Bilgisayarın tuşları parmaklarının altında, word sayfası karşısında. Bembeyaz sayfa, adı gibi kelimelerin arka arkaya sıralanmasını beklerken pek de sabırsız görünmüyor. Ona baktıkça “bu kalbin kadar temiz sayfayı bana ayırdığın için”le başlayan eski defterler aklına geliyor, gülümsüyor. Mekan ve kahraman için arama motoruna giriyor. Görseller ve hikayeler arasında kayboluyor. Yok! Bugün o günlerden biri değil. Feyzalamıyor, dağılan düşüncelerini disipline edemiyor. Hazır olan tek şey klavyenin üzerinde takımdan kopuk, anlamsız üç beş cümle yazıp, yazıp silen parmakları. Ekip bugün çalışmakta zorlanıyor.

Önden seyrek gri saçlarını arkadan at kuyruğu yaptığı lastiğe doğru yerleştiriyor. Word’den çıkıp, sosyal medya hesaplarına giriyor.

“Şöyle afilli, okuyanı duygusundan vuracak üç beş cümle yazmalı.” diyor.

Eski yazılarını kontrol edip, öykülerine gelen mesajlara bakınıyor. Son paylaşımını iki yüz kişi beğenmiş, on beş kişi yorum yazmış.

“Toplu bir teşekkürle işi kapatsan olmaz. Teker teker yaz bakalım hepsine, teşekkürler, teşekkürler, teşe… Bu nasıl bir üslup, yok artık!”

Gözlerinden çıkan şimşek, gözlüklerini iteliyor, burnunun üzerine attırıyor. İşaret parmağıyla gözlüğü tekrar yerine ittirip, ekrana iyice sokuluyor. Kemerli burnundan çıkan boğa nefesiyle, gözlükleri ve ekran buharlaşıyor.

“Bir şey yazma imkanının olması, mutlaka bir şeyler yazmalısın anlamına gelmez!”

“Küstah!”

Ekip birden “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” nidasıyla birleşiyor. Düşünceler parmaklara, parmaklar tuşlara, tuşlar kelimelere, kelimeler cümlelere dönüşürken, beklemekten çamaşır suyuna dönmüş kahveden bir yudum alınıyor. Son beş paylaşımının yorumlarına bakıyor, aynı cümle, aynı kişi tarafından kopyalanıp yapıştırılmış.

“Kimmiş bu saygısız? ‘Yan Sayfa’ ”

İsmi tıklıyor, profiline giriyor. Gizli hesap. Takip isteği yolluyor, anında “onaylandı” mesajı geliyor. Profili tekrar  tıklıyor. “Mükemmel insana ulaştınız. Ne istemiştiniz?” yazıyor. Profil fotoğrafı olarak sadece bir maske var. Henüz beş gün önce açılmış. Takipçisi yok, takip ettiği hesap ise iki yüz yetmiş. Hesapların tamamına hem de her gün, düzenli olarak tenkit edici yorumlar yazmış. İçlerinde üniversiteden arkadaşlarına rastlıyor. Onlar için yazdığı yorumları okumaya başlıyor.

“Kendini doğuştan değerli, eşi bulunmaz ve her şeye layık görüyorsun ya! İşte orda çok yanılıyorsun.”

“Aşırı rekabetçi ve kendini teşhir etme takıntın yüzünden alay konusu oluyorsun.”

“Kibirli olmayı bile hak etmek gerekir, sen onu dahi hak edemiyorsun.”

“Of, of! Neler yazmış öyle. Yalan da değil hani. Yine en insaflısını bana yazmış. Cevaplar da fena. Bizim elit okul tayfasının verdiği cevaplara bak sen. Yumuşayan mimikleri artık kahkahalarına eşlik ediyor.

– Allah Allah ya, iyice merak ettim şimdi. Kim ki bunları yazan?”

Mesajlara giriyor.

“Merhaba 👋”

“Selam”

“Yorumunuzu okudum.”

“İçine mi dokundu?”

“Pek sayılmaz. İlk önce çok kızdım ama sonra geçti.”

“Ne istiyorsun öyleyse?”

“Amacını merak ettim.Neden bunu yapıyorsun?”

