Arabamız kasabanın meydanındaki ilk depremde yıkılacak gibi duran, çoğu boyaları dökülmüş, pencere çerçeveleri eprimiş, uzunlu kısalı zevksiz apartmanları geride bırakarak Şok Market’in önünden sağa döndü. Elimdeki Cumhuriyet gazetesini arka koltuğa attım. ‘Dün yine üç kadın öldürülmüş bu ülkede’. Hemen sağda, ilçedekilerin eski görünüşleri yüzünden burun kıvırdığı, kırmızı tuğlalı, cumbalı, belki de seksen yıllık ama mihrap yerinde zarif ev, bizi özlemle selamladı. Biraz ötede polis karakolunun önünden sola kıvrıldık. Postaneyi ve sağlı sollu dükkanları geride bırakıp, pazara varmadan sağa saptık. “Cumaya gitmiş olmalılar.” dedi eşim içlerinde hiç kimsenin olmadığı ama kapıları açık dükkanlara bakarak. Turizm henüz kasabanın kadim geleneklerini bozamamıştı. Kötü yapılaşmanın güzelliğini yok edemediği Karadeniz’in yeşilinin içinde, bu sefer daha kendi başına, ama yine çoğu, şekilsiz, boyasız ve her an yan yatacakmış gibi duran bahçeli evlerin arasından ilerleyip, sağda bakımlı, şirin, iki katlı, mavi boyanmış, önünde bir bayrak direği olan küçük bir yapının daha önünden geçtik. Kapısındaki tabelada ilçe müftülüğüne bağlı mahalle kuran kursu olduğu yazan evin dış cephesine lam, mim, vav gibi arap harflerinin dekoratif yazıldığı oval levhalar asılmıştı. Kuran kursundan sonra küçük ilçenin arka mahallelerine devam eden yol yokuş aşağı indi, incecik bir derenin aktığı küçük vadideki kısa köprüden geçtik. Temmuz ayının öğle vaktinde cehennem sıcağıyla Karadeniz’in yapış yapış nemine karşın hala daha sokakta oynayan birkaç çocuk vardı.

   Köprüden sonra arabayı dik yokuşa vurduk. Dar, bozuk yollu yokuşun bitiminde solda yokuşun ucuna yapılmış köşedeki apartmanın önünden sağa sapıp dimdik bir yokuşun birkaç metre aşağısında, siyah soyulmuş demirli bahçe kapısının önünde durduk. Boyasız, yalnızca gri sıvalı ev eğimli alana yapıldığından önden bir, arkadan iki kattı. Hasene’nin elleriyle yaptığı bahçe de bu kot farkından dolayı evin girişinden aşağıda kalıyordu. Her sene biz çok seviyoruz diye cömertçe hurmalarını gönderdiği ağacın meyvelerini elimizle uzansak toplayacak durumdaydık ama henüz olgunlaşmalarına epey zaman vardı. Hasene’nin bahçesi, evi gibi her zaman biraz dağınık ve kıvır zıvırla çok dolu olduğundan aşağıda kalan bahçedeki sebzelerin ne halde olduklarını pek göremedik.

  Evin demir kapısından geçip sadece sıva kaplı taş döşenmemiş zeminden yürüyerek giriş kapısına vardık. Kapı her daim açıktı ama ortalarda kimseler yoktu. Zil falan da hak getire olduğu için açık kapının önünde durup “Hasenee!” diye seslendim. Hasene’nin büyük oğlu giriş katında oturuyordu. Oldukça aklı başında olan gelini oğlanı bayağı adam etmiş, çocuk elektrikçinin yanında çalışırken işi kapmış, kendini geliştirmiş, eşine çocuğuna kasaba şartlarında iyi bakar hale gelmişti. Bu iyi bakım eciş bücüş binanın ilk katına da yansımış, beyaz pimapenli, şık perdeli ilk kat pencereleri ile bina hepten bir garip görünüm almıştı.

  “Haseneee!” tekrar. Hiçbir zaman korkulukları yapılmamış merdivenlerden ikinci kata çıkmak istemiyordum. Ben duvara yapışa yapışa bu boyasız merdivenleri çıkarken, Hasene’nin küçük torunlarının vızır vızır inip çıktığını görünce ağzım bir karış açık kalmıştı. Hasene’ye söylediğimde hiç umurunda olmamış, “Onlar doğduğundan beri öyle inip çıkıyorlar, hiçbir şey olmaz.” demişti. Şehirde aklımızı başımızdan alacak iki kat korkuluksuz merdiven burada kimsenin umurunda değildi. “Ya olursa Hasene?” “Allah’ın işi ne yapalım,  alan da veren de o. Zaten devamlı doğuruyorlar.”

