(1896, Yeniköy/İstanbul – 24 Eylül 1973, İstanbul)

“Güldümse inanma, bil ki bu gülüş

Güldüğüm sabahın bir rüyasıdır

Dudaklarımdaki acı bükülüş

Veda akşamının sonsuz yasıdır

Hangi kudret var ki solan ruhuma

Senden sonra yeni bir ışık versin

Söner gün geçince bu hain humma

Ağlar mıyım başka acıyla dersin?

Bir salgın alevsin içimde bugün

Yakmaya en sönmez yerden başladın

Eriyip sönersem ancak büsbütün

Sevmiş diyeceksin beni bu kadın…”

“Hiçbir zaman, hiçbir araştırımayı ifşa etmeden, içten gelen esrarlı bir ahenge uydurulmuş o mütecali bir raks gibi, kelimeler ve kafiyelerin şehrayinini yapan bu manzumeler bana ekseriya masallarda dinlediğimiz insan eli dokunmamış kumaşları hatırlatıyor … “ -Ahmet Hamdi Tanpınar-

Şükûfe Nihal, Cumhuriyet’in kuruluş döneminden itibaren Türk Edebiyatında eserleri ve modern fikirleriyle oldukça dikkat çekici bir kadın şair ve yazardır. Yazar ve şair kimliğinin yanı sıra, eserlerinde işlediği toplumsal konularda “kadın kahramanları” öne çıkaran Şükûfe Nihal, aynı zamanda aktivist karakteri ve Cumhuriyetin erken dönemindeki feminist düşünceleriyle modern Türkiye’nin ilk aydın kadınları arasında yer almaktadır. Özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır Şükûfe Nihal. Yaşadığı dönemde modern ve ilerici fikirleriyle Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyat ve siyasi hayatında izler bırakan Şükûfe Nihal, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini ve değerlerini savunan idealist bir aydındır.

İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın “Son Asır Türk Şairleri” adlı kitabında yer alan mektubuna göre şairin babası  V. Murat’ın (1840-1904) başhekimi Doktor Emin Paşa‘nın oğlu eczacı, Miralay Ahmet Bey‘dir. Annesi Nazire Hanım ise asker kökenli bir aileye mensup Binbaşı Şevket Bey’in kızıdır. Soy kütüğü, baba tarafından Kastamonu’da hatırı sayılır bir aile olan Katipzadeler’e, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet’in başressamı Nakkaş Mehmet Efendi’ye dayanır. 

Şükûfe Nihal’in çocukluğu ve ilk gençlik yılları babasının görevi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ve Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te geçer. İlk tahsilini babasının memuriyette bulunduğu Şam’da, orta tahsilini Selanik’te (özel bir okula gitmiş, burada Fransızca öğrenmiştir),  Beyrut ve İstanbul’da tamamlar. Biraz dağınık seyreden eğitim hayatındaki eksikliği kapatmak düşüncesinde olan babası, Nihal’i İstanbul’a gelir gelmez bazı Türk ve Fransız mekteplerine kaydettirir. Aynı zamanda, dönemin tanınmış simalarından da özel dersler aldırmayı ihmal etmez. Servet-i Fünun şiirinin büyük temsilcisi Cenap Şehabettin‘den Arapça ve Farsça, Şehabettin’in küçük kardeşi şair ve ressam Osman Fahri Bey‘den de Türkçe ve edebiyat dersleri aldırır.

Babası Miralay Ahmet Bey’in kültürlü, ileri görüşlü ve eğitim ve sanatla ilgileniyor olması, Makedonya’da mülkiye memuru iken evlerinde düzenlenen toplantılarda konuşulan memleket meseleleri, hükümet, saltanat, istibdat, müzik, şiir gibi siyasi, sosyal ve edebi konuların Şükûfe Nihal’in düşünce ve fikir dünyasının gelişiminde büyük etkisi olur. Evlerinde yapılan edebiyat sohbetlerinden etkilenen Nihal, çok küçük yaşta şiir ve makaleler yazmaya başlar. İlk yazısı; on üç yaşındayken, Eylül 1908-Kasım 1909 arasında yayımlanan ilk renkli ve resimli kadın dergisi olan Mehasin Gazetesi’nde çıkar. Kadınların eğitim hakkıyla ilgili Ağustos 1909’da  kaleme aldığı “İnas mektepleri hakkında” başlıklı bu yazı onu basın dünyası ile tanıştırır. Yazının kadınların eğitimiyle ilgili olması onun bu konuda isteklerinin ne kadar erken başladığını göstermektedir. Yazı, feminizmin o dönemdeki öncülerinden Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı Emine Semiye Hanım (Tanzimat sonrası Nisvan “Kadın Hareketi”nin öncülerinden) tarafından övgüyle karşılanır ve kendisi hakkında bir yazı yazar.

”Kadınların ‘terakkisi’ yine kadınlar tarafından gerçekleştirilecektir. Bu sebeple kadınlığın geleceği ve Türk kadınının medeni dünyaya yakışacak şekilde yetişmesi için bizzat kadınlar düşünmeli, gayret etmelidir.”  

Şükûfe Nihal; babasının ortamını, annesinin misafirlerinin (kadın misafirleri) sadece dış görünüşüyle ilgilendikleri anlara ve ortamlara her zaman tercih eder. Evlerinde düzenlenen bu toplantılar  sayesinde döneminin önemli meseleleri olan II. Meşrutiyet ve Jön Türk kavramlarıyla ilgili ilk bilgileri edinir. Şükûfe Nihal, “Yalnız Dönüyorum” adlı romanında kendi hayatından izler taşıyan satırlarında bu etkileri sıklıkla ifade eder.

Şükûfe Nihal eğitimiyle ilgili bu ön birikimi neticesinde üniversite eğitimini de tamamlamayı ister. 1912’de babasının tayini Şam’a çıkar. Aile kızlarını yanlarında götürmek istemez. Şükufe Nihal, 16 yaşındayken ailesinin etkisiyle (annesinin isteği, babasının zoruyla) dönemin önemli aydınlarından, Türkçe öğretmeni “Limancı Hamdi” lakaplı Mithat Sadullah Sander ile evlenir. Aralarında büyük yaş farkı vardır. Evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs etmiştir. Şair Neriman Malkoç Öztürkmen ile yaptığı söyleşide En büyük idealim sanat havası içinde yaşamak, kültürümü genişletmek ve bir sanatkar olmaktı. Ne yapayım ki beni çok erken evlendirdiler. Buna mani olmak için intihara bile teşebbüs ettim.” demiştir. Bu evliliğinden oğlu Necdet dünyaya gelir. Eşiyle birlikte İstanbul Bakırköy’de Mekteb-i Ümit adıyla bir okul açmışlardır, ancak bu okulun kayıtlarına ulaşılamamıştır.

Zeynep Hanım Konağı

Osmanlı’da 1914 yılına kadar kadınların okuyabileceği bir üniversite yoktur. İlk kadın üniversitesi, İnas Darülfünunu toplumdan gelen  baskılar özellikle ”Kadınlar Dünyası Dergisi” nin başlattığı kampanya neticesinde, bugün İstanbul Fen Edebiyat Fakültesinin bulunduğu yerde, “Zeynep Hanım Konağı”nda açılır. Üniversite üç yıllıktır. Darülmuallimat ve Kız İdadisi (kız ortaokulu) mezunlarından sınavı kazananların okuyabildiği üniversiteyi Şükûfe Nihal  kazanır ancak evli olduğu için okula kabul edilmez. Bu durumu da Mithat Sadullah Bey’den boşanmak için bir gerekçe olarak sunar ve  boşanır. Kadınlara boşanma hakkı yeni tanınmıştır. Yine de  boşanmayı göze alır çünkü  okuma aşkı ağır basmaktadır.

Liseyi İstanbul’da bitiren kadın sanatçımız, sadece kız öğrencilere yönelik eğitim vermek amacıyla İnas Darü’lfünunu’na “ilk öğrenci” olarak kaydolur. “İnas Darülfünunu” (Kadınlar Üniversitesi); Tanzimat’la başlayıp II. Meşrutiyet ile birlikte giderek önem kazanan kadınların eğitimi meselesi neticesinde, İstanbul’da 12 Eylül 1914’te açılan bir üniversitedir.

1919’da Şükûfe Nihal’in son sınıf öğrencisi olduğu İnas Darülfünunu ile Zükur Darülfünunu’nun (Erkek Üniversitesi) birleşmesi gündeme gelir ve kadınlara eğitimlerini isterlerse İnas Darülfünunu sınavlarına girerek tamamlama ya da erkeklerin aldığı ek dersleri vererek Zükur Darülfünunu mezunu sayılma imkânı verilir. Son sınıfta bulunan öğrencilerin çoğu, sahip oldukları haklar doğrultusunda İnas Darülfünunu mezunu olmayı tercih eder, yalnız Şükûfe Nihal bir istisna gerçekleştirir. “Edebiyat” Şubesinden “Coğrafya” Şubesine geçtiği halde, aynı sene içinde Darülfünun’daki erkek öğrencilerin tabi olduğu kurallara uygun olarak yapılan sınavlarda başarılı olan Şükûfe Nihal, böylece İnas Darülfünunu’ndan değil de Darülfünun’dan mezun olan ilk kadın olma unvanını da kazanır.

