“yüzemez yunuslar çaylar içinde”Aşık Mahzuni Şerif

Saat tik takları ölümcül suskunluklarını bozan tek şeydi.

Odadaki büyüklü, küçüklü çeşit çeşit saat, bulundukları ortama pek aldırış etmeden -belki yakışıksız- çalışmaya devam ediyorlardı. Şirketin kapısından girenlerin ilk bakışta fark edecekleri irili  ufaklı balıkların, masmavi denizde mercanların arasındaki yüzüşlerini resmeden duvar kağıdı;  cam bölmelerle birbirlerinden ayrılmış masaların arkasındaki duvarı boydan boya kaplıyordu.

Girişteki koltuklarda oturanların  arada bir yerden  kaldırdıkları gözleri, duvarların izin verdiği sınır boyunca bir ileri bir geri giden adamınkilerle buluşunca telaşla eski yerlerine yöneliyordu. Açık mavi gömleğini ciddi bir selamla enine ikiye bölen kahverengi kravatını gevşeten genç adam, yorgun adımlarla ulaştığı masaya oturdu.

“Kendinizi toplayın arkadaşlar, bir an önce  hafızanızın tozlu dosyalarını silkelemeniz gerekiyor. Polisler birazdan burada olur. Bendeki şansa bak ya! Baban kalp krizi geçirsin, yoğun bakımda ölüm kalım mücadelesinde, apar topar yurt dışından gel, iş başı yaptığın gün; burada, aranızda çalışan bir kadın karşı kaldırımda öldürülsün. İçinizden biri polislere burada çalıştığını söylesin. İşe bak ki onunla ilgili hiçbir şey bilmeyin, ismini bile! Bilgisayar çağındayız  artık herkesi tanıyabilirsin. Yaz Google’a ismini her şey çıkıyor, sosyal medya diye de bir gerçek var, onca şeye rağmen!”

Kuruyan dudaklarını ıslatmak için bir yudum su içen adam konuşmasına devam etti.

“Hatırlama zamanı bayanlar, baylar! Bu kadınla ilgili kim, ne biliyor? Önce, nedense polislere onun burada çalıştığını söyleyen Ayşen Hanım, sizden başlayalım!”

“Nedense mi? Burada çalışıyordu da onun için söyledim Burak Bey! Bunun için de mi suçlanacağım, toplandığımızdan beri sadece ben konuşuyorum, siz de yalnız bana soru üstüne soru yöneltiyorsunuz. Benden başka bu işyerinde çalışan altı kişi daha var, hepsi de karşınızda!”

“Devam edin lütfen Ayşen Hanım.”

“Aslında onu başta fark etmekle, etmemek arasındaydım. Burası her zaman çok gürültülü, çok kalabalıktır. Yurt dışından gelen saat kolilerini taşıyan hamallar, satışçılar, müşteriler, herkes bir ağızdan konuşur,  hele fuar zamanı tam bir panayır hali hakimdir buraya. Öyle bir ses curcunası ki, insana kendi iç sesini bile unutturur cinsten. Yapacağınız tek şey tüm bu kargaşaya kulaklarınızı kapatmak ve işinize odaklanmaktır. Aksi halde hata yapmanız kaçınılmaz olur, ben de işimden olmamak için öyle yapıyordum.”

Ayşen’in de dudakları kurumuştu.

“Bir gün işe gelirken şu karşı kaldırımdaki komik dilencinin yanında gördüm onu. Kıpırtısız halde duruyor, çalan türküyü dinliyordu. Parça bittiğinde dilenciye bir şey söylemeden ya da ne bileyim para filan vermeden arkasını dönüp karşıya geçmişti.”

“Komik dilenci mi? Şu kurtardığı kadın mı?”

