Bir yerden ayrılmayı mı severiz ayrılma fikrini mi? Bir yere kavuşmayı mı severiz kavuşma fikrini mi?
Bir nehir gibi sürüklenmeyi severiz ama ya denize ulaşma? Var mı kendini denize kabul ettirecek gücün, yerini beğenmeyen su damlası?
Evet, vardır bazı yolculuk dönüşlerinde kendimi yalnız hissetmeyişim, ama bu kez uçakta tanıştığım bir yabancıyla kendimi terminalde buluvermiştim. Havaalanının metalik, kontrollü, soğuk ve tekinsiz koridorlarını bir bavula sığdırmaya çalıştığımız hayatımızla aşıp; bavullarımız bize, biz bavullara sürtüne sürtüne terminalin dışına varmıştık. Aslında her zaman tedbirliyimdir, bu güveni nasıl sağladığını hiç düşünmeden gecenin araç geçmez karanlığında kendimi ona emanet ediverdim. Bana sık sık yolculuk ettiğinden bahsettiği için onun tecrübesine güvendim diyelim ya da artık sadece konu ne olursa olsun güvenecek ve kendimi sorgusuzca bırakacak birisine ihtiyaç duyuyordum. Giderken umutlu, gelirken bitkindim. Kaçtığım yerler beni kaçacağım yerlere döndürüyordu sürekli, sonsuz bir döngü gibi. Bu hiçbir işe yaramayacağını yıllar önce keşfettiğim uçak yolculuklarının en güzel tarafı bulutların üzerinde size ait olmayan bir dünyada olmaktı sanırım, bu kısacık görüntüden ne kadar haz alırsanız o kadar korkuyordunuz, evinizde yuvanızda olma özlemi sarıyordu içinizi. Ev; kimine göre kalbiniz, kimine göre yaşadığınız yer. Ne kadar farklı anlamları, hangisine yaklaştıkça hangisinden uzaklaşıyorsunuz? Aynılama çabası boşuna.
Yol arkadaşımı uçağın en arka sırasında cam kenarında buldum, rastlantı diyelim çünkü biletimi ben almamıştım. Gerçeği söylemek gerekirse yol boyunca konuşmalarımızdan da bir şey anlamadım. Takviye diye bir yerde çalışıyormuş, buradan bir ara şirket, bir ara örgüt diye bahsetti. Ne iş yaptıklarını pek anlayamadım, onun görevinin ne olduğunu da. Sık sık yolculuk yaptığından yorgundu ve bir an önce evine gidip, şöminesini yakmak istediğinden bahsediyordu. Arada bir konuşmalarımızı not alır gibi önündeki kâğıda eğiliyor ve sanki yaşadıklarını mektuba aktarır gibi ortamdan ve benden koparak bir şeyler karalıyordu. Neyse sadece yol arkadaşıydık, gerisini bilmem gerekmiyordu zaten.
Bu saatte terminalde son servisi kaçıracağım hiç aklıma gelmemişti. Her yeri İstanbul gibi zannediyordum, nasıl bir yanılgı. Gecenin zifiri karanlığında hiç araç geçmeyen yola ürpererek bakıyorum, terminal binası soluk ışıklarıyla bizi getirdiği yerde terk etmiş, yeni neşeli yolcularına kucak açmış gibi görünüyordu. Arkadaşıma ismini sorunca bir iki dakika duraksayıp “Bana Asistan diyebilirsin” demişti,” “ben de Nergis” diye elimi uzatmıştım, çaresiz bakışlarından ona ne kadar güvenebileceğimi sorguluyordum. Bir araç geçse, sadece bir araç.