Darül Fünun’un ilk kadın mezunlarından. şair ve kadın hareketinin sembol isimlerinden Şükufe Nihal’i, Prof. Dr. Hülya Argunşah anlatıyor.

İkinci evliliğini üniversite son sınıfta iken tanıştığı Coğrafya Bölümü’nde öğrenim gören Ahmet Hamdi Başar ile yapar. Neriman Malkoç Öztürkmen ile yaptığı söyleşide Başar’la evlenmesinin nedenini Şükûfe Nihal şöyle açıklar: “Çok zeki ve heyecanlı bir gençti. Bende olan memleket davacılığı onun içine de sinmişti.”  Bu evliliğinde, Hamdi Başar’ın sosyal konulara karşı gösterdiği ilginin ve aydın kişiliğinin büyük rolü olmuştur. Hatta eşinin bu özelliği tek evlilik sebebidir denebilir. Otuz bir yıl süren bu evlilik neticesinde Ahmet Hamdi Başar, yazarın öğretmen kimliğinin aydın kimliğine dönüşmesinde önemli bir rol oynar. Şükûfe Nihal gibi coğrafya bölümü mezunu olan Ahmet Hamdi Başar, henüz üniversite öğrencisi iken siyasal ve toplumsal alanda mücadeleci kimliği ile sivrilen bir kişiliktir. Ahmet Hamdi Başar Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yılları ve sonrasında dikkat çekici bir aydın, bürokrat ve politikacı olarak adından çok söz ettirmeyi başarmış biridir. Ankara safında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin önde gelen isimleri arasında yer alır.  Ahmet Hamdi Başar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında iktisat müşaviri (danışmanı) sıfatı ile Atatürk’ün yurt gezilerine katılmıştır.

Ahmet Hamdi Başar’ın memleket konularındaki hassasiyeti ve vatan savunması esnasındaki milli duyguları Şükûfe Nihal’i derinden etkiler. Hamdi Başar ile eskiden beri kafasında tasarladığı ancak bir türlü pratiğe dökemediği bir düşüncesini gerçekleştirir. Vatanın kurtuluşu için faaliyet gösteren Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde önemli görevlerde bulunur. Ahmet Hamdi Başar gibi Şükûfe Nihal de Millî Mücadele hesabına çalışan kadınlardandır. Şişli’deki evlerinde toplantılar düzenlenmiş, kurtuluş mücadelesinin kararları alınmıştır. Ayrıca Teşkilat-ı Mahsusa‘da gizli evrakların saklanmasında, kız kardeşi Muhsine Hanım ile birlikte çalışmışlardır.

Ergun Hiçyılmaz‘ın “Teşkilat-ı Mahsusa’dan Mit’e” kitabında, Hüsamettin Ertürk‘ün ağzından naklettiği bir olay, vatanperver şairin bu yöndeki çalışmalarına iyi bir örnektir: “Bulgaristan yoluyla Moskova’dan gelen Bolşevik murahhasının benimle görüşmek istediğini haber vermişlerdi. Kendisini kabul ettim. Bu konuşmayı bizim teşkilatımıza dahil mektep hocası ve ‘Tasvir-i Efkar’ yazarlarından A. Hamdi Bey’in Fatih civarındaki hanesinde yapmıştık. Fransızca yapılan konuşmayı Harndi Bey’in eşi Şükufe Hanımefendi’nin delaletiyle mükemmelen başarmış ve iki taraf birbirine meramını anlatmıştır.”

Şükûfe Nihal ilk olarak Ulviye Mevlan öncülüğünde kurulan ve Kadınlar Dünyası adlı bir de dergisi olan Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvân Cemiyeti’nin idare heyetin üyeleri arasında yer alır. Cemiyetin amacı, Osmanlı kadınına eğitim hakkını kazandırmak, çalışma hayatıyla tanıştırmak ve hakları konusunda bilgilendirerek mücadele etmesini sağlamaktır. Şükûfe Nihal, 1923’te Kadınlar Halk Fırkası’nın kurulması çalışmalarında da aktif rol üstlenmiştir. Şükûfe Nihal’in bu konudaki çabaları 1918’de üye olduğu Asri Kadınlar Cemiyeti’nde sürer. Vatanın kurtarılması faaliyetlerine yardımcı olmak isteyen cemiyet, ülkedeki yabancı işgalini protesto için düzenlenen mitinglere destek olur.

“EY AZİZ VATAN BEŞİĞİMİZ SENDİN, MEZARIMIZ YİNE SEN OLACAKSIN”

Kuvayı Milliye hislerinin ve ulusal bilincin uyanmasında, halkın örgütlenmesinde önemli bir rol oynayan bu mitingler arasında Sultanahmet Mitingleri büyük öneme sahiptir. Her birine 150-200 bin kişinin katıldığı bu mitinglerde ülkenin tanınan aydın ve yazarları halka seslenmiştir. Mitinglerin kadın hatipleri arasında Halide Edip Adıvar, Sebahat Hanım, Naciye Hanım, Zeliha Hanım ve Münevver Saime Hanımın yanı sıra Şükûfe Nihal de yer alır. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini protesto etmek amacıyla Halide Edip, 30 Mayıs 1919’da Sultanahmet’te tarihi demecini verirken Şükufe Nihal de Fatih Mitingi’nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapar. Şükûfe Nihal, “Yalnız Dönüyorum” adlı romanında Halide Edip Adıvar’ın halka hitap etiği Sultanahmet mitinginin geniş bir tasvirine de yer vermiştir.

Türk ölür mü, tarihi yaratan Türk ölür mü?

İnsanlığa ün veren ad yere gömülür mü?

Tarihte sönük kalır bir Kartaca kadını;

Biz, ateş harfle yazdık Türk kızının adını … “

(Bizim Destanımız)

Alp Er Tunga soyundan,

Oğuz boylanndanız;

Gittikçe kuvvet alan,

kızıllaşan bir kanız;

Yan bakanlar oldu mu,

yamanlardan yamanız!

Medeniyet, sanatta

ilk yol alanlardanız …

Göklere, ta göklere

Türk alnı değmez yere … “

(Yoldayız)

Türk kadınının sosyal hakları için de çalışan Şükûfe Nihal, bu amacını gerçekleştirmek maksadıyla, birkaç arkadaşıyla beraber “Türk Kadınlar Birliği“ni kurar. Bu derneğin amacı, kadını toplumda hak ettiği yere getirmektir. Bunu yaparken de kadının bazı niteliklere sahip olması amacına yönelik çalışmalar esas alınmıştır. Amaç; görgülü, eğitimli, sosyal ve siyasi hakları olan bir Türk kadınıdır.

Üniversiteden mezun olduktan sonra öğretmenlik mesleğini, “liselerde öğretmenlik yapan ilk Türk kadını” unvanıyla icra etmeye başlar. Darülmuallimat’ta (İstanbul Kız Öğretmen Okulu), Bezmiâlem İnas Sultanisi’nde (1923’ten sonra adı ‘İstanbul Kız Lisesi’), Vefa Sultanisi’nde (1924’ten sonra adı ‘Vefa Lisesi’) coğrafya öğretmenliği; Kandilli, Kadıköy ve Nişantaşı Kız liselerinde öğretmenlik görevini 1953 yılına kadar sürdürür.

Cumhuriyet Dönemi’nde de politik faaliyetlerine devam eden ve Kadınlar Halk Fırkası  sekreterliğini de yürüten Şükûfe Nihal 1930’dan sonra İstanbul Halkevi‘nin üyesi olarak Anadolu’yu gezmeye başlar. Çeşitli kereler farklı vazifelerle Anadolu’ya gitmesi; şiirlerinde anlatılan objektif  tasvirleri de daha gerçekçi kılar. Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu insanının çektiği cefayı gözler önüne sermesi de, onun sosyal-lirik tavrının somut örneklerindendir. Anadolu’nun zavallılığını anlamak için, insanına bakmak yeter:

Titredim: Burası köy mü, mezar mı?

Burada hayattan bir nişan var mı?

Öyle ıssız, sakin

O kadar hazin …

İrili, ufaklı toprak yığından

Apansız,

Bir iskelet gibi kuru ve cansız,

Siyah bir hayalet geçti:

“Bir insan!

