(1900, İstanbul- 1982, İstanbul)

Melâmîlik ve Melâmîler, Edebiyat Fakültesi’ndeki bitirme tezi, Abdülbaki Gölpınarlı’nın bilimsel alandaki çalışmalarının ilkidir. 31 yaşında yaptığı çalışma, daha sonra tasavvuf tarihi konusunda yazacağı onlarca kitabın öncüsüdür denebilir. Geniş kapsamlı araştırma yakın coğrafyadaki Melâmîlerin biyografileriyle onların düşüncelerini kapsar.

Babası Agâh Efendi, Ahmed Midhat Efendi’nin çıkardığı Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde çalışmış; kendi kendine Çağatayca ve Farsça öğrenmiş, Rusçuk’ta Bektaşîliğe ilgi duymuş, İstanbul’a gelişinde Nakşî olmuştu. Oğul Abdülbaki de çocukluk çağından itibaren tasavvuf ve tarikat kültürüne yakın büyümüştür. 1942’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde İslâm-Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı derslerini okuturken 1945 Nisanında Marksist faaliyette bulunmak suçlamasıyla tutuklanmıştır.

82 yıllık yaşamında yazdığı yüzlerce eserine geçmeden önce onu tanıyanların anılarından çıkardığımız kelimelerle, eserlerine duyduğumuz şaşkınlık ve hayranlığın yanında onun samimi yüzünü bulalım; Hazırcevap, çay tiryakisi, çalışkan, nüktedan, zevk-i selim sahibi, iyi yemek yapan, İran’a hiç gitmeden Farsçayı mükemmel seviyede öğrenen, ikram etmekten zevk alan, derin din bilgisine sahip, mükemmel seviyede Arapça, Farsça ve Osmanlıca bilen, dövme dondurmaya meraklı, akşam yemeklerine itina gösteren, birçok şaire yönelik sert eleştirilerde bulunan, en çok sevip okuduğu yazar Orhan Kemal olan, patlıcan kalyesi ile çilav yapan, bereli, beyaz sakallı, pardösülü, sevimli ve güleryüzlü.

Hoca’nın çalışmalarına derine girmeden sadece söz etme seviyesinde gelecek olursak;

Yunus Emre, Mevlana Celalettin üzerine detaylı çalışmaları birden fazla kitapta toplanmıştır.  Halk şairleri; Kaygusuz, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedrettin, Aşık Paşa ve Divan şairleri; Fuzuli, Baki, Naili, Şeyh Galip, Niyazi-i Mısri üzerine yazılmış eserleri mevcuttur.

Tasavvuf tarihi kitapları; Melamilik, Bektaşilik, Hurufilik hakkındadır. Beş ciltlik Divan Edebiyatı çalışması kadar Fütüvvetname kitapları da dikkat çekicidir. Fütüvvet; Başlangıçta tasavvufî bir mahiyet taşırken XIII. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî yapılanmaya dönüşen kurum anlamına gelir.

Hafız, Hayyam, Mevlana, Kuran tercümeleri dahil olmak üzere onlarca tercümesi, hazırladığı kitaplar, din ve tasavvuf üzerine sayısız makaleleri olan Gölpınarlı’yı okumak bile bir insanın ömrünü doldurur.

250 civarında şiiri bulunmaktadır. Şiirlerinde Neşâtî, Nailî ve Gâlib’in etkisi görülür. Popüler yazıları da bulunmaktadır. Ramazan ayında otuz gün boyunca yayımladığı yazılar buna örnektir.

Bir  meydan vardı…

Geniş güzel: Ortasında suyu pırıl pırıl büyük bir havuz. Girişinde sağda, iki güzel, temiz kahve: asırlık çınarlarla, kestane ağaçlarıyla gölgeli…

İkinci kahvenin sonunda tertemiz bir lokanta…

Buluşulur, oturulur, sohbetler edilir. Yemek yenilir, dinlenilirdi. Üstatlar gelirler…

Şiirler okunur…

İstekliler “baygın âşıklar” gibi onların yüzlerine, sözlerine dalarlardı. Küllük denmişti nedense vaktiyle…