Önümüzde duran taksiye attık kendimizi, arabacı bu saatte buralarda olmak cesaret ister der gibi bakıyordu. Ben de ürpermiştim. Garip bir sessizlik vardı arabada, onun Asistanı incelediğini fark edince hakkında daha fazla bilgi almak istedim. “Bu saatte servis olmayacağı hiç aklımızı gelmemişti” dedim, “İstanbul zannettik. Bu arada ben Nergis, yolumuz biraz uzun sanırım.” “Ben de arabacı” dedi arabacı. Asistan, arabacı ve gece karanlığı… Aklıma tüküreyim. “Ah sizler,” dedi arabacı, “dünyayı kendi yaşadığınız yer gibi bilir çocukça bir toylukla, bilinmezliğin kurallarını çözüverirsiniz.” Asistan susuyordu, “Haklısınız galiba” dedim “bu akşam size rast gelmemiz büyük şans!” tabi içimden yalnız olmamam da diye ekledim. “Her zaman bu kadar şanslı olmayabilirsiniz küçük hanım,” dedi “yalnız olmadığınıza dua edin.” Bu adamda garip bir şey vardı, sanki sezgileriyle korkularımı kelimelere döküyordu. İri yarı bir adama benziyordu, direksiyondaki kolları gereğinden fazla büküldüğüne göre oldukça uzun kolları olmalı diye düşündüm. “Uçak yolculuğu nasıldı? Hayatım boyunca uçağa binmedim sevmem boşlukta sallanmayı.” “Sallanmıyoruz, gidiyoruz” dedim, “Gidecekleri yerden emin olmayanlar için sallanma diyelim buna.” dedi.
“Benim de aklım basmamıştı önceleri, dersimi aldım sonra, ağırlığını kaybeden insan nereye boşluk açılsa, oraya savrulup gider.”
Hayatım boyunca bilinç süzgecinden geçirmediğim hiçbir şeye savrulmamıştım. Yine de hep sürüklenme, hep sürüklenme.
“Arkadaşınız çok sessiz.” deyince, Asistanın başını cama dayamış uyur uyanık ışıklar içinde akan yola bilincini bıraktığını gördüm. Uçakta kime mektup yazıyordu? Dalıp dalıp gitmesinden her ayrıntıyı anlattığını tahmin ettiğim kâğıtları olmadan yaşamı kendi adına anlamlandırabilir miydi? Zaman zaman benim de kâğıtlarla yoldaşlığım olurdu, tek taraflıydı bu aşk. Hem ne kadar tanıyordum onu? Bir yabancıdan bana neydi sanki.
“Aileden biriyle olunca tehlikeyi sezmek zorlaşır. Siz ikiniz birbirinizden eminsiniz öyle mi?”
“Hayır,” dedim “sadece birlikte uçtuk.” o kadar.
Uyarılarını dikkate alanlar düştükleri kötü durumdan sıyrılma şansını yakalayabilirlermiş. Ümide kapı araladığı için kendini güvende hissediyormuş yoksa kuralları çiğnemeye cesaret edemezmiş, kimse bu gerçeklerin söylenmesini istemezmiş.
Kafam karıştı, bunları bize niye anlatıyordu? Ne için bizi uyarmaya çalışıyordu? Biz de onun için yabancıydık. Özellikle Asistanla ilgileniyor gibiydi. Bizi otogara götürecek servisleri kaçırdığımız için son anda zar zor bulduğumuz arabacı, acele olarak terminale onu çağıran güvenlik görevlisine önemli bir işe yetişeceğini, vakte bağlı bir işi olduğunu ama bizi orada öyle bırakmak istemediği için otobüslerin bekleme yapacağı bir uğrak noktasına kadar götürebileceğini söylemişti.
Uğrak noktasına geldiğimizde inmek için hazırlanırken yol ayırımında yavaşlayan Arabacı, gölün havalimanına bakan yakasını geçip dağlara doğru döneceğini, bir saatlik gecikmenin bizim için çok şey fark etmeyeceğini söyleyerek ağaçlık bir yola saptı.
Rahatsız olmuştum, “Ben inmek istiyorum!” dedim ve Asistan o an daldığı dünyadan uyanarak dikkatini bana yoğunlaştırdı. Onun da benimle inmek isteyeceğini, beni gecenin bu saatinde yalnız bırakmayacağını düşünmüştüm ama arabacıya bir saatlik gecikmenin kendisi için çok şey fark ettirmeyeceğini, zaten bir bekleyeni olmadığını söyledi, gülümseyerek “Sadece bir mektup.” dedi. Onun ilk kez huzurlu bir teslim oluşa kendini bıraktığını görüyordum.
Neden inemedim arabadan bilmiyorum. Belki Asistanı bu garip, uzun burunlu keskin gözlü arabacıyla bırakmamak için, belki karanlığa tek başıma teslim olma korkumdan.