  Tekrar,

“Haseneee!”

  Giriş katının şık penceresinden ince ve zarif bir boynun üzerinde çatkı ile bağlanmış Şükran’ın kibar başı uzandı.

“Aa, abla, sen misin?”

  Hemen aşağıya indi,  kapının girişindeki bir buçuk metre uzunluğunda bir kalasın altına ayaklık olarak çakılan iki kalın odunla oluşturulmuş banka oturduk. Hal hatırdan sonra sorduk.

“Hasene nerde Şükran?”

  Her gördüğünde canla başla karşılayan, “Bana da gel abla.” diye ısrar eden hevesli Şükran bir tuhaftı. “Yok abla, Hasene gitti.” gibi bir şeyler geveledi, bakışlarını kaçırıp ellerini yana açarak.

“Remzi nerede peki?”

“Babam yukarda.”

“Çağırsana gelsin.”

  Şükran gevşedi, “Babaaa!” diye başını kaldırarak yukarıya kayınpederine seslendi. İki üç seslenişten sonra Remzi ikinci kat balkonunda göründü.

“Dilek Ablalar gelmiş, seni görmek istiyorlar” dedi Şükran yukarıya bakan yüzünde açıklama yapmaktan kurtulmanın verdiği ferahlık ile.

 Remzi aşağı indi, ellerimizi sıktı, merdiven dibinden bir yerden eski bir plastik sandalye alıp oturdu. Her zamanki sert tavırlı Remzi’den biraz farklı gibi geldi, elindeki tespihle oynuyor, yüzümüze doğrudan bakamıyordu.

“Hasene’yi aradık, bulamadık Remzi, Hasene’nin telefonuna senin oğlan çıktı, karışık şeyler söyledi, anlayamadık tam ne olduğunu, iletişim kuramıyoruz.’

“Adapazarı’na akrabalarının yanına gitti.” dedi yerinden sağa sola kıvrılarak.

“Evet senin oğlan da iki haftadır orada olduğunu söyledi, neden telefonunu almadı ki yanına?”

  Sıkıştırma sorularıydı, biliyorduk ki Hasene kızının doğumlarında bile en fazla bir hafta uzak kalabilmişti evden, Adapazarı’nda akrabaları olduğundan hiç bahsetmemişti, bütün bildiğim akrabası Akyazı’daki kendinden oldukça büyük amcaoğlu ile karısıydı ki onlarda çoğu zaman İstanbul’da çocuklarının yanında olurlardı. Eşim dayanamadı, “Remzi,” dedi sakin, dost bir sesle “ailede bir şey mi oldu? Her ailede olabilir böyle şeyler, biz yabancı değiliz. Belki yardımcı olabiliriz.”

  Remzi’nin çizgilerle dolu, kara, kavruk yüzündeki katılık bir an için yumuşadı, gelini orada olmasa belki de anlatacaktı ama onun önünde gücünden ödün vermeyi belli ki yediremedi, sıkıntıyla yüzünü buruştururken, “Ya işte her ailede olduğu gibi bizde de oldu bir şeyler, atıştık az buçuk, biraz kafasını dinlemeye gitti.” kadarını diyebildi.

  Gerçi çok uzun zamandır bir vukuatı yoktu ama acaba yine dövmüş müydü kadını? Telefon neden Tayfun’daydı, Şükran neden bu kadar sessizdi? Yıllar süren tanışıklığımız, beş altı yıldan beri topladıkları fındık bahçemiz yüzünden, ‘Size ne’ diyemiyorlardı ama en azından şimdilik başka bir şey de öğrenemeyeceğimizi anlamıştık. Konuyu bizim buraya gelmemizi meşru kılan fındık bahçesine getirdik.

“Bahçenin toplanması gerek biliyorsun Remzi. Ne olacak şimdi? Hasene de yok.”

Önemsiz, ‘iş ona kalsın’ anlamında bir el hareketiyle, “Onu biz toplarız, merak etmeyin, hallederiz.” dedi. Yüzü biraz gevşemişti, elindeki tespih sarkıyordu. Allahaısmarladık deyip çıktık.