(Anadolu Köyleri)

Eğlenmekten başka bir şey bilmeyen, hayatı sadece; lüks, ihtişam olarak gören bozuk zihniyetiteki kadınları da derin bir duygusallıkla eleştirir. Onları duygusuz, duyarsız, ilgisiz ve bencil olarak niteler:

Topla eteklerini yerlere sürünmesin
Rüzgara cilvelenen tülleri görünmesin
Köşede kar içinde can veren çocuklar var… 

Süzülerek çıkarken bir barın kapısından
Haberin yok yurdumun eleminden, yasından
Köşede kar içinde can veren çocuklar var…

Yerlere pırıltılar aks ederken dizinden
Karlar göz göz olmuştur bir gözyaşı izinden
Köşede kar içinde can veren çocuklar var…

Tahammülüm yok artık çiçeklere, tüllere
Yükselen gururunla indir başını yere
Köşede kar içinde can veren çocuklar var
…”

(Duymayan Kadına)

Mizacıyla ve entellektüel kimliğiyle her zaman edebi ve sosyal konularda aktif yaşantısını devam ettirebilmiş olan ŞükûfeNihal, Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının da vazgeçilmez konuğudur. 1941 yılında Mevhibe İnönü‘nün daveti üzerine aydın kadınlar tarafindan teşekkül edilen “İstanbul Hayırsevenler Derneği“nin neşriyat kolu üyeliğine Halide Edip, Meliha Avni ve İffet Halim (Oruz) ile birlikte seçilir.

Eşi ile zaman içinde karakter farklılıkları saklanamaz hal alır. Bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelir. Ancak aradığı huzuru bulamaz; eşi sürekli politik beklentiler, arzular peşindedir. Sanattan, edebiyattan uzak ,maddiyata değer veren Ahmet Hamdi Bey’in genç hanımlara olan ilgisi de ilişkinin tuzu biberidir. 1950’ta ŞükûfeNihal iki çocuğunu alıp kimseye haber vermeden evden ayrılır. Boşanırlar. Bir sohbette;   Sermet Sami,  Şükufe Nihal’in kendisine : ‘‘Biz ikimiz de kendi aleminde yaşayan iki insanız. Onun için Hamdi Bey’in benim eserlerimi okumaya zamanı olmuyor.”  dediğinden bahseder. 1953 yılında, öğretmenlik mesleğinden ayrılır.


1954 yazı Süreyya Paşa Yalısında edebiyat toplantısı
Oturanlar sağdan: Nezihe Araz, Şükufe Nihal, Neriman Malkoç Öztürkmen, İsmet Kür.
Ayaktakiler sağdan: Sofi Huri, Nazik Erik, Halide Nusret Zorlutuna, Samiha Ayverdi, Necmiye Çelikbaş

ŞÜKÛFE NİHAL’İN EDEBİ YÖNÜ :

“Şükûfe Nihal, toplumsal sorunlara karşı duyarsız davranan ve süsten başka bir şey düşünmeyen ‘umursamaz kadın’a karşı çalışkan ve ezilmiş olan ‘Anadolu kadını’nı yüceltmiştir. Şehirli ve eğitimli üst sınıfa mensup bir kadın olarak kendini sorunsallaştırdığı, ancak ‘şehirli kadın’ adına bir söylem görülmeyen şiirlerinde aile ve çevre baskısı nedeniyle aşkını özgürce yaşayamamış bir ‘kadın sesi’ duyulmaktadır. Şükûfe Nihal dönemin yaygın aydın tavrına uygun bir biçimde ataerkil cinsellik kalıpları içinde kadına yaklaşmıştır. Bir yandan çalışma ve öğretim hakkını savunarak kadının kamusal alana çıkmasını istemiş, diğer yandan asıl görevinin ‘annelik’, ‘eşlik’ ve ‘ev kadınlığı’ olduğunu savunarak özel alana çekilmesini beklemiştir. Bu çıkmazda feminist bir bakış açısına sahip olmayan bu ‘Cumhuriyet kızı’nın ‘geleneksel ben’iyle ‘modern ben’i çatışmıştır. Şiirlerinde de ‘geleneksel’ ve ‘modern’ bu iki kimlik arasında bocalayan, sıkışan ve bunalan ‘kadın sesi’ duyulmaktadır. Yer yer Tevfik Fikret’in ve Beş Hececiler’in etkisi hissedilse bile tanrıça mitolojisinin dişilik arketiplerini ve ‘kadın gotiği’nin özelliklerini taşıyan şiirlerinde Şükûfe Nihal ‘kadın sesi’ni duyurmayı başarmıştır.”-Türkan Yeşilyurt Kayhan-

Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek sık sık toplumsal konularda yazmış Şükûfe Nihal ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmamış. O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımız. Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini, ekonomik açıdan ve üretkenliğin insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular. Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür.

Şükûfe Nihal’in gerek yaşamında gerekse eserlerinde kadınlar, evlilik, eş seçimi, kadınların eğitimi, kadınların sorunları, ekonomik hayata katılmalarının önemi, Anadolu, vatan sevgisi, Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı, köylülük ve köylüler, modernleşme ve kalkınma konuları her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Nitekim Şükûfe Nihal’in “Çölde Sabah Oluyor” ve “Vatanım İçin” dışında kalan romanları da birer kadın romanıdır.

Ferit Ragıp Tuncor; 11 Eylül 1950 tarihli Kadın Gazetesi’nde yer alan “Türk Kadın Şairlerimizden Şükûfe Nihal Başar” adlı yazısında şairin Anadolu’ya yaklaşımını değerlendirir: “Anadolu ona göre kapağı az aralanmış bir hazinedir. Sanki her kayanın dibinde bir mevzu vardır. Servet memleketi baştan başa Anadolu. Coşkun sular, madenler, her şey var orada. Lâkin buna rağmen yine sefalet ve yine medeniyetsizlik hüküm sürüyor etrafta. Bu geriliği gidermek için o, memleketteki birtakım lüzumsuz masrafların kaldırılması, birçok şeylerde mütevazı olunması, halka çalışma sahası bulunması ve halkın bilgi ve görgü sahibi yapılması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu da münevverin rehberliği ile olacaktır tabiî.

Şükûfe Nihal’in eserlerinde vatan sevgisi çok güçlü bir şekilde kendini gösterir. Aile ortamının bu güçlü duygulara sahip olmasında büyük etkisi olmuştur. Bu durumu “Yalnız Dönüyorum” adlı romanında, romanın kahramanı olan “Yıldız” açıkça ifade eder:

“Ben daha sekiz yaşımdan beri Makedonya dağlarında esen kahramanlık havasını kokladım… 10 Temmuz beni, dokuz yaşında bir çocuk değil, bağrına vatan sevgisi dağlanmış bir küçük mustarip halinde buldu.”

Sanatçının ilk şiir denemelerine yedi sekiz yaşlarında ve I. Cihan harbi yıllarında tesadüf ediyoruz. Behçet Yazar, şairin ilk şiirinin “Bir Gurub” adıyla Yıldızlar ve Gölgeler kitabında yer alan şiir olduğunu söylüyor. Aynı makalede başka yanlışlıkların olması nedeniyle (Yıldızlar ve Gölgeler‘in basım tarihinin 1919 yerine 1913 gösterilmesi gibi) bu bilginin doğruluğuna şüpheyle bakılıyor. Halit Fahri Ozansoy, Şükûfe Nihal’in ilk şiirinin “Nedim” dergisinde yayımlanan, kardeşi Muhsine Hanım’a ithaf ettiği “Gençlik Bağında” isimli şiir olduğunu söylüyor. Ancak her iki kaynakta da şüpheli tarafların olması ve daha önce şairin edebiyatı sevmesinde ve edebi çevrelerce tanınmasında önemli rolü olan Ali Ekrem Bolayır‘a ait iki mektubun varlığı, basılan ilk şiir konusundaki tereddütlerimizi ortadan kaldırıyor.

Üniversitede hocası olan Ali Ekrem, sanatçının “İsyan-Denize” isimli şiirini alıp, döneminin önemli bir dergisi olan Edebiyat-ı Umumiye‘nin yöneticisi Celal Nuri’ye, yayınlanması için, bir mektupla beraber gönderir. Mektupda şunlardan bahsedilmektedir:

“Beyim Efendim, Size Darü’lfünun talebatından Şükufe Hanım’ın bir şiirini gönderiyorum. Lütfen mecmuanıza dere ederseniz talebatı da muallimlerini de minnetdar etmiş olursunuz .. .İşte hanım kızlanmız arasında da şairler yetişmeye başladı. Onlarda, hergün asarını görmekle mübahi olduğum şevk-i tahsil böyle devam ettikçe İnas Darü’lfünunu’nda milletin büyük kadınlan yetişecektir. Ben bundan vicdanen eminim. Muktedir genç kızlarımızın arasına neşr-i asanyla haklarında teşvikat ibraz huyurulursa hepimizin emel-i mahsusu olan teali-i nisvana hizmet etmiş olur. İhtiramat-ı mahsusarnı teyid eylerim efendim. 21 Kanun-i sani 1332 (1916) Ali Ekrem”

Mektuptan da anlaşıldığına göre genç sanatkarın edebiyat aleminde tanınmasında Ali Ekrem‘in geniş desteği söz konusudur. Bir mektup eşliğinde gönderdiği şiir yayınlandıktan sonra Ali Ekrem, şaire cevap yazar. İçerisinde farklı mevzuların nakledildiği mektupta şunlardan bahsedilmektedir:

“Muhterem kızım, size Edebiyat mecmuasının son nüshasını gönderiyorum. Bunda (Denize) ünvanlı şiirinizi göreceksiniz. Manzumenizi bir mektub-ı mahsus yazarak bugün en ehemmiyetli olan bir risalede neşr ettirmekle sizi, alem-i edebiyata tavsiye etmiş oldum. Artık, Şükufe Nihal imzası kesb-i marufıyet etmiştir. Namınızın kadr ü haysiyetini günden güne ila etmelisiniz. Vazifeniz pek ağırdır. Fakat ben, sizin Nigar Hanımları, Halide Hanımları gölgede bırakacak bir şaire olacağınızdan eminim. Hocanızın şu itminanı ile iftihar edebilirsiniz. Nasıl ki ben de sizinle iftihar ediyorum. Şahrab-ı edebiyatta terakkiyat-ı mütemadiye ile ihraz-ı kemal etmeniz için size rehberlik eylemek bence pek sevimli bir emeldir. Hemen Allah fuyuz-ı vicdan ve irfanınızı müzdad etsin evladım” Ali Ekrem, 5 Şubat 1331 (1916)

Yıldızlar ve Gölgeler” Tevfik Fikret’in etkisinde Servet-i Fünun çevresinde “aruz”la yazar dizelerini Şükûfe Nihal. Erkek ağzıyla yazan hemcinslerinin aksine, kadın kimliğini perdelemeye ihtiyaç duymaksızın yazışı, dili ve duruşuyla dikkatleri üzerine toplamakta gecikmez. Aruzla yazılan bu şiirleri “hece ölçüsü” ile yazdığı şiirler izler. 1928 yılında “Hazan Rüzgarları”, 1930 yılında ise yüreğindeki fırtınaları yansıttığı “Gayya” adlı şiir kitabı yayınlanır.

Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar yazan Şükûfe Nihal’in, 1928 yılında “Tevekkülün Cezası” adlı öykü kitabı ve ilk romanı “Renksiz Istırap” yayımlanır. Bunları, “Çöl Güneşi”(1933) , “Yalnız Dönüyorum”(1938) , “Domaniç Dağlarının Yolcusu”(1946) , “Çölde Sabah Oluyor”(1951) adlı romanları izler. 1935 yılında “Finlandiya” adlı gezi notları yayımlanır. Dönemin Türkiye tablosunu en yalın halde izlemeye imkân veren gezi notlarının, gazete yazılarının da sahibi olan Şükufe Nihal; “Kadın”, “Tan”, “Cumhuriyet” gazetelerinde, “Ayda Bir”, “Her ay” gibi dergilerde köşe yazarlığı yapar. 1925 – 1927 arasında yayımlanan “Türk Kadın Yolu adlı derginin yazarları arasında yer alır. Yazıları “Aile, Barış, Cumhuriyet Gazetesi, Çığır, Çınaraltı, Deniz, Dergah, Firuze, Güneş,Haftalık Gazete, İfham, Kadın Gazetesi, Kadın Yolu, Kadınlık, Mahasin, Resimli Ay, Süs, Son Posta, Şair, Şair Nedim, Talebe Defteri, Tan Gazetesi,  Türk Kadını, Ülkü, Vakit, Yeni İstanbul, Yeni Nesil, Yeni Mecmua, Yeni Türk Mecmuası, Zamannda yayımlanır.

Şairin kendi yönetiminde çıkardığı Gençlik Bağında isimli dergi, 1947 yılından başlayarak kısa bir dönem yayın hayatına devam etmiş. Dergi, adından da anlaşılacağı üzere daha çok gençlere yönelik yayınlar yapmıştır. 1947-1952 yıllan arasında Kadın Gazetesi‘nde çalışmalarını sürdürür.

Vefatından sonra Sander Yayınları‘nın sahibi olan oğlu Necdet Sander tarafından, Sadi Irmak’ın bir sunuş yazısıyla birlikte şairin şiirlerinden yaptığı seçmeleri 1975’te “Şiirler” adıyla basılır.

ŞÜKÛFE NİHAL ŞİİRLERİ :

Şükûfe Nihal, kadın kavramını bir problem olarak ele alan ilk şairlerden biridir, hatta ilkidir. Ancak, Şükûfe Nihal, hiçbir zaman dolaylı olarak ya da doğrudan feminist bir hareket içinde yer almamıştır. Ona göre, kadınla erkek beraber yükselmelidir. Çünkü ikisi de her zaman birbirlerine muhtaçtır. Her ikisinin de sevmeye ve sevilmeye ihtiyacı vardır.

Sadi Irmak;  şairi ” … şiir için doğmuş, son anına kadar şiir ve şairlik için yaşamış” bir insan olarak tarif eder. Şükûfe Nihal her şeyden önce şiiri; kendinden önceki kadın şairlerin aksine, bir kadın gibi hissederek, yine bir kadın gibi yazmıştır. Bu tavrı, Divan şiirinden beri devam eden erkek gibi yazma alışkanlığına bir muhalefet olarak değerlendirilir. O, her kadının taşıdığı, zayıflıklar ve lirizm de dahil olmak üzere, duygularını açıklamaktan da rahatsız olmamış, bu kimliğini hiç saklamamıştır.

Nesin, anlayamadı seni hiç kimse!

Dikkat ettim arkandan her gelen sese,

Her ağızda bir türlü değişti adın…

Diyorlar ki : “Ne çılgın, ne meçhul kadın!”

………………………………….

Ah, o kadın bir zirve ki aşılamaz,

Bulutlara gömülü, göklere yakın,

Başın döner, erişmek isteme sakın …”

(Kadın Sen Nesin?)

NEME YETMEZ


Yakut, mine, zümrüt bana birdir kayalarla;
Bir gül dikeninden kanayan el neme yetmez?
Kâşâne, sedir, sırma, ışık onların olsun;
Bir köhne kitap, bir sarı kandil neme yetmez?

Rûhum ki yanıktır ve şifâsızdır ezelden,
Sarmak dilesem, bir kara mendil neme yetmez?
Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?

Yanmaz ateşinden deli gönlüm bu diyârın,
Gökten bir alev bağrımı dağlar, neme yetmez?
Kestimse ümîd artık ezelden ve ebetten;
Bir eski rübâb ömrümü bağlar, neme yetmez?

Bir çölde biten dal gibi ıssızsa da rûhum,
Dost âleminin ettiği kem söz neme yetmez?
Vardır anacak bir gün olup ismimi elbet,
Bir servinin altında dolan göz neme yetmez?

Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?

Cinuçen Tanrıkorur; Şükûfe Nihal’in “Sabah Kuşları” adlı kitabında yer alan “Neme Yetmez?” adlı bu şiirin bir bölümünü, 1979 yılında “uzzal” makamında “nakış yürük semai” usulünde bestelemiştir. Aşağıdaki videoda izleyeceğiniz bu eseri, TRT’nin değerli sanatçılarından, aynı zamanda benim de hocam olan rahmetli Selma Sağbaş’tan dinleyelim.

Selma Sağbaş

SU

Kalbinden kalbime akan bir sesti
Akşam gölgesinde çağlayan o su…
Sesini en tatlı yerinde kesti
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su.

O su, bir sır gibi mırıldanırdı;
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı;
Bizi Leyla ile Mecnun sanırdı
Gamlı yolumuzda ağlayan o su…

Sessiz ruhumuzu o bestelerdi,
Bize “Unutalım dünyayı” derdi…
Bir aldı sonunda verdi bin derdi,
Bizi bizden fazla anlayan o su.

Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere;
Yolumuz ayrıldı başka ellere;
Benzetti bizi bir kırık mermere
Ruha zehir gibi damlayan o su.

Kalbinden kalbime akan bir sesti
Akşam gölgesinde çağlayan o su;
Sesini en tatlı yerinde kesti,
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su…

ŞÜKÛFE NİHAL

Etrafinda çok sevilen ve bakımlı olmaya özen gösteren bir insan olan Şükûfe Nihal ‘in, günün modasını çok yakından takip ettiği de çeşitli gazete ve dergilerdeki fotoğraflarından anlaşılmaktadır. Kadınlı erkekli toplantılarda : ‘’Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı. Şükûfe Niha1’in eldeki resimlerine baktığımızda ilk dikkati çeken nokta, ağlamakla gülmek arasında kararsız gibi duran Monalizavari dudaklarıdır. Kısa saçlarının yanında ince burun ve kaşları onun süslü olduğunu söyleyen Necip Fazıl‘ı haklı çıkarır. Abdülhak Hamit‘in bazen dalga geçtiğini Necip Fazıl, Bab-ı Ali’de şöyle aktarır: “Eşi Limancı Hamdi Bey’le gelen, çok süslü ve şık olan Şükûfe Nihal’e şöyle dedi, “Şükûfe Nihal; ne bu hal, ne hal.”

Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar. Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; “Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.”

Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), “Yarısı Roman’’ adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar:

“Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı… Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ‘dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.”

“Şükûfe Nihal’in en belirgin özelliği gururudur. Yani, kendine, kişiliğine duyduğu saygıdır. Şairimizin bu özelliğini bilmeyen, onu hiç tanımamış, görmemiş bile demektir. Böylelerinin, onun hakkında konuşmaları ayıptır, kesinkes bir art niyete dayanmaktadır.”