“Ay yükünden kurtulacak bu gece, belki size de bir gelecek görünür” dedi. “Pınarlarımızda susuzluğunuzu bir giderin önce de.”
Sessizleşmiştim, nereye gideceğimiz belirsiz, sürekli uçakların tekinsizliğinden dem vuran bir canlıdan çok yarı bitki yarı hayvan karışımına benzeyen arabacının kullandığı arabanın kaderine terk etmiştik kendimizi.
Bir taraftan da içimde müthiş bir coşku hissediyordum, sürüklenme coşkusu!
Bunun hazzı için değil miydi bilineni reddimiz, bilinmeyende kaybolmak? Arabacı haklıydı, ağırlığımızdan kurtulmak için aldığımız pasaportlar bize konacak toprak bırakmıyordu, gerisi yurtsuzluk hissi. İçim sızladı, sırtımı ürperten o bilinmezliğin bitişiydi belki de, denenmişliği… Anlamın peşinde ortaya saçılan her yerdeki parçalarımı birleştirsem ortaya ben çıkar mıydım? Bu ancak bir Picasso tablosu olabilirdi.
İnsan gittiği yere yarı silinmiş, karalama izleriyle boşlukta gölge gibi titreşen hikâyesini de götürmek istiyor.
Sıtma ağaçlarının altından geçerken, “Bir başıma olsam vurur yürürdüm bundan sonrasını,” diyerek yavaşladı frene bastı adam, farları söndürüp kontağı kapadığı anda dolunay gölün ortasına düşüverdi sanki zihnim ışıklanıp çalkalandı, “Bakın şöyle, bu simli geceyi unutamayacaksınız.”
Simli ve nemli gece… Ürperen sırtıma buz gibi bir soğukluk yapışmış, ay ışığı altında tüm vücudum ve tenim titremeye başlamıştı, etrafımdaki bu gerçeklik hissettiğim titremeyle eriyor, az ilerde uçaktan minyatür su damlası gibi gördüğümüz göl, sınırsızlığıyla bizi içine çekiyordu.
Asistan arabacıya “Acele bir yere mi yetişecektiniz?” diye sordu.
“Dolunay geceleri dakika hesabıyla yaşıyoruz, her saniyesi ayrı kıymetlidir bizim için.”
Bugün yolda ne kadar çok zaman kaybetmiştik aktarmalar, transferler ve şimdi Dolunay… Şiş ayaklarım ve vücudum artık sıkan her şeyden kurtulmak ve bugünün tüm yükünü bırakmak istiyordu artık. Evimi ya da herhangi bir evi özlemiştim. Dolunay uçak kadar tekinsizdi. Birisi yağmur üstü, diğeri çamur altı.
“Bu geceki kayıp dakikalarınızın hepsini kazanabilirsiniz.”
Asistan da ben de şaşırmıştık.
Sanki yakalanamaz sezgilerimiz sönüp gittikleri anda onun sesiyle söze dönüşüyordu.
Kazanmak isterdik tabi, “Nasıl olacak peki?”
Ayakkabılarını çıkarıp anlayamadığım bir şeyler mırıldanarak göle doğru yürüdü, yassı yumuşak ayaklarıyla çamurlu suda batmadan ilerlediğini görüp ellerim yüzümde izlemeye koyuldum onu.
Sürüklenme coşkusu, peki ya yaratma gücü? Yaratma gücü belki de kaçmayacak cesaretin olduğu zaman ortaya çıkıyordu. Tam ay ışığının tekinsiz ışığında, çamurun içinde. Ona bulanma cesaretin var mı küçük su damlası?
Ayakkabılarımı çıkardım, arabacının yassı yumuşak ayak izlerinin üzerine basarak arkasından gittim ama arabacı beni görmüyordu, ürpererek gecenin karanlığını kendisine sığınak yapmış Asistana seslendi.
“Yerden aldığın bir şeye söyleyip göle bırak, sesini suyla buluşturacak ne olsa ayıltır seni, belleğin canlanır, unuttuğun şeyler aklına gelir.”