                                               ***

Karadeniz’in kıyısındaki bu evi yirmi beş sene kadar önce eşyaları ile beraber almıştık. Son kalan özel eşyalarını almak isteyen eski sahibi ile beraber tapu dairesinden eve döndüğümüzde Hasene’yi paket yaparken bulduk. Eski sahip, anahtarın Hasene’de durduğunu, onlar gelmeden evvel evi temizlediğini, bahçeye baktığını, daha soğuk havalarda şömineyi yakarak evi önceden ısıttığını anlattı. Hasene bizim için bulunmaz nimetti, bölgede güvenilir yardımcı ve bahçıvan arayışından kurtulmuş, evi kollayıp gözetecek adamı hiç uğraşmadan bulmuştuk.

İlk tanıştığımızda Hasene’nin biri oğlan biri kız iki çocuğu vardı. Beş altı yıl sonra bir oğlu daha oldu. Bu dönemde kısa bir süre çalışmaya ara verdiyse de sonra kaldığı yerden devam etti. Hasene’nin kocası Remzi de ara sıra ufak tefek tamirat işlerine yardıma gelirdi. İnce yapılı, esmer bir adamdı, çizgileri erken belirmiş yüzündeki hükümran ifade ile tok tok yürürdü. Ne iş yaptığını hiç öğrenemedik ama bir şekilde kendini emekli etmeyi becermişti. İlk geldiğimizde etraftaki yazlıkların bahçelerine bakıp üç beş kuruş alırdı. Emekli maaşına hak kazandıktan sonra bütün işlerini bıraktı, tüm zamanını kahvelerde geçirmeye başladı.

Hasene, temizliği yapacağı gün sabah sekizde kapıya dayanır, hemen işe koyulur, kahvaltı, öğle yemeği ve akşam çay molası dışında nem, sıcak demeden hababam çalışır, işi ne zaman biterse o zaman evine gider, hava kararmış falan aldırmazdı. Ne iş istersen yapar, hatta “Bugün halıların silinmesine gerek yok.” deseniz bile, bir bakardın haşır haşır halı silerdi. Bu yoğun çalışmaya karşın her ne kadar dile getirmese de Hasene’nin gözlemlenen talebi, düzenli ve bol yemek yemesinin sağlanmasıydı. İşte bu yemek molalarında Hasene’nin çenesi hiç durmaz, sakin ses tonuyla devamlı konuşurdu. Kasabada olan bitenlerden, gündeliğe gittiği diğer evlerde yaşananlara, en çok da kendi hayatına ait bir yığın şeyi böyle anlattı.

Annesi doğumda ölmüş; kendisi söylemedi ama etraftan duyduğumuz, annesi üvey baba tecavüzü mağduruymuş, sonra da apar topar Hasene’nin gariban babasına verilmiş. Hasene dayılarında orda burada büyümüş, on sekizinde de evlendirilmiş, hemen de peş peşe iki çocuk doğurmuş. Evlendikten epeyce bir süre sonra artık annesinden mi babasından mı kalan az buçuk bir mal satılmış, biraz para gelmiş. Remzi biraz da oradan buradan borçlanarak, hemen kasabanın arka mahallelerinde kaçak bir ev çıkmış. İki katlı evin toplam dört dairesinden birini kendi kardeşlerinden birine vererek kalan parayı da ondan sağlamış.

“Tapu çıkarsa ev kimin üzerine olacak Hasene?”

“Kimin olacak, Remzi’nin tabii!” demişti sağ avcunu yukarı doğru açarak.

Oğullarına zar zor liseyi bitirttiği halde Remzi kızını sekizinci sınıftan sonra okutmadı. “Remzi, bu işte geri kafalılık etti işte.” demişti yine sağ avcunu yukarı açarak her zamanki razılığıyla. “En azından okuyup yazabiliyor, ben onu da bilmiyorum.” “Okuma kursları açılmıyor mu burada ara sıra?” “Kim gidecek bu saatten sonra?”

Yedi sekiz sene kadar önceydi. Evi temizlemeye geleceği sabahlar, her zaman güler yüzle içeri giren Hasene kapıdan başını eğerek girdi. Ne kadar uğraşsa da kahvaltıya oturunca mor gözünü, siyahlaşmış elmacık kemiklerini gizleyemedi, gözyaşlarını tutmaya çalışarak anlattı. “Hasene,” dedim “polise gidebilirsin.” Yine sağ avuç yukarda. Eşime anlattığımda “Nereye gidecek?” dedi. “Polis, zabıt bile tutmadan, aile içi olaylar diye geri gönderecek, her gün gazetelerde okumuyor muyuz sonra olanları.”