CERCLE D’ORIENT – Serkl Doryan – Cercle Pera

Şairin, edebiyat tarihimiz açısından ilginç bir özelliği vardır. 1930’lu yıllardan başlayarak uzun bir süre devrinin önemli şahsiyetlerini biraraya getirerek edebi nitelikte bir klüp oluşturmuştur. Mekan olarak önceleri Fatih’teki evini dostların açmış; daha sonra ise Serkl Doryan‘nı ve Hilton‘un Lalezar salonunu tercih etmiştir. Toplantılara iştirak edenler arasında dönemim pek çok seçkin ismini görebiliyoruz: Abdülhak Şinasi (Hisar), Refik Halit, Asaf Halet Çelebi, Fahri Celal, Haldun Taner, Nazım Hikmet, Behçet Kemal, Mithat Cemal Kuntay, Müfide Ferit Tek gibi edebiyatçı ve aydınlar da toplantıların müdavimlerinden olmuşlardır.

Henüz on altı yaşında yaptığı ilk evliliğinin mutsuzluğu üzerine ki Tanzimat edebiyatçılarınca “eğitimli kadın trajedisi” olarak adlandırılan ve “ruh eşini” bulamamaktan dolayı mutsuz evlilikler yapıp bedbaht olan kadınlardan biri olarak da görülen Şükufe Nihal’e pek çok kişi sevdalanmıştır. Güzelliği, konuşması ve hareketleriyle bazı sanatçıları etkilernesi bu önemli taraflarından biridir.

ŞÜKÛFE NİHAL’E AŞIK OLAN EDEBİYATÇILAR :

Şükûfe Nihal’e Türk edebiyatından birçok sanatçı hayrandır. Şükûfe Nihal’e âşık olup aşklarına karşılık bulamayan edebiyatçılar Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi Tecer, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Cenap Şahabettin’in kardeşi şair ve ressam Osman Fahri’dir.

OSMAN FAHRİ VE ŞÜKÛFE NİHAL

Şükûfe Nihal’e bir süre özel aruz dersleri veren Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi, edebiyatçı, şair ve ressam olan 30 yaş civarındaki Osman Fahri; Şükûfe Nihal’in 1910 yılında evlendiği Mithat Sadullah Sander’in de yakın dostudur. Güzelliğiyle döneminde adından çokça söz ettiren Şükufe Nihal evli olmasının bilincinde olarak bu aşka karşılık vermez/veremez. Arkadaşının karısına âşık olmayı kendisine yakıştıramayan Osman Fahri, biraz da başlangıçta Şükûfe Nihal’in kendisine umut vermeyişinden kaynaklanan ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle ve Cervantes’in söylediği; ‘’Aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyup öğretmen olarak  tayinini İstanbul’dan önce Aydın’a sonra da Elazığ’ın Palu ilçesine tayinini isteyerek kendisini inzivaya mahkum eder. Şükûfe Nihal’in Sander’le evliliği bitse bile Şükûfe Nihal, Osman Fahri’yle bir daha bir araya gelmez. Şükûfe Nihal’e çılgınca âşık Osman Fahri’ninse onu unutması pek mümkün olmaz.

Sen benim hem-dem-i hayalatım,

Ben senin yar-ı tesellikárın

Olacakken; fakat, nedense, Nihal

Sen benim gözlerimde dert aradın.

Ah! Madem ki sen de bir şair,

Ben de bi şairim, bu kafidir.

Osman Fahri geçirdiği bir sinir buhranı sırasında kafasına kurşun sıkarak intihar etmeye kalkar, ancak ölmez, kafatasında sıkışan kurşunu çıkarmak amacıyla getirildiği İstanbul’ da, Fransız La Paix Hastanesi’nde çıldırarak otuz yaşında hayata gözlerini kapar. (1920) Öldüğünde henüz 30 yaşında olan Osman Fahri âşık olduğu ve uğrunda ölümü göze aldığı Şükûfe Nihal için birçok şiir yazmıştır.

Bu içli insanın ölümünden sonra olayı yakınen bilen arkadaşı Mehmet Mevlud (Özaydın), bu ölümden henüz haberi olmayan yazara,  10 Haziran 1942 tarihli bir mektup gönderir. Mektubun ekinde Osman Fahri’ye ait bazı evraklarla, üç şiir defteri mevcuttur. İkinci eşinden ayrıldıktan sonra içine kapanan Şükûfe Nihal artık hayatta olmayan Osman Fahri’ye tutunur.

Zeynep Kerman’ın ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’ isimli kitabında yazdığına göre Elazığ’da Osman Fahri’nin yaşadığı eve gider ve saçından kestiği bir tutamı onun evinin bulunduğu bahçeye gömer. Şükûfe Nihal bu bahçeyi “Mermer Kapı”da şöyle anlatır: 

Yolunmuş sarmaşıklar, 
Söndürülmüş ışıklar, 
Bir türbe şimdi balkon… 
Diyorlar: ‘Orda en son, 
Seni sormuştu bize, 
Sarılıp elimize… 
Seni beklemiştik hep… 
Gelmedin neydi sebep?”

Osman Fahri yaşarken Elazığ’a gitmediği için suçluluk duyan Şükûfe Nihal, yine “Mermer Kapı”da ondan af diler:

“O gurbet illerinde hep anmışsın adımı…
Gelemedim, affeyle, kırdılar kanadımı!..”

Osman Fahri’nin Şükûfe Nihal’e özel dersler verdiği dönemde yazılmış olan “Bilsen” isimli şiirde sevgili “ela gözlü, pembe dudaklı bir kadın” olarak tanımlanmaktadır. Bu şiirde “sevgilinin yanında olmanın, gözlerine bakmanın bile ona mutluluk verdiğini, sevgilinin varlığının hayatına renk kattığını, sevgilinin dudağına kondurduğu bir öpücüğün onu mutluluktan uçurduğunu ve ömrünün bu öpücükle mahvolacağını bilse bile usanmayacağını, sevgilinin uzaklarda da olsa günlerce haftalarca bir selamını bekleyerek ağladığını, gönlünün tek arzusunun sevgilinin hasreti ile ölmek” olduğunu dile getirir.

‘Ölmekti hasretinle temennisi gönlümün

Âzâde-i keder!’.

Son Emelim” şiirinde ise sevgiliden “eski aşkım” diye bahsederken, aradan zaman geçmesine rağmen yaraların kapanmadığını, gözyaşları ile aşkını söndürmeye çalıştığını, sevgilisini bir zalim yüzünden kaybettiğini ve uzaklarda onun hayali ile avunduğunu dile getirir. “Hamam Böceği” şiirinde şair, âşıkları, mâşuklarınca ezilen birer böceğe benzetir. 

Döneminde cemiyet hayatının en önemli gözde kadınlarından olan ve etrafı kendisine hayran erkeklerin iltifat ve övgüleriyle çevrili olduğu halde Şükufe Nihal, hem yaşadığı mutsuz evlilik, hem Osman Fahri’nin aşkından dolayı yaşadığı dramdan olsa gerek içine kapanır ve uzun bir süre insan içine çıkmaz. Adile Ayda ile yaptığı konuşmasında “o tarihten sonra bir daha mutlu olamadığını, onun ölümünden kendini mesul tuttuğunu, yazdığı bütün şiirleri ona yazdığını, hayatında sadece bir tek  Osman Fahri’yi sevdiğini” anlatacaktır:

“Zaten insan hayatında bir kez sever. Gerisi kapılış aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim”.

Şükûfe Nihal’in Osman Fahri’ye karşı duyduğu aşk zamanla marazî bir hal alır. Artık hayattaki tek isteği ona kavuşmaktır. Yine “Mermer Kapı”da ona seslenir:

“Yedi kat yeri delebilsem de,
İzini bulup gelebilsem de,
En son zerremle kavuşsam sana,”

Bu hassas, duygulu şair ama aynı zamanda özgür ve başı dik şair; muhafazakâr, katı çevre ile özgür, modern dünyası arasında sıkışır kalır. Sonunda topluma, çevreye ve kendisine yabancılaşır… Gayya’daki “Söndürün” şiirinde şöyle der:

“Söndürün karşımda yanan ateşi;
 Kalbimin dört yanı buzla örtülü.
Bakışlarım ölü, şuurum ölü…”

Şükûfe Nihal’de derin izler bırakan bu aşk, “Yakut Kayalar” adındaki biyografik romanında da yer alır. Romanda Şükûfe Nihal’ın bütün yaşantısı kendi ağzından anlatılmaktadır. Romanında yer alan şu ifadeler sanki onun pişmanlığını dile getirmektedir:

Seneler… Kaba, bayağı, ruhsuz, şuursuz seneler… Onun ve benim arama girdiniz, aramıza yığın yığın küller yığdınız. Ve siz, kaba, bayağı, ruhsuz, şuursuz insanlar! Ben ondan sizin için ayrıldım. O, sizin yüzünüzden öldü. Onu ben öldürdüm, onu bana siz öldürttünüz. Seni kime feda ettim? Seni, beni et ve kemikten başka hiçbir  şey zannetmeyen et ve kemik yığını insanlara mı?”