“Huzur” diyerek yerden aldığım üstüne çamurun soğukluğu bulaşmış yosun parçasını huzursuzca kıpırdayan göle attım. Asistan da ne olduğunu anlayamadığım sonu yılan tıslamasına benzeyen niyetini suyla buluşturmuştu.
Sazların eğilişiyle suda yüzen bir gelincik baykuşu yakalamış da ümitsiz bir çırpınışla göl burulup kırışıyordu sanki.
Hani saniyeler süren anlar vardır; Asistanın ve benim bu büyülü ve bir o kadar tekinsiz anı bir daha hiç unutmama sözü veren gözlerimiz karşılaştı. An mührü.
Arabacının bizi izlediğine dair garip bir hisse kapıldım. Aklımdan geçenleri bir biçimde sezdiğini fark etmiştim, kalp atışımı işitiyordu sanki kulağı titreşime fazlasıyla hassastı belki de, içsesimi süzüp çekiyor olabilir miydi? Kendi kendimi yankıladığım duygusuna kapıldım bir an.
Arabacının bu büyülü geceye özel bir anlam yüklediği suyu içmemiz gerekiyordu, ayakkabılarımızı giyip arabaya döndük.
Gölün arkasına yavaşça kıvrılarak yamaçlara doğru sürdü arabayı, balçık kokusundan sıyrılıp dağ sırtında bozuk bir yola saptık, kontağı kapadığında arabanın açık camlarından içeri taze bahar havası esip doldu, gömüldüğümüz karanlıkta ağaçlar, çalılar yaprak uçlarından sürgünlerinden ışıyarak aydınlanmaya başladı, ince uzak yıldızlar parladı gökte.
Kendimi uçarken evrenin hâkimi hissettiğim gökyüzünün kokusu var mıdır diye düşündüm, yağmurun üstü yağmur kokusunu bilir mi?
Bagajdan küçük bir bakır güğüm çıkardıktan sonra fenerle önümüzü aydınlatarak yürümeye başladı.
“Dolunay tam böyle dağların üstüne indiğinde buraya gelmiş olurum, o vakit çeşmenin oluğundan kaval sesiyle akıyor su.”
Uçağın ışıklarında bir bulutun içinden geçer gibi tedirgindim, bu gecenin bana hediye ettiği iki rastlantısal öndere sezgisel olarak güvenmekle beraber, bu sürüklenme duygusu beni çok rahatsız etmeye başlamıştı yine yatağımın kokusun özlediğimi hissettim. Maceraların sonu olmalı ve her macera mis kokulu yatağımda son bulmalıydı kanımca, oysa sınırlanmış hayatımın ötesini merak eden bendim. Gecenin bir yarısında elinde bakır güğümü olan bir yabancıyı peşi sıra takip ediyorduk, sürüklenme coşkusunda erimek isteyen ben, az önce hayatıma huzur getirme görevini için için kendi huzursuzluğuyla beslenen bir göle vermiştim.
Dalları birbirine kol atıp karışmış Dat ağaçlarının altından eğilerek ay ışığında parlayan beyaz taşlarla kaplı bir patikaya çıktık sonra.
…Kör bir dokunuşla ayaklarım dolaşacak olsa çalıların uçurumuna yuvarlanıp giderdim.
Sezgisel rehberim şaşırtıcı bir kıvraklıkla eğildiği yolun kıyısına diz çöküp oturdu, boynunu kısıp burnunu yere uzatışına dayanamayıp sessizce uzaklaştım yanından, gölgesi fener ışığında çağlar öncesinden yansıyormuş gibi dalgalanıyordu, içimi titreten bir üşümeyle başımı kayalıklara çevirdim, korkudan dönüp bakamadım bir süre, gözüme siliniverecek dumansı bir hayalden farksız görünüyordu. Arabacı, gölgesinin sallanıp titreştiği karanlıktan gagasını karnına gömüp üstüne kanatlarını örtmüş kayıp bir kuş uçuverecekti sanki.
Uzak köylerden gecenin sessizliğinde şarkı söyleyen kadınların sesi kulağımda ilkel bir yakarışa dönüştü.