Ama o akşam hiç olmadık şekilde büyük oğlu onu almaya geldi. “Annenin bu hali ne Tayfun?” diye sordum askerden yeni gelmiş, aynı babası gibi sert, dünyayı talan edecek bakışlı gence. Tayfun kanun maddelerini tek tek sayınca hayrete düştük. Aynısını babasının karşısına dikilerek de söylemiş, annesinin arkasında durmuştu. Hasene o gün, siyah, mor renkler yayılmış esmer yüzünde ışıl ışıl mutluluk ifadesiyle oğlunun peşine takılıp gitti. Ondan sonra Remzi’nin bir vukuatı olup olmadığını bilmiyoruz. Yaptıysa da ufak çapta kalmıştı ve pek iz bırakmamıştı herhalde.

Hasene’nin yaşamındaki dertler, benzeri pek çok meslektaşı gibi, hiç bitmezdi. Büyük oğlu askerden kazasız belasız döndü; döner dönmez de bir kız kaçırdı. Neyse ki bu varta ucuz atlatıldı, aileler barıştı, düğün dernek yapıldı; evin yüksek giriş katındaki bir daireyi onlara verdiler. Hasene başta sevmese de gelinine çabuk ısındı; kader bu sefer yüzüne gülmüştü. Gelin, kocası işinde iyice ustalaşıp, eli para görünce karşıki daireyi de kayınbabasından isteyip iki daireyi birleştirtti, güzelce döşetti. Peş peşe iki çocuk doğurdu, çocukların eğitimleri ile de yakından ilgilenmeye başladı. Hatta ikinci el bir araba almayı bile becerdiler. Hasene temizliğe gitmeye devam etti.

Derken bu sefer de Hasene’nin kızı kaçtı. Remzi delirdi. “İyi de Hasenecim,” demiştim, “kendi oğlu el alemin kızını kaçırınca iyi de, kendi kızı kaçırılınca mı kötü oluyor?”

“Ben de diyorum ama Remzi işte, laf anlar mı?” Sağ avuç yukarda, “Öyle işte napalım!”

Hasene’nin gelininin ne kadar aklı başındaysa, kızının da aklı o kadar havadaydı. Allahtan her dediğini dinleyen saf bir çocuğa kaçtı da daha büyük olayları olmadı. Remzi’nin direnişi, bir gün kızının arkadan boynuna sarılıp yanağına kocaman bir öpücük kondurmasıyla kırıldı, barış bu sefer de sağlandı. Üstelik damadın Gebze’de bir fabrikada iyi sayılabilecek bir işi vardı, kızının da fabrikada çalışma olanağı. Gelgelelim kızımız yine durmadı. Peş peşe üç çocuk doğurdu. Hasene’nin son olayları olduğunda galiba dördüncü de yoldaydı. Zırt pırt annesini yardıma çağırırdı.

Hasene belki de yaşamında ilk tepkiyi bu konuda koydu. Remzi’nin borç ödüyorum bahanesiyle eve doğru dürüst para verdiği yoktu. Kışın yerlisinden başka kimsenin kalmadığı kasabada temizlik işi bulması hemen hemen imkansızdı. Bu durumda yazın en verimli üç dört ayını burada geçirmesi gerekiyordu. En çok iş yaptığı şeker ve kurban bayramı arifelerinde iyice deliye döndü. “Doğurmasaydı o kadar,” diyordu “bana mı güvendi?” Hele ağustos ve eylül ayları hepten kıymetliydi. Temizlik işi bulamadığı günler fındığa giderdi.

Derken küçük oğlanın da askerlik vakti geldi. Hasene asker geçirmeye bizi de çağırdı. Hasene’nin evinde buluştuk. İlle bir kahve içmemizi istedi. Korkuluksuz merdivenlerde duvar tarafına yaslana yaslana ikinci kata çıktık. Büyükçe, temizliğe gittiği evlerden verilen eşyalarla kotarılmış, toplama bir evdi. Ummadığım şekilde dağınık olan mutfağında kahve pişirdi. Zamanın usul usul aktığı kasabanın arka mahallesindeki kaçak binanın balkonunda kahvemizi içtik. Balkon tepe gibi dik yokuşun üzerine konuşlandığından, yeni binaların abartılı rengi, eskilerin dökülmüşlüğü, en eskilerin zarafetinin oluşturduğu kakafoniyi saymazsak, ince derenin geçtiği vadiyi de içine alacak şekilde Karadeniz’in büyülü yeşil güzelliğini, batan güneşin ışıltısı altında bir masal diyarı gibi ayaklar altına seriyordu. “Hasene, senin burada ömrün uzar.” Güldü, “He,” dedi “uzar, uzar!” Daireden çıkarken karşı dairede kimin oturduğunu sorduk.