 “Evet, komikti işte, yanında duran cep telefonuna bağladığı bozuk hoparlörden yayılan parça mesela: Han sarhoş hancı sarhoş. Döndürüp döndürüp aynı türküyü çalıyordu, ben de çok severim ama ne bileyim orada  duyduğumda komik geliyordu. Bir de şu plastik bebek bacakları var. Dilenci, kedi gibi altına toplamış dizinden aşağısını, numara yaptığı besbelli çevresinde ne bir değnek ne bir baston, oturduğu çarşafın üstüne  iki tane de plastikten oyuncak bebek bacağı koymuş, sanki ayağa kalktığında onlarla yürüyecek! Gelen geçenle alay eder gibi hep gülümser vaziyette olması, bu da komik, bir de üstüne yazıyı ekleyince. Leş gibi bir karton parçasına,  eğri  büğrü harflerle “gerçeğin bacakları” yazmış, eh, bu çok komik bana göre. Öyle bir kadının yazacağı, düşüneceği şey mi bu hiç? “

Tekli koltukta oturan karnı burnundaki  kadın söze karıştı.

“Ne demek öyle bir kadın?”

“Saçları kirden birbirine dolanmış, kördüğüm, leş gibi kokuyor, okuma yazması var mı o bile meçhul, üstelik dileniyor, herhalde o yazamaz böyle bir cümleyi. Bu demek!”

“Düşünmek, yazmak için belli bir tipin mi olması gerekiyor? Söylediğin gibi görünen o kadar çok şair, yazar var ki…”

“Başka zaman tartışırsınız, zaman kaybediyoruz. Evet, devam edin kaldığınız yerden Ayşen Hanım.”

“Ağzı olan konuşuyor, neyse… Onu izlemeye başladım o karşılaşmadan sonra. Oturduğu masanın üstündeki tavan ampulüne bakın, işe başladığımdan beri sönük, yalnız onun oturduğu yerdeki. Hepimizin üstündekiler yanarken, bir tek o gölgedeydi. Sanki o bir hayaletti, biz gerçek…”

Hamile kadın yine söze girdi.

“Ya da tam tersi…”

“Devam ediyorum Burak Bey, söyleyin sözümü kesmesinler. Önce hiç konuşmadığını fark ettim. Ne çevredekilerle ne de telefonda. Cep telefonu var mıydı, sanmam.  Zaten yaptığı işin konuşulacak bir tarafı da yoktu. Gelen saat yedek parçalarını, bütün o minicik zımbırtıları, tek tek tasnif ediyordu. Kumda iğne aramak kadar zor ve sıkıcı olan işini o kadar kusursuz yapıyordu ki, onun tarafında hiç sorun yaşanmazdı. Yemek molasına çıkmazdı, yanında getirdiklerini yer, çalışmaya devam ederdi. Dilsiz olmadığını anlamıştım ama…”

 “Nasıl anlamıştınız?”

“Bir kez konuştuğunu duydum. O gün, siparişler yurt dışından üst üste gelmiş, gelen her yeni malda oluşan telaşe,  saatler, saat yedek parçaları, kolilerinin arasındaki  satışçılar, hamallar, tam bir keşmekeş. Ben de bu karmaşanın biraz olsun dinmesini beklerken camdan dışarı baktım, karşı kaldırımdaki komik dilenciye… Birden yanımda belirdi. Önce dilencinin durduğu yere uzun uzun baktı, ardından bana. ‘Gerçeğin bacakları’ dedi, ‘çok zayıf görünse de işte orada duruyor.’ ”

“Sesi nasıldı? Tipi? Siz bir şey söylemediniz mi? Aptala döndüm ya, neler soruyorum ben!”

“Sesini hatırlayamıyorum nedense. Sadece gözleri, soru sorarmış gibi, geceleri göz kırpan yıldızlar gibi yanıp, sönen gözleri, uğultulu bir fırtınaya tutulmuş denizdeki bir yolcunun çığlık atan gözleri…  Öyle acıklı bir ifadesi vardı ki bir an dilencinin o olduğunu düşünmüştüm. Yeni romanıma eklemiştim hemen böyle bir karakteri.”