Artık ürpermemi engelleyemiyordum zangır zangır titremeye başladım, yeter dedim bitsin bu saçmalık! Evime gitmek istiyorum, beni bekleyen insanlar var ve ben saçma sapan ne olduğunu bilmediğim ve bilmekte istemediğim bir tepede güğümün peşine takılmış yürüyorum. Vaktim sınırlı benim! Evimde olmam lazım sadece tek gecem var sonra bir uçak yolculuğu daha! Bu kez asla havaalanı servisini kaçırmam! Asistana sinirli bir bakış attım onun zamanı olabilirdi tüm bu saçmalıklara.
Bakışlarını göğe dikip, “Nerede duracağını bilmeyen uzağa kaçar senin gibi… Bir evin yok değil mi? Kapın, eşiğin yok, ayağını koyacak yeri olmayan kendini tartıp mesafesini ayarlayamaz, bizim buralarda bir laf vardır, ‘Ölçüsüzü köksüze taşlatırlar,’ diye.”
Ağlamaya başladım; sarsıla sarsıla, omuzlarım aşağı düşe düşe ağlıyordum. Gözümün önüne arabacının kanatlarını örtmüş uçacak kayıp bir kuş görüntüsü geldi, demirden kanatlarım vardı bir biletlik her inişimde söküp alınan, bastığım hiçbir toprak bana ait değildi, hepsi benden önce bellenmiş, sürülmüş.
Asistan kollarını sardı ve koynuna çekti beni, boynu sıcacıktı. Arabacının keskin yeşil gözleri hüzünlüydü, “Söylemiştim” dedi, “söylenmesi istenmeyen gerçekleri söylerim, uyarılarımı dikkate alanlar düştükleri kötü durumlardan sıyrılma şansını yakalayabilirler. ”
Bekleyin beni “Eve su yetiştirmeyecek olsam kalıp beklerdim ikinizle.”
Suyu köyüne götürüp geldi.
***
Dönüşte üçümüz de konuşmadık hiç.
Dağların üstünden göle inecekmiş gibi alçalan bir uçağın çakıp parlayan karaltısıyla Yolun karşısına geçip yavaşladığımızda harflerinin çoğu sönmüş ışıklı kayar yazı çarptı gözüme, Arabacı’nın bize güvenli olduğunu söylediği uğrak yerinde hayat yokmuş gibi görünüyordu.
Asistan hüznümü anlamıştı, “Benimle gelmek ister misin?” dedi, “Kızılyalı’da beni bekleyen şey de yalnızlık.”
Benzin istasyonunun girişini aydınlatan ışıklı okun önünde arabadan indik oturduk yolun kenarına, açık olduğunu söylediği marketin camından kör yansımalar oynaşıyor, sanki yıllardır hiç yolcu uğramamış buraya, dolunay altında iki yabancı…
Yorgunluktan bavulun üzerine düşmek üzereyken gelen minibüse attık kendimizi.
***
Simli dolunay gecemizin etkisiyle kendimizden geçip artık minibüsün camından arsızca geçen manzaradan da sıkılıp zamanı öldürmek istediğimizde kendinden bahsetti Asistan; ama Tijen, Raşit, Tamsi için otobüs yolculuğunu beklemem gerekiyormuş, sonradan şöyle demişti bana; Takviye’yi anlatmadan onlardan bahsedemezdim, ama Takviye’yi ben bile kendime anlatamıyorum.
Tijen’i görmeden sevsem de Asistanın erken yaşta kaybettiği ablasının düşünü sürdürmek için davasına inanmadığı bir hayatta sürüklenmesini anlayamıyordum. “Yalnız değilim aslında” dedi. “Raşit’e yazdığım mektuplar benim hayat güncem ama artık yazmayacağım.” Raşit’e de söyledim, “Yaşadığım şeylerin üzerine gölgen düşüyor gibi geliyor, araya sözcükler düşünceler giriyor, sana içimden sürekli laf yetiştirdiğimi fark ettim, yorucu oluyor benim için” dedim. Diğer taraftan annem babam ve dedem babamın kullandığı bir arabada aşırı hızdan dolayı kaza yapıp ölünce -o yüzden Christa babamı hiç affetmedi– “Tijen’le beni anneannem Christa büyüttü. Son alarak onun da benliğini kaybetmesiyle kimsesiz ve hikâyesiz kaldım tümüyle. Raşit’ten başka dünyada yakın olduğum biri yok. Tamsi var işte, dişlerimi sızlatan gülüşü ve yaşama coşkusuyla.”