“Boş, dedi “bu evi yaparken aldığı para karşılığı kardeşine vermişti. Şimdi geri alacakmış.”

“Hangi parayla Hasene?”

“Annesinin yaşlılık parasını alacakmış, bir de zekadan kıt kız kardeşi var, onun da engelli maaşını alacakmış. Nasıl yaptıysa ayarlamış.”

Asker geçirme, Hasene’nin evinin birkaç ev uzağındaki ilkokulun bahçesindeydi. Işıklandırılmış bahçeye plastik sandalyeler konmuştu; yerel bir orkestra çağıl çağıl karadeniz havaları vuruyordu. Küçük bir yuvarlak halinde genç erkekler horona durmuşlardı. Sonra daha büyük bir yuvarlağı kızlar oluşturdular. Ayrı ayrı yuvarlaklarda gizli bakışlar, kendini beğendirme çabalarını seyretmek eğlenceliydi eğer hiç durmaksızın atılan silahlar olmasaydı. Sivil kıyafetli ama tavrından resmi görevli olduğunu tahmin ettiğimiz bir adam mikrofonu eline alıp, silah atmamaları konusunda uyarı yapıyor, silahlar bir iki dakika susuyor, sonra olduğu gibi devam ediyordu. Horon hiç durmuyor, yığınlarca çocuk silah sesini hiç duymuyor gibi oraya buraya koşarak oynuyor, daha beteri Hasene’nin kızının daha beş aylık olan üç numarası, elindeki telefonla devamlı oynayan annesinin boynunda uyuyordu.

“Hasene, bu silahlar ne böyle?”

“Korkma canım, önemli değil, hepsi kurusıkı onların.” dedi omuzlarını silkerek.

“Burada çocuklar var, Allah korusun, ya bir şey olursa!”

“Onlar hep böyle büyüdüler, hiçbir şey olmaz, sen merak etme.” dedi her zamanki rahatlığıyla. Şiddetten nasibini fazlasıyla almış Hasene’nin silah sesleri karşısındaki kayıtsızlığı şaşırtıcı, bunun da ötesinde belki de ürkütücüydü.

Kızı bu sefer bebeği belinden kavrayıp, yüzünü kalabalığa çevirmişti. Umursamaz bebek, annesi hala telefonuyla oynarken başı yana kaykılmış uyuyordu. Hasene kızına ters ters baktı. O sırada gelini de beni gördü. Yanıma geldi. Öpüştük.

“Şükran bu silahlar tehlikeli değil mi?”

“İnşallah bir kaza çıkmaz abla!”

Eve dönerken kulaklarımızda hala tak tak tak atan silah sesleri çınlıyordu.

Nisan ayının ilçeye bütün güzelliği ile çöktüğü, her tarafın yeşile kestiği, Karadeniz’in dalgalarının sesinin cıvıltılara karıştığı bir ilkbahar günüydü. Hasene evi temizliyordu. Hep kaderine razı Hasene, yemek molalarında her zamankinden çok konuştu. Tam biraz rahata erecekken başına bir de kaynana ile görümce belası çıkmıştı. Remzi, karşı dairesine, yaşlılık ve engelli maaşlarını kendisi aldığı için diğer yedi kardeşinin bakmayı reddettiği anne ve kız kardeşini yerleştirmiş, bakım işini de Hasene’ye yıkmıştı. Yaşlı kaynanasının tacizleri, normal olmadığını söylediği görümcenin değer bilmezliği, Hasene’yi hafiften çıldırtmaya başlamıştı. O günün tümü şikayetle geçti. Mayıs ayı boyunca her geldiğinde Hasene’nin derdi arttı. İşten yorgun argın gidip de önüne koyduğu yemeği beğenmeyen kaynana, laf sokan görümce, evin borcu karşılığı onların bakımını üzerine yıkan ama tek bir güzel sözü olmayan koca, neden olduğu belli olmayan bir şekilde -fazladan bir daire olabilir miydi?- babasının tarafını tutan bir kız, telefonda çok konuşuyor diye annesini horlayan bir oğlan, askerden gelip henüz iş tutmayan bir oğul daha.