Üçlü koltuğun başında oturan orta yaşlı adam söze girdi.

“Kitap mı yazıyorsun?”

“Bu üçüncüsü olacak.”

“Ooo, siz birbirinizi de tanımıyorsunuz! Biz de… Bugün sabaha dönelim.”

“Yeni siparişler gelmişti. Ama bu kez bir tuhaflık vardı dışarıdan gelen sesler ilk kez bizim gürültümüzü bastırmıştı. Neler olduğunu görmek için cama yaklaştım. Ellerinde kitaplar olan gençlerden oluşan bir grup koşarak kaçışıyor, kalın sopalarını sağa sola sallayan adamlar onları kovalıyordu. Çığlıklar, küfürler, hakaretler iç içeydi. Ortadaki grup biraz yavaşlar gibi oldu. Bir kızın ayağı takılmış, koşarken yere düştü.  Komik dilencinin orada durdular. Dilenci, düşen kıza yaklaşan adamlardan birinin yüzüne bacaklardan birini fırlattı. Böğürmeyi andıran can hıraş bir bağırtı koptu önce. O esnada  onun kapıdan çıktığını gördüm hemen arkasından ben de dışarıya çıktım. Karşıya geçtiğimde adam gözünü bir eliyle kapatmış, dilencinin üstüne yürüyordu. Elindeki sopayla dilencinin başına vuracağı sırada araya o girdi. Kaşla göz arasında olmuştu her şey. Yerde hareketsiz yatıyordu. Başından akan oluk oluk kan, dilencinin oturduğu çarşafı kırmızıya boyamıştı. Dilenci  bu defa ağlıyor, onun elini tutmuş, uyumaması için yalvarıyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Polisler geldi, onu tanıyan olup olmadığını sordu. Ben de bizimle çalıştığını söyledim. Bu kadar.”

“Sigortası yapılmamış, işe girişi bile yok, siz çalışanlar dışında başka kimse görünmüyor kayıtlarda. Anlamıyorum babam nasıl yaptı böyle bir şeyi? Maliye canımıza okur, cezası çok büyük olur.”

Oturanların en genci ilk kez konuştu.

“Hakkını arayabilirdi. Bilgisayardan girdiğin anda sigortalı mısın değil misin her şey görünüyor. Bakabilir, kontrol edebilirdi.”

“Masasının üstünde, çekmecelerde özel hiçbir şeyi yok. Bir tek çantası var geride bıraktığı. İki seçeneğimiz var, birincisi çantayı polise verebiliriz. Bu arada bizim iş yeri de biter herhalde, tabi sizin işiniz de. İkinci seçeneğimizse, bunu söylemek çok zor ama madem hatırlamıyorsunuz, ismini bile bilmiyorsunuz, böyle bir kadını burada hiç çalışmamış olarak kabul ederiz. Ayşen Hanım da bunu isterse tabii…”  

“Nasıl olur ki bilemiyorum, polislere burada çalıştığını söyledim.”

“Benzetmişim dersiniz, olayın şokuyla falan…”

Orta yaşlı adam düşünceli görünüyordu.

“Şimdi herkesi bulabiliyorlar. Saçtan bile kimlik tespiti yapılıyor.”

“Ben de biliyorum bunu Erdem Bey. Burada sigorta kaydı yok, konuştuğu kimse yok, yakını var mı o bile olmayabilir, bizden başka kim aksini söyleyebilir?”  

 “Dilenciyi unutmayalım.”

“Onu da hallederiz bence Ayşen Hanım, hem burada çalıştığını bile bilmiyor olabilir.”

Diğerleri bir şeyler söyleyecekleri sırada şirketin zili çaldı.

“Polis geldi. Herkes kararını versin. Ben size göre hareket edeceğim arkadaşlar.”

Kendine Korona