Yolculuklardan bıkmış artık, sana Tamsi’den bahsetmedim diyerek onunla konuşmalarını, çıkaracağı yalnızlık fanzinini anlattı bana, ilk sayısını nedense ondan korkup evine girmediği için İçeri Girmeme Manifestosu’na ayırmış,
Dışarıda dayak yemek daha iyidir, kurtarmaya gelen olur içerideki gizli kalır, ölebilirsiniz bile.
Ağaçlar dışarıdadır, kuşlar dışarıdadır, bulutlar dışarıdadır, babanız içeridedir, babanızın karısı içeridedir, yatağınız dışarıda olsun!
Yolculuğumuzun bir kısmı bu Manifesto’ya girecek yeni cümleler yeni bulmakla geçti,
Dışarda olmak iyidir; dışarısı savruktur, içerisi titrek.
Her şey dışardan içeri gelir ve içerde biter.
Dışarda şatafatlı rollerin vardır, evde sefil görevlerin.
Kahkahalarla gülüyorduk.
Tamsi derken sesindeki tını, göle attığı kayıp zamanı geri alma nesnesine ne kadar benziyordu, yılan tıslamasıyla biten kelime, Tamsi? “Seni onunla tanıştırırım, şimdi beni bekliyordur.” deyince belli belirsiz bir kıskançlık dalgasıyla ürperdi kalbim, yine kendimi yalnızlığın dibinde hissettim.
Söylediği gibi Tamsi kapıda bekliyordu, ürkek ve küskün bir ceylan gibi baktı bize. Mektubu getirirken büyük tehlike atlatmış. Asistan ona şöminede ısınmasını söyledi ama o bir adım geriye kaçıp boş ver anlamında bir hareket yaptı, duygularından yakalanmaktan korkan karaca gibi. Raşit’in mektubunu alıp hemen gitmesi gerekiyormuş. Asistan onunla konuşurken Tamsi’nin ağzından turuncu dumanlar savrulduğuna yemin edebilirdi.
Kızılyalı’da akşam şömine de simli dolunayı andık, sabah Christa’nın sundurmasında dolaşıyoruz, Christa’ nın seramik fırını için yaptırdığı sundurma, çarkı artık dönmez olmuş tornası, sırlanmış sırlanmamış çanakları, saksı kalıpları… Asistan Christa’dan bahsediyor, “Anneannem bir karar vermemiz gerektiğinde çocukluğumuza dönüp sevinçli anılara dalmamızı öğütlerdi Tijen’le bana, mutlaka o genişliği ferahlığı duyarak kendimizle birkaç gün geçirmeliydik: “Siz oyun oynarken bırakın karar da çiçekleri böcekleri dolaşıp içinize doğsun…”
***
Kapıdaki bavuluma sıkıntıyla baktım, bin ayrı parçamın gideceği bin ayrı kapım vardı. Onun evin içinde olması kaçış bayrağım, dışı belirsizlik sığınağıydı ve onu çekiştire çekiştire her kaçışım binlerce tekinsizlik içeriyordu. Vatan gibi sığındığım, benim olmayan topraklar bir azizenin doğum kutlamaları gibi karşılıyorlardı beni, aynı konvoy bir süre sonra aynı heyecanla taşıyordu hayalleri bitmiş cenazemi.
Arabacı haklıydı bir evim yoktu, her bir parçamın gittiği ve her bir parçamın orada binlerce parçasını bıraktığı binlerce evim vardı.
Gittiğim her yerde bir parçam orada kalıyor, ama oradan aldığım parça bana tam uyumlanamadan virüs gibi vücuduma uyum sağlamaya çalışarak yaşıyordu.
Her gidişimde eksiliyor muydum, artıyor muydum bilmiyorum ama dağınık bir çoğalmaydı bu, merkezini unutmuş.
Christa’nın seramik fincanından ılık bir yudum aldım. Asistan’a özendim, yalnızlığına acıdım ama onun Tamsi’si vardı en azından. Christa hayatta olsa ne çok şey sorardım ona; benim içimdeki bilge yorgun.