“Kayınvaliden kaç yaşında?” diye sormuştum bir kez.

“Seksen iki,” demişti hırsla, “ama ölmez o kadın. O kadar koca dayağı altında sekiz çocuk doğuran kadın ölür mü hiç?”

“Çok mu dövermiş Remzi’nin babası?”

“Hem de nasıl. Allah yarattı demezmiş. Remzi’nin de bütün çocukluğu baba dayağı ile geçmiş. Allahtan erken öldü de çabuk kurtuldular.”

Evet, Hasene’nin çenesine vurmuştu hakikaten. Temizliği yaparken bile eski model telefonunu çene ile omuz arasına sıkıştırıyor, kime olduğunu anlamadığımız birilerine habire dertlerini anlatıyordu. Bir defasında “Bari daireyi benim üstüme yapsaydı!” dediğini duydum. “Ben de para kazanmıyor muyum yıllardır, hani nerde! Bu çocukların hiçbiri bakmaz bana!”

Şeker bayramında kızı ile beraber bayramlaşmaya geldi.  Hiç keyfi yoktu. Evdeki sıkıntılarından bahsetmeye kalkınca, kız “Yemeklerini versin, gitsin evine, çok takıyor.” deyip durdu. Hasene’nin bakışlarına tuhaf bir diklik gelmişti, sanki bakmıyor da deliyor gibiydi. Bir ara kızına bir telefon geldiğinde bir şey söyleyecekmiş gibi davrandı, sonra yine bakışları sabitlendi.  Çıkarken kızı duymadan fısıldadı. “Bir daireye sattılar beni!”

Şeker bayramından sonra Ankara’ya döndük, o yaz haziran ve temmuz aylarını şehirde geçirdik. Normalde Hasene arar gelip gelmediğimizi sorardı. Hiç aramadı. Ağustos başı, yazlığa gelmeden birkaç gün evvel, gidip temizliği yapması için aradığımda da karşıma oğlu çıkmıştı.

                                     ***

Bir hafta geçti. Remzi aradı, gelmek istediğini söyledi. Küçük oğluyla geldi, bebekliğini bildiğim oğlan tam bir bıçkın olmuştu. Ağzında sakız, sandalyede arkaya kaykıla kaykıla oturuyordu.

Remzi rolünü iyice çalışmış bir aktör gibi girdi bahçeden içeri, üstüne başına çeki düzen vermiş, saç sakal tıraşı yerinde, üzerine yenice bir ceket giymiş, neredeyse yakışıklı bir adam olmuştu. Bunca yıllık hukukumuz ve kapıya kadar geldiğimiz için olanları anlatmaya geldiğini söyledi.

Hasene son zamanlarda hiç laf dinlemez olmuş. Evden çıkıp gidiyor, soranları bas bas bağırarak tersliyormuş. Konu komşu her şeyi duyuyormuş. Önüne gelene kaynana ve görümcesini şikayet ediyormuş. Telefon elinden artık hiç düşmez olmuş. Birkaç kez uyarmışlar, hepten bağırmış, pencereleri kapatmak zorunda kalmışlar. O akşam işler çığrından çıkmış, büyük oğlan annesini tekrar uyarmış, Hasene bağırmış, Remzi bağırmış, oğlan telefonu annesinin elinden almaya kalkmış, itiş kakış olmuş, Hasene avaz avaz bağırarak telefonunu korumaya çalışmış, bu arbede de kolları ezik, çürük içinde kalmış. Oğlan telefonu almış, evine gitmiş, herkes dağılmış. Kapıya yatıştırmaya gelen bir iki komşu ‘bir şey yok’ larla gönderilmiş.

Hasene iki gün evin oturma odasındaki eski yeşil koltuk üzerinde oturmuş, ne yemiş, ne içmiş, ne de konuşmuş. Sadece karşıya bakmış. Ara sıra da mor, kahverengi, siyahlarla dolu esmer kollarını kaldırıyor, bir doktor edası ile evire çevire inceliyor, sonra tekrar kara gözlerini karşıya dikiyormuş. Kendi haline bırakmışlar. Üçüncü günün sabahı güzelce giyinmiş, bez çantasına bir şeyler tıkıştırmış, sonra da kocaman çantayı koluna takmış, bir türkü mırıldanarak çıkmış gitmiş. Herkes rahat bir nefes almış. Kendine geldi, normal yaşama geri döndü diye düşünmüşler. 

