Çile çekmeye devam ediyoruz. Aylarca kapalı kaldık, burnumuzun ucunu çıkarmadık; şimdi de böyle. Yarım saat sonra yasağımız başlıyor. Neyse ev yakın. Gündüz bu tansiyon, bu şekerle Allah’ın güneşinde bir yerlere gidecek halimiz yok tabii ki. Bir de evde otur otur hamlaştık. İki adım atsak oramız buramız ağrımaya başlıyor. Buraya gündüz gelsem, şu ıhlamurun kokusu çeksem ciğerlerime aydınlık, aydınlık ne güzel olur ama artık çoluk çocuk sesi çekecek durumum yok doğrusu. Torunlarım olsa belki ben de alışırdım ama Allah bir çocuk bile vermedi ki. «Ne yapalım kaderimiz böyleymiş,» derdi Saniye’m. Beni bırakıp gittiğinden beri zaten ona kavuşacağım günleri bekliyorum. Şimdi beni görse yine tatlı tatlı söylenirdi «Parka giderken takım elbise giyilir mi, hadi giydin bari kravat takmasaydın Nuri Bey,» diye. Ne yapayım yılların devlet memurluğu alışkanlığı oldu bende. Parkta kimseler yok. Sokaklar da boşaldı, herkes işinden döndü, çevre apartmanların mutfaklarından taşan kokular doluyor burnuma. Şeytan diyor git sen de bir kızartma yap. Ne güzel patlıcanlar almış kapıcı. O da olmasa yanmıştık bu Corona yasaklarında. Niye sağlığıma dikkat ediyorum ki anlamıyorum kendimi. Gidip salata ve yağsız kabak yemeğine talim etmek istemiyorum.
İlerdeki bankta oturanlar bir garip geldi gözüme. Devamlı konuşan bir adam. Kadınla arasında bir karış var. Kadın geri geri gidiyor, neredeyse banktan düşecek. Suskun, gözleri bir yerde, bir ilerdeki salıncaklarla, kaydıraklarda. Başını adamdan yana hiç çevirmiyor. Öteki ise hiç susmuyor. Devamlı oraya buraya salladığı elleri konuşmasına yardım etmesini sağlıyor. Kulaklarım biraz ağır işitse de gözlerimden sonra bedenimin en sağlam organları. Onun için iyi kötü anlıyorum konuştuklarını. Otuz yaşlarında gibi geldi kadın. En fazla otuz beş. Adam hırpani kılıklı. Saçı sakalı birbirine karışmış gibi. Güya kelini kapamak için bir yandan öbür yana yatırmış saçlarını. Komik geliyor bana bunlar. Erkek adamsın kelsen kelsin, ne olmuş yani. Ayağındaki pantolonla, üstündeki ceket adeta didişiyor. Oysa kadın ne düzgün giyinmiş. Krem rengi pardösüsü ile çenesinin altından bağladığı başörtüsü uyumlu. Ayakkabıları tertemiz. Adamınkilere bak sanki boyacı ayakkabısı. Ha sahi ya boyacı belki de. Sinir oldum, hiç susmuyor. Kadının ağzı var dili yok oysa. Arada başını iki yana sallıyor, bunu yaparken de sanki göğsüne sıkı sıkı bağladığı ellerinden destek alıyor. Birkaç kez ayağa kalksa da önüne geçen adam engel oluyor. Zorlama bunun adı. Kadın kıvranırcasına tekrar oturuyor yerine. Kızım ne işin var bu tipsiz herifle? Yanlarına gidip niye rahatsız ediyorsun kadını, burada durmak istemiyor işte diye iki laf etmek geliyor içimden. Sonra «Sana ne be Nuri?» diyorum. Saniye’m şimdi yanımda olsaydı o da «Sana ne be Nuri Bey?» derdi kesin. Zaten bu saatte evimizde olurduk, ne işimiz olurdu parkta.