***
Annem sesleniyor; her zamanki gibi şıkır şıkır, her zamanki gibi kırılgan, her zamanki gibi yalnız. Son ılık yudumumu fincanın dibinde bırakıp belki onun yalnızlığına hediye ediyorum son yudumumu.
Sesinin endişesiyle hızla yerimden fırlıyorum, çiçeğinin yeni açan yaprağını gösteriyor çocuksu bir sevinçle, dışardaki binlercesi anlatamıyorum.
Daha dün geldim buraya ama hatıralar sisler ardında, ona arabacıyı ve Asistanı anlatmak sisin ötesinde kaldı.
Sıradan alışkanlıklarımıza dönüyoruz, hayatımız boyunca öngöremediğimiz kaderimizi kahve fincanlarında arayıp eski yazıyla bize bir şeyler anlatmaya çalışan tanrılara lanetler okuyoruz, az sonra şükrüne sığınacağımız.
Ya da annem sesleniyor duymamazlığa geliyorum, göreceğim dünden öte yaprağın milimetrik büyümesini es geçip fincandaki son damlanın tadını çıkarıyorum. Her geçen gün binalara karışan yeşilliğe dala dala. Yapılan inşaattan birkaç gün görünmeyecek olan yaprakların selamını alıyorum. Narlarda sabah ninnisi. Bir parçamı bırakıyorum narın kırmızı kabuğuna. Ah bu ev! Eskiden koşuşturma çığlık sesleriyle dolu merdivenler, girenler çıkanlar açılan kapılar, kapıda arabalar, misinaya takılan balıkların lezzetine bürünen bahçe sofraları ama bir o kadar katı, bir kadar kurallı. İçimden söylemek istediğim kelimeler kırgın, ellerim hep olmak istediklerinden başka yerde. Ruhunu kimse merak etmez, o koşturmalar arasına sıkışan.
Uzak kampların şen şakrak kahkahaları, evimizin önünden geçerken kıskanılan bakışlar, kahkahaları kıskanan ben.
Arabacı yalınayak evimizi saran bamya tarlalarında dolaşıyor sanki. Biz bu tarlaların içindeki bir barakanın misafirleriydik derme çatma kurulan. Sivrisineklerden cibinlikle korunduğun patlıcanlı, biber kızartmalı şen sofralarında hayattan başka bir şey istemediğin barakalar. Onlar da gülüyorlar işte, ama bizim evimiz var. Hem de üç katlı.
Arabacı’nın sesi yankılandı kulağımda : “Toprakla arayı soğutanların sonu hazin olur, beni dinleyin siz.”
***
Güneş mor kızıl ufka doğru sıçrayıp yeşile çalıyor, ay kesik kesik beyazlanıyor, milyonlarca yıl öncesinin buz ağartısı. Sabah göğünde parlayan dolunay ve güneş yüreğime işledi, baktıkça küçülüyorum, dağlar tül yumuşaklığında, ağaçlar gölge hafifliğinde görünüyor, hiçbir şeyin içi yokmuş gibi.