Hasene o akşam eve gelmemiş, ondan sonraki gün de, ondan sonraki gün de. İlk gece telaşlanmaya başlamışlar, konu komşu anlamasın diye gizli saklı sağa sola sormuşlar. İkinci gün artık gizli saklılığı bırakıp, akraba, konu komşuya haber vermişler. Üçüncü gün karakola haber vermeye karar verip tam yola çıkacaklarken karakol onlara gelmiş bir tebligat ile. Tayfun ile beraber karakola vardıklarında hayretten dilleri tutulmuş. “Kol kırılır yen içinde, aile içinde olanlar içerde kalır, biz öyle biliriz, bu nasıl iştir?” diye gözlerini aça aça anlatmıştı Remzi.  Hasene ‘can güvenliğim yok’ bildirimi ile karakola başvurmuş. Kollarındaki çürükleri falan bir güzel tespit ettirmiş. Remzi oğluyla beraber ifade vermiş, oğlunun olay çok gücüne gitmiş. Hasene’ye ne olduğunu öğrenememişler. “İnsan içine çıkamaz olduk,” dedi Remzi, “kimin karısı gidip de oğlu ile kocasını şikayet ediyor ki? Hiç böyle şey görülmüş mü?” İki üç hafta sonra Hasene’nin Adapazarı Kadın Sığınma evinde olduğunu öğrenmişler. Kızını arayıp haber vermiş, çıkacağını söylemiş, ama nereye gideceğini söylememiş.  Kızının “Evine dön!” çağrılarına “Rahatım yerinde, hiç niyetim yok.” diye yanıt vermiş.

“Benim nikahım altında başkasının evine giderse kendisi için iyi olmaz.” dedi Remzi bir an için bildiğimiz Remzi olarak.

“Hasene öyle bir kadın değil.” dedim, itiraza mahal bırakmayacak bir ses tonu ile. Tutturamamıştı, siniri aynı hızla indi, toparlandı, geldiği hale geri döndü.

Remzi anlattıkça anlattı. Evi imar barışına sokmuş, gereken parayı da borçlanarak bulmuş. “İyi o zaman,” dedim, “evin yarısı kanuna göre Hasene’nin zaten.” Şaşırdı, Tayfun’a konuyu araştırtacaktı belli ki. “Bizim her şeyimiz ortak,” dedi birden, “hepsini alsın.”

Sonra, “Kurban bayramı geliyor, dedi, “bayramdan sonra bahçeyi toplayacağız, merak etmeyin.”  Sesinde umut tınısı vardı. Sonra gitmek üzere ayağa kalktı. Zor görevini tamamlamış, kasabayı haydutlardan kurtarmış bir şerif edasıyla kapıya yöneldi. İnşallah her şey hallolur gibilerinden teselli edici bir iki şey söyledik. “Neyse,” dedi, “hele bir dönsün de eve.”  Yüzündeki karısını bekleyen koca ifadesinin arkasında eski sert Remzi bir an için yine belirdi. Sonra hızla toparladı ve bıçkınla beraber çıkıp gitti.

Eşimle birbirimize baktık.

“Hasene geri gelir mi acaba?”

“Ne yapacak dönmeyip de, öksüz kadın, kimi kimsesi yok, yıllarca çalıştı, çalıştığını verdi, emeklilik falan da yok. Baksana oğlanlar da baba tarafında, bayram bahanesi ile gelir büyük olasılıkla.”

“Başına bir şey getirmeseler bari!”

“Zannetmiyorum’ dedi eşim, “kuyruğu dik tutmaya çalışıyor ama korkmuş bu. Polis, savcı ürkütmüş bunu, en azından kısa vadede bir şey yapamayacaktır.”

“İnşallah.”

Kurban bayramı geçti. Her zaman bayramlaşmaya gelen Hasene ortalarda yoktu. Ağustos bitti, yerini sakin bir eylül devraldı. Fındık bahçesine bir kere gittik. Bahçe temizlenmiş, fındıklar toplanmıştı. Remzi oğluyla halletmiş olmalıydı. Acaba Hasene var mıydı aralarında?