Şükûfe Nihal ‘’Yakut Kayalar’’ romanını da Osman Fahri’yle yaşadığı aşk üzerine kurar. Romanda idealist bir genç kadın kendisi gibi toplumsal sorunlara ve sanata karşı duyarlı bir erkekle bir aşk yaşarken, ailesinin ve toplumun değer yargılarına uygun “zengin bir koca”yla evlenmeye zorlanınca erkeklere ve topluma isyan eder. Sevdiği adam ise tıpkı Osman Fahri gibi cinnet geçirir ve ölür. Başlangıçta onun cinnetine ve ölümüne kayıtsız kalan genç kadın, bir gün duyduğu bir ney sesiyle bu aşkın içinde yeniden canlandığını fark eder. Ancak kendisine kara taşları, toprakları “yakut kayalar” olarak gösteren aşkını artık kaybetmiştir:

Ve anladım ki, dünyanın kara taşlarını, topraklarını bana ‘yakut kayalar’ şeklinde gösteren füsûnu, ben artık kaybetmişim!..”

Âdile Ayda ‘’Böyle İdiler Yaşarken’’ adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar :

“Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…” 

Yakın dostlarına da Osman Fahri için; “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı” diye dert yanar.

Huzurevinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açmakta, yazdığı şiirleri okumakta, yenilerini yazmaktadır. Âdile Ayda bu şiirler için ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır.’’ demektedir.

“Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…”

Faruk Nafiz Çamlıbel

FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL VE ŞÜKÛFE NİHAL

Aradığı ve idealize ettiği sanatkar eş ve sevgiliyi ve dahi aşkı  bir türlü bulamayan ve ruhu yalnızlıklar ülkesine sürüklenen bu hassas ve duygulu kadının karşısına, uzunca bir aradan sonra bir başka şair Faruk Nafiz Çamlıbel çıkar. Çamlıbel, Şükûfe Nihal’in halasının evinde görür ve ilk görüşte ona âşık olur. ŞükûfeNihal, Faruk Nafiz’i yarasına merhem  gibi, bir umut gibi görür.. Birbirlerine karşılıklı olarak şiirler yazarlar.

Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da “Nihal”dir. Aynı kitapta bulunan ‘’Gurbet’’ şiirini de ‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek Nihal’e ithaf etmiştir :

“Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,

Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,

Sen benden uzak, ben sana hasret…

Sarmış beni gurbet

Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar

Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar”

Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklamıştır:

“Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.”

Bir şiirinde de gene sevgilisinin adı vardır:

“İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.”

Fâruk Nâfiz Çamlıbel ‘’Yıldız Yağmuru’’nda, Şükûfe Nihal ise ‘’Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile getirdiler. Ancak, Fâruk Nâfiz’le birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu nedenle sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görmüşse de  Halil Soyuer, “Aşklarında Yaşayan İki Şair: Faruk Nafiz Çamlıbel – Şükûfe Nihal”. Şair Dostlarım’’ isimli eserinde Şükûfe Nihal ile Faruk Nafiz Çamlıbel arasındaki aşkın zaman zaman gazetelerin dedikodu sayfalarına taşındığını yazar.

Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp onunla evlenme teklifini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Ayrıca kızına üvey baba istememektedir. Bu nedenle reddeder Fâruk Nâfiz’i.  Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i… Sevdiği kadının peşine düşen kalabalık hayran kitlesi yüzünden kıskançlık krizleri yaşar Faruz Nafiz ve hepimizin çok iyi bildiği, unutulmaz sözleri yazar. Suat Sayın şiirden etkilenir ve notalara döker ve böylece dillerden düşmeyen o güzelim Muhayyer Kürdi makamındaki şarkı ortaya çıkar.

Sakın bir söz söyleme

Yüzümü bakma sakın

Sesini duyan olur

Sana göz koyan olur

Düşmanımdır seni kim

Bulursa cana yakın

Anan bile okşasa

Benim bağrım kan olur

Dilerim Tanrıdan ki

Sana açık kucaklar

Bir daha kapanmadan

Kara toprakla dolsun

Kan tükürsün adını

Bensiz anan dudaklar

Sana benim gözümle

Bakan gözler kör olsun

Kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için defalarca yaptığı evlilik teklifine hep olumsuz cevap alan Faruk Nafiz Çamlıbel, sonunda tayinini Ankara’ya çıkartarak Ankara Lisesi’nde Coğrafya/Biyoloji öğretmeni olan Azize/Aziziye hanım ile ani bir evlilik yapar. (1931) Şükufe Nihal’i şairin ansızın evlenmesi edebiyat çevrelerini çok şaşırttığı gibi, Şükufe Nihal’i de derinden yaralar ve bir daha barışmazlar ölünceye kadar bu kırgınlık ve öfke sürer. Şükûfe Nihal “Son Hâtıra” adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:

Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..

İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…

Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!…
“Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere”
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’

Ancak her ikisi bu aşkla birlikte edebiyatımıza bir çok ölümsüz şiir ve eser bırakırlar. Mesela Faruk Nafiz ”Yıldız Yağmuru” adlı romanında Şükûfe Nihal de “Yalnız Dönüyorum” adlı romanında bu aşkı anlatırlar. Faruk Nafiz Çamlıbel “Allahaısmarladık” adlı şiirini bu içli aşkı bitirişi üzerine yazar:

Bin fersahtan duyarım kimle gülüştüğünü,
Alnından öz kardeşim öpse ben irkilirim.
Değil yalnız ardına kimlerin düştüğünü,
Kimlerin rüyasına girdiğini bilirim.
 
Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,
Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git.
Bir yarın göçtüğünü,çöktüğünü bir dağın
Görmemek istiyorsan ardına bakmadan

Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine “Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap verir… Böyle dese de Azize hanımı da sevdiği, Azîze Hanım’ın amansız hastalıktan ani ölümü ile yazdığı ve yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenen şarkıdan belli olur aslında.

“Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok”

Selim İleri’nin ‘’Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın’’ adlı romanı bu iki şairin aşkı üzerine kurulmuştur :

Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu. Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor. Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz. Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş. Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş… Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş… Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş. Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş. Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş… Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş. O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış… Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş. Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş. Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş. Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş. O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.’’

Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman Faruk Nafiz, bir hanım arkadaşıyla! Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindedir. Şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verecektir. 

AHMET KUTSİ TECER VE ŞÜKÛFE NİHAL

Ahmet Kutsi Tecer‘de şairden etkilenlerdendir. Zaten “Şükûfe Nihal’i görüp te, etkilenmemek mümkün değildi.” diyor Halide Nusret. Toplantılarda yanlarından ayrılmadığını vurgulayıp şu neticeyi çıkanyor:

Zannedersem Ahmet Kutsi, Şükûfe Nihal’e bir miktar tutkundu.”

Nazım Hikmet

NAZIM HİKMET DE ŞÜKÛFE NİHAL’E AŞIK OLAN İSİMLERDEN BİRİYDİ

Gazeteci, yazar Hikmet Çiçek, Şukûfe Nihal’i ‘Nâzım Hikmet’i çıldırtan kadın’ olarak tarif etmişti. Nazım Hikmet‘le çeşitli mekanlarda karşılaşan şair, ona karşı ilgisiz davranmıştır. Gazeteci/yazar Soner Yalçın da, Hürriyet’te yayımlanan, 17 Ağustos 2008 tarihli “Hep İdeal Aşkı Arayan Şair” başlıklı yazısında, Nâzım Hikmet’in Şukûfe Nihal’e olan aşkını şöyle anlatmış:

Şükûfe Nihal’e âşık olan isimlerden biri de Názım Hikmet’ti… Názım Hikmet’in aşkı…1920’li yıllar…Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairler yan yana gelip edebi sohbetler yapıyorlardı. Bu toplantıların birinde…Názım Hikmet bir káğıda bir şeyler yazıp Şükûfe Nihal’e vermesi için Halide Nusret’e (Zorlutuna) uzattı. ‘Bir Devrin Romanı’ adlı eserinde Zorlutuna olayı şöyle yazdı: “O (Şükûfe Nihal) okuduktan sonra, gülerek kâğıdı bana verdi. Bugün gibi hatırlıyorum, káğıtta şairin o delişmen yazısıyla aynen şu kelimeler yazılıydı:

“Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”

Nazım Hikmet, ‘’Yatar Bursa Kalesinde’’’ isimli eserindeki “İtizârname-i Nâzım” şiirini de  Şükûfe Nihal için yazar. Halide Nusret Zorlutuna’nın, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre, Nazım Hikmet ‘Bir Ayrılış Hikáyesi’ adlı şiirini Şükûfe Nihal için yazmıştı :

“Erkek kadına dedi ki/seni seviyorum,/ ama nasıl?/
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp/
parmaklarımı kanatarak/ kırasıya/ çıldırasıya…/
Erkek kadına dedi ki/ seni seviyorum,/ ama nasıl?/
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,/
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz/ yüzde hudutsuz kere yüz/
Kadın erkeğe dedi ki/ baktım,/ dudağımla, yüreğimle, kafamla;/
severek, korkarak, eğilerek,/ dudağına, yüreğine, kafana/
şimdi ne söylüyorsam/ karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana/
ve artık biliyorum:/ toprağın/ yüzü güneşli bir ana gibi/ 
en son, en güzel çocuğunu emzirdiğini/ 
fakat neyleyim/ saçlarım dolanmış/ölmekte olanın parmaklarına/ 
başımı kurtarmam kabil/ değil/
sen yürümelisin,/ yeni doğan çocuğun gözlerine bakarak/
sen yürümelisin/ beni bırakarak/
Kadın sustu/ sarıldılar/ 
Bir kitap düştü yere/ kapandı bir pencere/ ayrıldılar”

Her ne kadar Nazım Hikmet’e gönlünü vermese de! yıllar sonra Nazım Hikmet ile Celile hanımın oturduğu evin karşısında yaşaması da manidar değil midir?