Sonradan Güllük olmuştu adı. Uçan kuşun kanat sesi duyulurdu orda…

Alınan verilen soluk, işitilebilirdi. Şehzadebaşı’ndan, Beyazıt’tan giderken sol yanda bir kahve vardı. Adı, Fevziye’ydi…

Haftada bir musiki âlemi kurulurdu orada. Hoca’dan Büyük Dede’ye, Büyük Dede’den Şevki Bey’e dek nağmeler cağlardı, besteler dile gelirdi, güfteler duyulurdu gönülde. Ama ayrı bir söz, bir fısıltı duyulmazdı…

Nefes alınmazdı sanki. Birisi bir para düşürmüştü yere…

Hemen ayağını basmıştı üstüne. Sesi, bu ahengi bozmasın diye

(Tarihi İstanbul Konuşmasından)

Gölpınarlı ve Tasavvuf Tarihi; “Mevlevîlik, Melamîlik, Futüvvet ve Ahilik çalışmaları âdâb, erkan ve tarih kapsamındadır. Hocası Fuad Köprülü’nün izinden giderek Yunus Emre’yi araştırır ve şunları söyler “…daha çok milli vezinle nefesler, ilâhîler, koşmalar yazmıştır. Tasavvuf esaslarının, Ahmed-i Yesevî’den beri hece ile yazılması bir gelenek olmuştu. Fakat Yunus gibi büyük bir şair bu geleneğe uymasaydı milli vezin, divan edebiyatının tesiriyle ya kaybolup gider ya da pek sönük kalırdı.Hurufîlik Metinleri Kataloğu hazırlayan Gölpınarlı Hurufiliği şöyle anlatır: “Müslümanlığın inanç, ibadet ve muamelâtını tevil ederek ve İslâmî esaslara aykırı olarak kurulmuş uydurma bir din”.  

 Marksist olarak yargılanmasından 1946’da beraat eden Gölpınarlı, 1949’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra tamamıyla tasavvuf tarihi başta olmak üzere dini ve edebi araştırmalara yönelen Gölpınarlı 25 Ağustos 1982’de vefat etti.  Mezartaşının ‘Melami’ taşı şeklinde olmasını vasiyet eden hocanın mezar kitabesini aynı zamanda Gölpınarlı’nın talebelerinden olan hat ustası Prof. Ali Alparslan yazdı. Talik yazı ve geleneksel mezartaşı sanatının son örneği sayılan taş, Abdülbaki Gölpınarlı’nın Üsküdar’daki Seyyid Ahmed Deresi Mezarlığı’ndaki kabrinin başında bulunuyor ve üzerinde Farsça olarak “Bütün mü’minlere rahmet olsun! Ahmed Ágáh’ın oğlu elhác Abdülbaki Gölpınarlı, Zilkade ayının altıncı günü Allah’ın rahmetine kavuştu. 10 Ramazan 1317-6 Zilkade 1402” yazıyor.

Ek:

Ölümü Münasebeti ile Sait Faik’le Bir Konuşma

Yazan: Abdülbaki Gölpınarlı

İlâhi Sait, garip yaşadın, garip öldün, garip gömüldün, Gurbettesin. Senin de çok sevdiğin Neyzen hakkında bile henüz bir şey yazmadım ben. İstemem bu işi, istemem mezar başında ötmeyi, Ölü ardından söylenmeyi. Fakat istemediğim şeyi yaptırıyorsun bana, artık elimde değil yazmamak.

Sait, neler yazıldı senin hakkında, daha da yazılıyor, daha da yazılacak. Sen yazmaz oldun, yazarlar da susacak değil ya. Fakat şimdiye dek yazılanlar içinde Tunc’un candan sözleri, bir de Kemal Sülker’le Yaşar Kemal’in senin yerini belirten, bir işçi, bir kafa işçisi olduğunu söyliyen gerçek görüşlü, tok sözlü yazıları, senin havanı verdi ancak. Bu, belki de benim görüşüm, dostlar darılmasınlar, beni bilenler darılmaz bana, darılanlarlaysa zaten dargınım ben. Ben de:

“Bilmek istersen eğer meşreb-i dervîşânı

Sevenin bendesi yüz sevmiyenin sultânı”

demişim senin gibi, rest çekmişim riyâya. Cenazene gelenler içinde seninle ilgisi olmayanlar, seni kötüleyenler. kınayanlar olduğu gibi yazılan yazılarda da seni Kınalıadada oturtan orada bir ev sahibi yapanlar bile oldu. Halbuki Burgaz, Kaşıkadası, balıkçılar, Burgaz’ın kışı çok geç gelen öteyanı, oradaki kır kahvesi, hattâ yerini bilmem alabildi mi, bir zenginle dâvâlı olan ve boyuna dâvasından bahseden Hacı, yosun kokusu, yırtık ağ, hırçın deniz, şendin, senden duyulurdu bunlar. Sait, senin abanı yakan Burgaz’dı ve Burgaz, sen o idin. Ah Sait, o ada, o güzelim ada, Doktor Medeni’nin, bugün otel mi oldu, nedir, bilmem, fakat bir başka hale giren sanatoryumunu kurduğu andan beri ziyaretgâhımdır ve hemen her gidişimde, o adanın bir ruhu gibi seni görürdüm, nasıl gideceğim bir daha o adaya? Anlaşılmadın sen Sait Faik, anlaşılacak bir varlık da değildin ki. İnsandın, insan olduğun için de pek karışık bir yaratıktın sen. Riya yapamazdın, elinde değildi bu. Riyaya niyetlendiğin vakitleri de bilirim, fakat gene de yazlarında yalnız sen vardın, yalnız insan ve insanlık vardı. Her yazın Sait iyod kokusunu verdi, her hikâyeni tufan eller, nemlenirdi, her sözünü okuyan dudak islenirdi.

Her yazında, emeğiyle geçinen kahraman insanı yahut cemiyetin kötüye götürdüğü, kötü saydığı zavallı insanı, fakat hepsinde de müşterek şeyi, aşkı, feragati, bazı kere de benciliği görürdü insan, kendini seyreder, kendini okurdu. Hangi hikâyeci senin kadar içe girdi, hem sahan dardı da, çünkü o süzelim kafan, yalnız gördüğünü düşünüyordu, düşündüğünü ve dilediğini yazmıyordu Sait.

Seni, burdaki sanat muhiti içine gömdü, sinirli yaptı, hırçın bir hale getirdi. Bir kere, ne diye gidersin oralara dediydim, ne yapayım dedin, nereye gideyim? Hakkın da yok değildi. Yazılarını ören sevgililerin dertlerini sen duyurdun, onlar, seni bir acayip görüyordu. Beni anlarlar diye öbür muhite başvurdun, fakat onlar da seni bir acayip gördü.

Darılmasınlar, yasları: eminim, ne seni candan seven, bugün, hâtıralarının altında yıkılan Fuat Ömer Keskinoğlu kadar derindir, ağırdır ve bunu söylemek ayıp amma, ne yapayım, doğru, ne benim kadar özlü; ailen bile seni anlamadı, anlamadıklarını da seni, Asrı mezarlığa götürmekle ispat ettiler. Nerde martılar, nerde balıkçıların nâraları, nerde deniz, nerde yosun, nerde pırıl pırıl yanan yakamoz ve nerde senin yattığın Asri mezarlık? Sait, param yok ki Burgaza, hem de denizin tâ ortasına bir dikili taş diktireyim de üstüne adını yazdırayım senin ve makamın olsun orası,

Bir şeyler yazdım ama ben de yazamadım kafanın fosforunu, kızaran gözlerinin nurunu, elemini ve neşeni nasıl parça parça sattığını, nasıl insanlardan çekindiğini, ürktüğünü, fakat nasıl onları sevdiğini, her düşüncenin kaç paraya, gündeliğinin kaça ve neye mal olduğunu.

Bütün bu sözlerle, sana, yani bugün artık kalmayan bir varlığa hitap ediyorum biliyorum Sait duymuyorsun bunları, fakat seni gerçekten sevenler de, bugün ve yarın, seni eserinde, eserlerini, içlerinde yahut geçmişte bulacaklar da bence sensin, onlarda, sana hitap ediyorum. Sıkmadım sanırım seni Sait, sıktıysam gözyaşlarıma bağışla beni.

(Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği- Taha Toros Arşivi)

Nükhet Eren