geri verebilirdi ki? Kim olursa, ya da ne olursa olsundu. Bir şey var demekti. Kendi sesine eşlik edecek bir şey. Belki daha önceki zamanda, yani bu durumda olmadığı zamanda çıkardığı sesleri duymazlıktan gelenlerden daha etkili, kendisine var olduğunu, bir şeyler yapmakta, eylemekte olduğunu anlatacak, ya da anlamasına yardımcı olacak bir varlık. Sevindi Rita. İyi düşünüyordu. Düşünüyor olduğunu hissedebilir mi insan? “Neyse,” dedi “çok fazla kurcalamadan hemen dediğimi uygulamalıyım.”  Çok basitti yapacağı aslında. Ağzını açıp bağıracaktı, bir sözcük gönderecekti belki, ya da… “Neyse.” dedi ve ikinci adıma sürüklendi. Sözcük özenle seçilmeliydi. Geri geldiğinde iyi hissetmesine yarayacak bir sözcük olmalıydı bu. İkinci durumu doğuracaktı o zaman. Var olduğunun yanı sıra iyi olmasını da hissettirecekti. “İyi ki varım.” diyecekti o zaman. Kendisini yok etmek isteyenlere yeniden kafa tutmuş olacaktı. Tebessüm etti. Neden daha önce düşünmemişti bu yöntemi? Kızdı kendine. Oysa oldukça pratik zekalıydı. Bir şeyler onu yavaşlatmıştı.  Sözcüğü bulmaya çalıştı. “Haklısın”,  “Haksızsın”, “İyi ki varsın”,“ Seni seviyorum” gibi. Bunlardan herhangi biri istediği sonucu elde etmesine yardımcı olabilirdi. Bu sözcükler birbiri ardından geçti beyninin konuşma kıvrımlarından.” Sadece “Hey!” diye seslenmesi bile yeterli olabilirdi belki de. Kendisini var olduğuna inandırmaya itecek bir düşünceye sürüklemez mi? ”Hey!” Bir başlangıç, tatlı bir yola çıkış hali olurdu onun için. En son “hey” diye seslendiği kişi yakın arkadaşı Mike idi. Evet Rita o sesi çıkartmalıydı. Mike o seslenmeye yanıt vermiş ve iyi dost olmuşlardı. Her şeylerini paylaşmışlardı. Sevgilileri bile kıskanmıştı o güzel dostluklarını. Evet, evet bir başlangıç sözcüğü olabilirdi. Hem kısa ve söylenmesi kolaydı. Karşıdakini yormaması gerekiyordu. Belki kolay olduğu için dönüş yapardı ya da yaparlardı. “Yaparlardı.” diye tekrarladı. Şaşırdı. Çoğul eki mi kullanmıştı. “Ah, neler geçiyor kafamdan!” dedi Rita. Çoğulluğu seviyordu aslında. Keşke öyle olsaydı. Çoğulluk çıkaracağı, haykıracağı o sese önceden karşılık vermiş olsaydı ne güzel olurdu.

Ama yine telaşlandı. Nefes alış verişi hızlandı. Sesi çıkarmadan önce iyice düşünmeliydi. Ya karşılık alamazsa. İşte o zaman yıkım olurdu onun için. Hiçbir zaman var oluşunu bu kadar sorgulamamıştı. Ne olarak vardı şu anda? Nasıl bir şeydi? Neye benziyordu? Bunları bilemiyor olmak öfkelendirdi onu. Kızdı kendine. Oysa her zaman kendisi olmayı başarabilmişti. Bazen tercih ettiği yalnızlıklarından çok mutlu olarak ayrılırdı. Şimdi neden kaygılanıyordu o halde? Ne olmuştu da huyu değişmişti? “Yine seni mutlu edecek yalnızlığını davet etsene!” diye tekrarladı kendisine Rita. Denedi. Ama olmadı. Olmuyordu. Şimdi durum farklı görünüyordu. Kendisine varlığını hatırlatacak bir duruma ihtiyacı vardı. Yok oluşu, yok edilişi kabullenmek istemiyordu. Henüz zamanı değildi. Ona bile kendisi karar vermeliydi. Yok oluşa yani. Ama henüz o zamanın geldiğine inanamıyordu. Kararı vermesi için daha epey zamanı olduğunu düşünüyordu. Yoksa o nedenle mi buradaydı? Kendi hücresini mi yaratmıştı? Hiçbir şey duymuyor ve görmüyordu. Saf bir beyazlıktı bakışlarının ulaştığı yerler. Elini uzatıp onu sıyırsa, o beyazlığı yırtıp atsa. Durdu, yeniden düşündü. Kendisi mi karar vermişti yok olmaya? Öyleyse neden varlığını sorguluyor ve bir şeylerin kendisinin var olduğunu hissettirmesini arzuluyordu? Hayır kendisi karar vermemişti. Yine o karar vericiler devreye girmiş olmalı. Oysa ne kadar çok direnmişti onlara ya da direndiğini sanmıştı.

O kadar zor muydu şu adına duvar denilen setleri yıkmak? Kendi duvarlarını örmüş olabilir miydi? “Bizi çevreleyen duvara yaklaştığımızı düşündükçe yanıldığımızı görüyorduk.” demişti Mike ona. “Çok uzağımızda olanı yakınımızdaymış gibi görmenin hastalığını taşıyoruz. Hep yokmuş ya da güçsüzmüş gibiler, oysa sağlam bir şekilde orada olmayı sürdürüyorlar.” diye eklemişti sevgili dostu. Acı acı tebessüm etmişlerdi birbirlerine. “Ah Mike neredesin şimdi? Sesime ses verebilir misin?”  Var oluşunu anlamlandıran sevgili dostu çoktan yitip gitmişti oysa.

Kendisini rahatsız eden gürültülere bile razıydı şimdi. Genellikle  kızıyordu onlara ama şimdi o gürültülerin ona varlığını anımsatmada ne kadar yardımcı olduklarını daha iyi anlamıştı. Şimdi de yapsınlar o haylazlıkları. Hiç kızmayacaktı onlara. Var olmak önemliydi onun için. Yok oluşa hazır değildi henüz. Karar vericiler işlerini çok iyi biliyordu. Bir odaya koysalar duvarlara dokunacaktı en azından. Duvara vurduğunda karşılık görecekti. Duvar ona sesini, -sevmese de- soğukluğunu verecekti. Bu bile onun için bir “şey”di. Ayak sesleri, kendi ayak sesleri bile mutlu olmasını sağlayacaktı.

Öyle bir yerdeydi ki bunların hiçbiri gerçekleşmiyordu işte.  Hiçbir şey yok gibiydi. Kendisi bile. Elini uzatıp sisi aralasa kaçtığı gerçekler üzerine yıkılır mıydı? “Olsun.” dedi ve tüm gücünü toplayarak elini uzattı.

Hamit Ergüven