Hikmet Çiçek’in yazdığı ‘Nazım Hikmet’i Çıldırtan Kadın’ beni neredeyse 70 yıl öncesine, 1950-51 yıllarına götürdü. Ben, o yıllarda, dedemlerin yanında, Kadıköy-Tevfik Bey sokaktaki, üç katlı ahşap evlerinde kalıyor, Fenerbahçe Stadı yanındaki Kadıköy Taş Mektep’te Orta 1’i okuyordum. Tevfik Bey sokağın konumunu vermem gerekirse, Saint Joseph Lisesi kapısını gören, Bahariye’ye paralel bir sokaktı, şimdi adı, her ne hikmetse Ulubatlı Hasan olmuş.

Biz sokağın uç kısmına yakındık ve köşedeki şahnişli ve cumbalı ahşap evde de, Nâzım Hikmet’in eşi ve annesi Celile hanım oturuyordu. Buna ev demek doğru değildi; baharda erguvanların cumbasına kadar tırmandığı, belki de Kadıköy’ün en güzel yapısıydı. Sonradan düşünmüşümdür: Burada ya büyük bir şair oturabilir ya da oturan şair olur. O kadar güzel bir evdi. Celile Hanım, sanırım Memet’i her sabah Moda İlkokuluna götürürken bizim evin karşısında bekleyen MAH yani Milli Emniyet memurları da onu takip ederlerdi. Ama asıl takip ettikleri eşi Münevver Hanım’dı, çünkü şair çoktan yuvadan uçmuştu.

Bu evin karşısında da küçük bir apartman dairesinin penceresinde bana göre yaşlı bir hanım oturur, bu evi seyredermiş, tabii benim bu seyirden ve hanımdan haberim bile yok. Kendileri de bir şekilde edebiyat muhitlerini bilen anneannem ve dedemin konuşmalarından bu hanımın büyük edibelerden Şükûfe Nihal olduğunu, Şaire büyük aşk beslediğini ve sırf ona yakın olmak için bu evi tuttuğunu öğrenmiştim. Burada tabii, bu büyük aşktan şair mi yoksa Şükûfe Hanım mı çıldırıyordu, orasını bilemem.” ErgunTürkcan

SON YILLARI

1960 yılında geçirdiği bir kaza sonucu bir çok ameliyat geçirir, yatağa mahkum kalır. Sakat kalmak onu çok yaralar, sokağa çıkmak istemez. Hatta evin içinde bile dolaşmayı reddeder. İçerenköy’de gün güneş görmeyen zemin kattaki dairesinde unutulmuşluğu ile baş başadır. Bir süre kızı Günay‘ın yanında kalır. Ancak gördüğü tedavilere rağmen iyileşemez ve durumu daha da kötüye gider. Evde çalışan hizmetlilere ve kızına karşı takındığı geçimsiz tavır sebebiyle ruhi depresyona girer.

Hayatın zorlaşması sonucu yakın dostlarından Sadi Irmak, Halide Nusret, Hasene Ilgaz (CHP Çorum Milletvekili), İffet Halim Oruz’un bakım ve gözetiminde İstanbul’da bir huzurevi’ne yatırılır. Bu huzurevinin İstanbul Huzurevi ya da Bakırköy Huzurevi olduğuna dair farklı görüşler vardır. İsmet Kür Hanımefendi ise bu yerin Darü’laceze‘ye bağlı Bahçelievler Huzurevi olduğunu söylüyor..

“Ölümden söz açmasın, söyleyin kuşlar ona;

Bilir nasıl yalnızdır Nihal, kalamaz sona.”

Yakın dostu Halide Nusret Zorlutuna, “Bir Devrin Romanı”nda Şükûfe Nihal’in burada ev, kitap ve arkadaş özlemi çektiğini belirtir. Hayatı boyunca kader birliği ettiği dostlarından biri olan Halide Nusret‘in hastalanması üzerine yazdığı şiirinde Şükufe Nihal, aynı zamanda kendi yalnızlığını da haykırmaktadır. Evet yalnızdır Şükufe Nihal, bütün güzelliğine, entellektüelliğine, sosyal hayatına ve de duyarlılığına rağmen yalnızdır. Mutsuz evliliklerinin yanında, pek çok şaire ilham kaynağı olmasına rağmen yalnızdır, özellikle de hayatının son on yılında.

“Mevlana da zulmette kalmıştı, Şems gidince ..

Ben de öyle harabım, deliyim, divaneyim;

Kubbesinde baykuşlar çığrışan viraneyim! .. “

 (Mermer Kapı)

Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi… Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardır, sık gelemezler huzurevine. İkinci evliliğinden doğan çok sevdiği kızı Günay’ın  doğum yaparken vefatı da  tuz biber olur,  Şükufe Nihal iyice çöker. Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necdet; duygulu bir insan olduğu, annesinin bu durumuna çok üzüldüğü annesiyle alâkasını keser. (1987 yılında vefat etmiştir)  Böylece Şükufe Nihal’in “suskunluk” dönemi başlar. Şükûfe Nihal odasından, hatta yatağından bile çıkmamaktadır, ancak yazmaya devam eder. Zamanla konuşmayı unutur. O ölmeden ölmüştür.

”O sıralar zaten hemen hiç konuşmuyordu artık. Bir zaman geldi ki, çevresindekiler, yani , huzur evi çalışanları ve sakinleri, artık onun hiçbir şey anlamadığına, duymadığına, işitmediğine inandılar ve böyle bir insana davranır gibi davranmaya başladılar. Ama, öyle değildi sanıyorum. Örneğin ablam  Ankara’dan gelmişti, huzur evine gittik. ‘Bak, Nihal, ben geldim.. Halide Nusret.. Seni görmek için Ankara’dan geldim’ dedi, alnını, saçlarını okşayarak… Ve Şükufe Nihal’in kapalı göz kapakları arasından göz yaşları akmaya başladı.. Ağlıyordu.. Bakıcılar ki tümü de haldur huldur insanlardı. ‘Sizi duyduğundan, anladığından değil, ara sıra böyle ağlar gibi olur… Yani gözlerinden yaş akar.. İşte bu da onlardan biri… Bu zamana denk düşmesi sadece rastlantı…’ dediler. ‘Belki o zamanlarda da ağlıyordu, gerçekten ağlıyordur ‘ dedim.” diye anlatır o günleri İsmet Kür.

Selim İleri’nin “Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” isimli kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümünde de Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır. Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:

“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )

Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirinde hayatını sorgulamaktadır :

“Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi .. .

Ses mi, çiçek mi desem;
Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!…”

Suskunluğunu hayatının sonuna kadar sürdüren Şükûfe Nihal, 24 Eylül 1973’te hayata veda eder,  26 Eylül’de de  Rumelihisarı’ndaki Aşiyan Mezarlığı’na defnedilir, bugün mezarının yeri bilinmemektedir.  Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için “iç acıtacak kadar bakımsız” diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir. Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.

”Alnım sararmış bir mermer bu gece…

Kitabesi silik bir mezar taşı!

Ölüm’ dudağımda iki hece

Ruhumun alemle bitti savaşı…”

Sadece eserlerinin basıldığı dönemlerde tanınan ve sevilen; diğer zamanlarda ise adeta unutulan içli şairenin ölümü de aynı sessizliği bozmaz. Milletinin derdiyle hem-hal olan şairenin ölümünde sergilenen vefasızlıktan suçluluk duyan Halide Nusret, bu duygusunu şöyle aktarır:

“Bu ömrünce anlaşılmamış, ömrü boyu çorak bir toprakta akıp giden bir ince dere gibi ziyan olup gitmiş şair kadının ölümü memlekette o kadar az yankı uyandırdı. TRT’de, basında ondan öylesine az bahsedildi ki benim içim yandı.”

Hisar Dergisi‘ndeki bir yazısında da şair için şunları yazar : “… bir gece yarısından sonra yataktan kalktım, şu -belki de acayip- mısraları yazıverdim :

“Şüküfe’ne bir mezar kaz! dediler,

Kazamadım … bulamadım baharı.

Nihal’ine bir ağıt yaz!, dediler,

Yazama dım … nerdedir şair yari?

Rengarenk bulutlarda, yıldızlı göklerdedir,

Seven gönüllerdedir Nihal’imin mezarı.”