Aa adama bak! Bak bak el kol hareketlerine. Kesin boyacı bu. Yoksa bu elleri, kolları böyle kim hareket ettirir? Bir yandan da sesi yükselmiş… Duyuyorum artık «Yapma Sevim! Tamam hatalarım çok, affet. Çok özledim çocuklarımı, seni,» sızlanmaları. Allah kahretsin! Bunların bir de çocukları var. Allah, bizden sakındığını bu adama vermiş. Gül gibi kadın yapa yapa bu heriften yapmış çocuğu. Devam ediyor, «Bir de altı ay uzaklaşma cezası koydurdun. Vallahi o ben değilim artık. İçmiyorum, it gibi çalışıyorum. Beni, çocuklarının babasını niye bu hale düşürüyorsun? Söz, bir daha el kaldırmayacağım sana, anam ölsün yaparsam,» Bu kadar uzun yalvarışın bölük börçüklüğünü zihnimde tamamlıyorum, anası ölsünmüş. Ölse dönüp bakar mı acaba? Baksana karısına neler yapmış. Son sözle birlikte kadının ara sıra başörtüsünün uçlarını iki yana çekerek sıkılasa da yarım saaate yakın göğsünde bağlanan ellerinden biri, sağ gözünün altına, hâlâ kendini hissettirdiği belli olan acının merkezine gidiyor. Ortaya çıkan ellerinin yüzüyle tezatlığı çarpıyor gözüme. Ancak ev işlerine giden bir kadının elleri bu kadar yıpranır. Sonra yüzünde kaybolmuş dudakları dikkatimi çekiyor. Solgun, sanki açılmamak üzere içine büzülmüş.
Adamın çabalaması bitmiyor. Belki de bir sandalcı bu herif. Kollara bak kollara. O ellerle vurdun değil mi zavallıya? Ben gülüme dokunmaya kıyamazdım oysa. Ellerimden kaydığı güne kadar sardım sarmaladım. Ayaklarının altını öperdim «Saniye’m,» diye. Ama olmadı işte, bıraktı gitti. Artık geçirdiğimiz mutlu yılların anılarıyla avunmak zorundayım.
Güzel kadın. Kim bilir daha önce ne güzeldi. Belki zorla verdiler, belki kaçırdı bu adam onu. Bilmem ki. Ama görünen o ki kadın Nuh diyor peygamber demiyor. İyi de yapıyor. Kıymet bilmeyen görsün ne hali varsa.
Kalkmalıyım artık. Hem hava kararmaya başladı hem de yasak vakti geliyor. Polis dışarda görürse işin yoksa uğraş.
Kalkmamla iki kuş telaşla uçmaya başladı çevremde. Sanki yaprakların rüzgârsız hışırtısı arttı. Akşamsefaları çiçeklerini kapatmaya yeltendi. Şu adama iki laf etmeden gitmek istemiyorum doğrusu. Aklın neredeydi? Gelmiş şimdi, yok şöyleymiş de yok böyleymiş. Huylu huyundan vazgeçer mi? Bir ara tehditler duydum sanki. Corona’dan beter koca bu! A kızım niye geldin ki? Hem de akşam vakti.
Sanki beni duymuş gibi bu kez kararlı kalkıyor yerinden kadın. Bastonuma abanırken gözlerim, kulaklarım onlarda. «Gitme!» diyor adam sesini bayağı yükseltirken «Gitme Sevim, pişman ederim seni. Sevim’in «Gitmeliyim, çocukları anneme bıraktım, hem bir daha arama beni!» diye ilk kez duyduğum sesi canhıraş bir tonda. O büzülmüş dudaklar «Bir daha arama beni!» derken öyle bir alev topuna dönüştü ki kanat çırpmalarını, yaprak hışırtılarını ayyuka çıkardı.
Bastonumu birkaç kez yere vurarak «Helal olsun be kızım!» dedim sesimin en yüksek perdesinden.
Hışımla bana dönen adamın gözlerinde çakan şimşekleri sırtıma yöneltip yürüdüm sonra. Patlıcanlarım beni bekliyor..
Ceyda Sevgi Ünal
Çok akıcı ve güzel bir öykü…
BeğenBeğen
Güldürürken düşündüren duygulandıran bitmeseydi dedirten bir öykü.
BeğenBeğen
Teşekkürler Özcan’ım.
BeğenBeğen