“Neyi?”

“Aklına geleni yazmayı, tenkit hatta tahrik etmeyi, haddini aşmayı, daha yazayım mı?🙄”

“Yani bana küstah mı diyorsun?”

“Bir nevi!”

“ Rahatladın mı peki?”

“Sayılmaz. Kim olduğunu bilsem kendimi daha iyi hissederim.”

“Neden bu kadar önemli anlamadım. Benim için söylemlerim kimliğimden daha kıymetli.”

Bu gizemli haller bir yazar olarak onu iyice coşkulandırıyor. Kimsenin başkalarının işine karışmak istemediği, kişisel yakınlık ve dostluklar kurmadığı bu zamanda, karşısındaki kişiyle uzun uzun meşgul olma isteğine engel olamıyor.

“Öyle olsun. Biraz daha laflamaya ne dersin?”

“Hangi konuda?”

“Yazma konusunda örneğin.”

 “Güzel konu.😏”

“İçimdeki mutlaka yazmam gerek dürtüsüne engel olamıyorsam ve yazdıklarım da birileri tarafından beğeniyle okunuyorsa neden yazmamalıyım?”

“Şöyle bir etrafına baksana. İki kelimeyi yan yana getirebilenler, ya bir blogda ya da sosyal paylaşım sitelerinde bir şeyler paralıyor. Sanki çok önemli şahsiyetlermiş de düşünceleri dünyayı kurtaracakmış gibi. Bu bir çılgınlık ve sen de bana göre onlardan birisin.”

“Yazdıklarımı en başından beri takip ediyor musun?”

“Elbette. Bence yazdıklarının diğerlerinden hiçbir farkı yok. Çok yavan ve tatsız.”

“Senin beklentin ne?”

“İçinde biraz daha zeka kırıntısı, hayal gücü ve en önemlisi de samimiyet.”

“Bence bahsettiklerin hakkında en ufak bir bilgin yok.”

“Daha açık seçik ifade edebilirim.”

“Et bakalım.🤦🏼‍♂️”

“Bilgi dediğin şeye ulaşmak artık öyle kolay ki, hepimiz bilgi zehirlenmesi yaşıyor, bilgimizi göstermek için de bir kaosun içinde birbirimizle savaşıyoruz. Bunu yaparken aldığımız haz, empati kurmamızı, yüz yüze iletişim kurmamızı, sohbet etmemizi, dertlerimizi, sevinçlerimizi paylaşmamızı öldürüyor.”

“Geri kafalı laflar bunlar.😡”

“Aslında yaptığım şeyin sizlerin yaptığından pek farkı yok. Belki de fikirlerin dünyaya yayılması mecburiyetine teslim olmuşumdur.  Sayfamda yaptığım yorumlarla bu çarkın içinde var olmaya çalışıyorumdur, kim bilir? Hayır, hayır!  Sadece sizin anlayacağınız dile beni mecbur bırakıyorsunuz, hepsi bu.”

“İnsanları kabaca tenkit etmeye mi? ”

“Herkesin bir tarzı var sonuçta.”

“Kimsin sen?”

“Yan Sayfa’yım. Hepiniz ilk sayfada toplanırken, aklınıza geleni tuşlarla ifade etme cüreti gösterirken, ben yan sayfada yalnızlık salgılıyorum.”

“Sanırım aradığım kahramanı sayende buldum.”

“Anlamadım!”

“İki gün sonraki yazımı mutlaka oku, bakalım o zaman hakkımdaki fikrin değişecek mi? İki gün sonra aynı saatte, Yan Sayfa’da buluşalım mı?”

“Bana uyar.”

“Şimdilik hoşça kal.”

“Hoşça kal👋”

Sandalyesinde arkasına yaslandı, kollarını havaya kaldırıp, parmaklarını birbirine doladı, geriye doğru olabildiğince esnedi, doğruldu, kollarını öne doğru esnetip, parmaklarını çıtlattı, birbirinden ayırdı, ellerini salladı ve itinayla tuşların üzerine yerleştirdi. Beyaz sayfayı tekrar açtı. İlk kelimeler, büyük harflerle göründü. “Yan Sayfa”.

Özlem Budak