Eylülün ilk haftası biterken, bahçe duvarının önünde eski araba durdu. Remzi indi, bagajı açtı, küçük bir fındık çuvalını sırtladı, verandaya koydu. İskemle getirip oturttuk, çay verdik. Geçen gelişindeki havasından eser yoktu, sandalyeye adeta çöktü. Hoşbeşten sonra biraz da çayla oyalandı, sıkıntıyla sağa sola baktı, havada asılı duran soruları elinden geldiğince geciktirdikten sonra “Hasene,” dedi, “Akyazı’da, amcasının oğlunun evinde, fındıkları toplamışlar. Kızı sığınma evinden çıkmaya ikna etti ama onun yanına da gitmedi. Amcaoğlu yaşlı, çocukları şehirde, Hasene kalsın istiyorlar, yengeye can yoldaşı arıyorlardı zaten.”

Kurban bayramında evi temizleyip bir güzel hazırlamışlar, temiz pak giyinip beklemişler. Hasene gelmemiş. “Bizim ayaklarına gitmemizi istiyorlar, dedi “ben nasıl gideyim?”

“Oğulları gitseydi Remzi? Özür dileseydi Tayfun annesinden.”

“Büyük oğlan çok kırgın. ‘Ben çocuğunu şikayet eden anneye gitmem’ diyor. Küçük oğlan da gitti, oradakilerle kavga etti geldi.”

“İyi de annesini itip kakan yaralayan o değil miydi? Af dilemek ona düşmez mi?”

“Şaka yapıyorlardı canım. O sırada biraz yaralanmış işte.”

Sustuk.

Peki, karakol şikayeti ne durumdaydı?

Sağ elini açıp avucunu yere bakacak şekilde aşağı yukarı indirerek, “Dosya savcılıkta,” dedi “yukarı çıkıyor, aşağı iniyor, yukarı çıkıyor, aşağı iniyor.”

“Ne demek bu?”

“İşte dosya inip çıkıyor?” dedi. Büyük olasılıkla, içerden birilerini bulmuş, ‘karım eve dönecek’ diyerek dosyanın işleme konmasını geciktiriyordu. Küçük yerdi burası, savcıların başında da yeterince iş olmalıydı. Karısını öldüren adama kravat taktı diye iyi hal indirimi uygulanan bir ülkede Hasene’nin gariban dosyası inip inip çıkabilirdi.

“Sakın yanlış bir şey yapma Remzi, dedim, “bu ülkede kadına şiddet artık herkesin canını burnuna getirmiş durumda. Bak kadınlar ayakta. Kadın meclisleri gibi birlikler kurdular. Her ay mahkeme listesi yayınlıyorlar ve mahkemenin kapısına mağdura destek vermek için yığılıyorlar. Buraya da yığılırlar. Sürünürsün sonra.”

Başını kaldırdı, kara gözlerinin derinlerinden bir bakış yükseldi, neredeyse ağlamak üzere olan bir sesle “Sen de gider misin o zaman mahkemeye?” İşte o zaman gördüm kocaman açılmış küçücük bir yüzdeki dehşetle dayak yiyen annesini izleyen çaresiz çocuk bakışlarını. Belki divanın altından seyrediyordu, belki bir kapı aralığından, belki ablalarından birinin eteğinin altından. Korkuyordu Remzi,  çok korkuyordu, çok fazla korkuyordu. Sonra büyüdü küçük Remzi; esmer güzeli, gencecik  Hasene’yi dövdü, her tarafını çürükler, morluklar içinde bıraktı, Hasene çocuk doğurdu, yine dövdü Remzi, bağırdı, çağırdı, tokat attı, çocuklar büyüdü, onları da dövdü, Hasene ile beraber dövdü, Hasene çalıştı, bir daha dövdü, tekmeledi, hep dövdü Remzi.

“Giderim Remzi.” dedim. Hepimiz başımız önümüzde sustuk, durduk, bekledik.

“Ben artık onu istemiyorum,” dedi birden, “malın hakkı olan yarısını alsın ve beni serbest bıraksın. Emekli maaşım var benim, her ay bir kardeşimin evinde kalsam bir yılı tamamlarım. Çocuklara da söyledim. Annenizdir bakacaksınız dedim.”

Yine sustuk hep beraber önümüze bakarak. Sonra Remzi hafifçe doğruldu.

“Kaç yıldır bahçenizi kullandık, sağ olun.” sesi çok çok alçaktı bu sefer.  “Teşekkür ederiz. Ama artık ona da bakamayacağız. Şimdiden haber vereyim de yeni birini rahat bulacak zamanınız olsun.”

Başımızı salladık, yine sessizdik hep beraber.

Müsaade istedi, tacı tahtı elinden alınmış bir kral gibi, ezilmiş erkini sürüklercesine bahçe kapısından çıktı, eski arabaya bindi, gitti.

Asil Şenol Topçu