Ay ışığı vurmuş geceye… Arabacı sazlıkların arasından kayboluyor, sazlıklar beni içine çekip bilinmez diyarlara sürüklüyor rüzgârlı başlarıyla okşayarak. Zaman içinde akarken elbisemin kumaşlarını öpen sert başları, şimdi sivri uçlara takıla takıla çıplaklaşan vücudumda ufak çizikler açıyor. Tüller sarıyor çıplak vücudumu, ayaklarım çıplak, uzun parmaklarımda antik bir savaşçıyı hatırlatan sandaletler, arenalara dönüyorum, halkın vahşet çağrısı amazon dişiliğimden taşıyor, öldürüyorum kadınlığımı. Ama bu tüller… Okşuyor tüm vücudumu, Ege’nin yirmi dört bin yıllık rüzgârıyla. Rüzgâr bugün hiç değişmemiş. Zarif boynumdan sadece göğsümün yarısını kapatarak göbeğime kadar inen ipeksi tenime dolanan tülüm, kaslı bacaklarımda dalgalanarak kökleniyor toprağa. Rüzgâr beni içine alıp, sarhoş ettiği tüllerimle dans ediyor. Meltem bu! Nerede olsa tanırım Ege’nin ılık nefesini, vücudumu yasemin kokularıyla okşarken. Zeytin kokusu yerleşiyor benliğime, bin yıllar sonrası uyanacak. Terli kaslar limandan gelen Amphoraları taşıyor, Ben Klazomenai, kırgınlıklar kenti. Parçalanmışlığım İskender’in düğümleri açmak için kesen kılıcıyla birleşiyor, Ben adayım, Ben karayım ve ben Tanrıçayım, boynumda gümüş sikkeler… Kuğular çekiyor Apollo’nun arabasını. Limanımdan ayrılan gemilerle yerleşiyorum gittiğim topraklara; tadımı sunuyorum, boğazlarını yakıp geçiyor kokum, rüzgârım. Ben Klazomenai, sütunlarına ilişiyorum kentimin, geçen bin yıllarda parça parça eriyip toprağa karışıyorum, tuzlu deniz suları eritiyor tiyatrolarımı, balıklar izliyor güneşi emen taşlarda yankılanan seslerimi, yağmurlar karışıyor kanıma, eritiyorum zamanı bilincimde. Şimdi dediğin oldu arabacı, eriyip katman oldum zamana ve toprakta Nergislerle açıyorum gözümü.
Annem “Nergis!” diye sesleniyor, “Kahven soğudu.” Kahve içerken döndüğüm âlemden bir parça takılıyor saçlarıma, eksiliyorum yitip giden zamanda.
Gitmem lazım anne diyorum, tam da buranın bir parçası olmuşken; gözlerinde zapt edebildiği yaşlar, dilinde sahte bir sevinç, onulmaz bir umutla “Git kızım.” diyor. Ona en kısa zamanda dönme sözü veriyorum, inanıyoruz yalanlarıma.
İstanbul’a gitmem lazım anne; topladığım parçaları orada kaybetmeliyim, senden aldığım güveni harcamalıyım bir arkadaşımın derdinin burçlarında, babamın yatağının sıcağını örtmeliyim üşüten sabaha. Narlar çok güzeldi ama benim değiller, buranın benim olmadığı gibi orası da benim değil, ama artık göklerde… Ahhhh arabacı! Sığındığım gökleri dar ettin bana, yaşlı, huysuz bilge… Üstüne vazife miydi, bizi mi buldun gecenin karanlığında düşlerimizi çalacak? Hayat böyledir zaten, kumu kristal eyler, bin beş yüz elli derece sıcaklıkta.
Gitmeliyim anne; gündüz sokaklarının uğultusu, gece uykumu öğütmeli, bilmediğim rüyalara uyanmalıyım. Birey olmaktan çıkıp hareketler yığını olmuş insanlara çarpmalıyım, zamanlarını çalmalıyım bir selam verişle. Size Klazomenai’nin rüzgârını getirdim derken işine koşturan birkaç kişi sertçe çarpmalı, meltemin okşadığı omuzlarıma. Paha biçilmeli Tanrıçalara, bir taklit sütuna paralar dökmeliyim, zeytinyağı gibi bilgelik sızması beklenilen.
Gitmeli ve üşümeliyim anne, her yerde üşümeliyim. Yanında geçmiş üşütüyor beni, uzaklarda gelecek, gökyüzünde arabacı.
Turuncu bir nefes istiyorum, güneşe yakın.
“Christa Tijen’le bana Kızılyalı ‘da kalmaya nasıl karar verdiğini anlatmıştı biz küçükken, bir gün uyanıp başını pencereden dışarı uzatmış ve öylece bakakalmış, sanki çocukluk bahçesi uzanmış gözünün önünde. “Bahçe karar verdi kalmama, çocukluk duygularınızın canlanmadığı yerlerde yaşama sevinciniz söner, bırakıp gidin oraları,” demişti. Çocukluk duygularım?
Var mı yeni bir yolculuğa gücün? Toprak oldun, rüzgâr oldun; akmak istiyorsun ama bulutların üzerinde yağmur yok, hoşnutsuz su damlası.
Şaheser Yılmaz
İtalik alıntılar Latife TEKİN’in SÜRÜKLENME adlı romanından yapılmıştır.