Adı, Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okula  “Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu”nda ve İstanbul Bahçelievler’de bir sokakğa ‘’Şükûfe Nihal Sokağı’’ verilmiştir. Mor Kitaplık Kadın Tarihi ve Eserleri” serisinden Şükûfe Nihal’in eserleri 5 cilt olarak, sadece 170 adet basılmıştır.

“Kültürlü bir ailede dünyaya gelen, Abdülhamit devrinde çocukluğunu, Meşrutiyet devrinde genç kızlığını idrak eden, kimliğini modernleşme doğrultusunda arayan, iki defa evlenmiş, fakat mutlu olamayıp boşanmış, kendisine aşık olan erkeklerin sevgisine karşılık verememiş mutsuz bir kadının; bir taraftan duygu yüklü iç dünyasını, diğer taraftan idealizm yüklü milli hissiyatını ifade eden şiirler ve romanlar yazan bir kadın yazarın; iki çocuk sahibi bir annenin, kırılmalarla, sukut-i hayallerle akıp giden ve tam bir yalnızlık ve unutulmuşluk içinde son bulan hazin hikayesiyle karşılaşıyoruz. Öyle bir unutturmuş ve öyle bir unutulmuş ki nihayet Aşiyan’daki mezarı bile belirsiz hale gelmiştir.” -Ali Yıldız-

“Şükûfe” Farsça kökenli bir isim, “açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına geliyor…

Gazeteci Cevat Fehmi’nin ‘’İzdivaçta aşk lâzım mıdır?” sorusuna  “İzdivaçta aşk birinci şarttır” diye cevap veren Şükûfe Nihal, aradığı aşk’ı hiç bir zaman bulamamış, bulsa da yaşayamamış biri olarak adı gibi açmadan, açamadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçtü gitti. Vefatının 47. yılında adı gibi açmadan, açamadan solup giden bir çiçeği, Şükûfe Nihal’i sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz.

AYŞEN CUMHUR ÖZKAYA

ŞİİR KİTAPLARI :

1919    YILDIZLAR VE GÖLGELER : Şairin ilk kitabı. Servet-i Fünûn edebiyatının ve özellikle Tevfik Fikret’in izlerini taşır. Arapça ve Farsça sözcük ve tamlamalar sıkça kullanılmıştır. Kitapta T. Fikret’e ithaf ettiği Hicran isimli şiir lirik ruh halinin ve kadınsı anlatımın, ilk örneklerinden sayılabilir.

1927    HAZAN RÜZGARLARI : Şair, bu kitabında Beş Hececiler gibi sade Türkçeyle ve hece ölçüsüyle kaleme almıştır. Sıcak, içten ve yalınkat bir dil kullanmıştır. İlk kitabında kendisini gizleyen şair, bu kitapta kendi dünyasını ve “kadın sesi”ni daha çok açmıştır.

“Kollanma düştünüz,

Solgun periler gibi;

Ruhumla öpüştünüz,

Bir ümit diler gibi.”

1930    GAYYA : Bu kitabında şair, hislerle, nazımla oynamıştır. Sosyal problemlerin ve metafizik gerilimlerin yoğun olduğu bir kitap olmuştur. Gayya’da bu metafizik ifadelerin tekrarlar ve çarpıcı fikirlerle desteklendiğini söyleyebiliriz:

“İnce dar bir merdiven, bir daha ve bir daha;

İndikçe derinleşen, koyulan bir karaltı;

Girinti çıkıntılar, derinden homurtular;

Burası bir yer altı, burası bir yer altı!..”

1933    SU  : Hece vezniyle ve sade bir Türkçeyle yazmıştır. Bir önceki şiir kitabında olduğu gibi sosyal meseleleri ağırlıkla ele alan şiirleri içermektedir.

“Gün battı bir tarafta,

Bir yanda onun yüzü;

O son günle kapandı

Hayatıının gündüzü … “

1935    ŞİLE YOLLARI : Yurt sorunları öne çıkar. Şair, özellikle yoksulluğu ve çaresizliği ile Anadolu’yu ve Anadolu kadınını dile getirir. “Şair doğmuş, yüreklerdeki gizli elemleri sezmekte yüksek meleke temin etmiş, kelimeleri yoğurup inci şekline koymayı öğrenmiş bir sanatkar olduğunu bir kere daha gösterdiği …” kitabıdır.

1943    SABAH KUŞLARI  : Gayya ve Su’ daki sosyal temaların yerini, daha çok ferdi duygulanmalara bıraktığı kitapta, Cumhuriyet’in aydın bir kadını olarak Anadolu gerçeğini anlatmayı sürdürmüştür. Şekip Tunç, 2 Ocak 1944 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Sabah Kuşları’nda Şükûfe Nihal” adlı yazısında şairin bu kitapta bir kadın olarak  “geçmiş güzel günler”e duyduğu özlem’idile getirdiğini belirtir:

“Şükûfe Nihal’in Sabah Kuşları’nı okurken de kaybedilmiş bir âlemin hasretle yüreği acımış ve saf bir tazelikle tabiata dönmüş bir kadın ruhunun kanadığını görüyoruz”

1960    YERDEN GÖĞE :  Şairin yedinci ve son kitabı Yerden Göğe’nin ikinci bölümü “Mermer Kapı”nın konusu da aşktır. Şair bu kitapta bir kadın olarak hüzün, pişmanlık ve acı içinde kaybettiği sevgilisine duyduğu özlemi dile getirir. Bu aşkı anlatırken aynı zamanda kendisi, çevresi ve toplumla hesaplaşır. Farklı şekil ve üslupların denendiği bu kitabı da edebiyat çevrelerinde gereken ilgiyi görmez.

1975    ŞÜKUFE NİHAL / ŞİİRLER  :  Şairenin ölümünden sonra oğlu Necdet Sander, annesinin şiirlerinden derlediği ve kitaplarında yer almayan iki şiirinde bulunduğu Şiirler isimli güldesteyi 1975’te basar.

—–      BİR ŞEY UNUTTUM : M.Behçet Yazar, Yedigün’deki yazısında yazann iki eserinden daha söz eder. Bunlardan ilki; Ülkü, Ayda Bir, Her Ay, Yeni Türk ve Yücel dergilerinde çıkan şiirlerin oluşturduğu Bir Şey Unuttum adlı şiir kitabıdır. Ancak bu kitabın izine rastlanılmamıştır.

ROMANLARI :

1928    RENKSİZ ISTIRAP : Yazarın ilk romanıdır. Önce Cumhuriyet Gazetesi’nde 1927 yılı içerisinde tefrika edilir ve daha sonra da 1928’de kitap olarak basılır. Evli olduğu halde başkasına aşık olan ve bu aşkı uğruna verem olup ölen genç bir kızın duygularını anlatan roman; teknik açıdan oldukça basittir. İlgi çekici tarafı kadın psikolojisine ait bazı ifadeleri ve o zamana kadar söylenemeyen yaklaşımlan ihtiva etmesindedir.

Romanın esas karakteri olan Handan, içinde bulunduğu çaresiz aşkı bir öykü haline getirir ve bunu arkadaşlarına okur. Arkadaşı Selma, öykünün aslında doğrudan doğruya Handan’ın hayatını aktardığını farkeder. Handan’ı teselli eder ve bu umutsuz aşktan vazgeçmesini ister. Selına bunu yaparak, Handan’ın ölümüne sebep olan ve sürekli başka kadınlarla düşüp kalkan Vedat’ı küçümser. Durum ağırlıklı ve kronolojik bir zamanda cereyan eden roman, içerisinde bulunan bazı psikolojik çözümlemelerin ötesinde başarılı değildir. Zaten roman; duygusal kadınların, iyi niyetlerini kötüye kullanan Vedat gibi erkekleri teşhir etmek maksadıyla yazılmıştır.

1931    YAKUT KAYALAR  :  Okuyucularını “ilk sahifeden mağlup ve esir ederek yakalayıp sanatını, şiir ve haşmetini arkasında sürükleyip nefes almaya, dinlenıneye vakit bırakmadığı” vurgulanan kitabıdır. Kahraman anlatıcının belirgin olduğu roman, yine genç biı· kızın umutsuzluk ve acı dolu sonunun öyküsüdür.

Bir sanatçıyla evlenmek için kendi kendine söz veren genç kız, ailesinin zoruyla sevmediği halde akrabalarından biri ile nişanlanır. Bu esnada hayalinde yaşattığı kişiyi de karşısında bulur. Ancak onun evlenme teklifini verdiği sözden dolayı kabul etmez. Red cevabını alan sevgili, kızdan uzaklaşır. Sevdiği ile beraber olamayacağını anlayan genç kız da nişanı bozar. Geçmişi bir tarafa bırakıp, sanat dolu yaşamına tek başına devam eder. Ancak sevgilisinin kendisi uğruna intihar etmesi huzurunu bozar. Sevgilisinin ölümünden kendini sorumlu tutar. Günler sonra, geçmişte yaşadığı o aşka dair bir hatıra ile kendini hastahanede bulur. Ve hastabakıcı olarak orada kalır. Özetten de anlaşılacağı gibi, roman çok sık işlenen bir mevzuyu içermektedir: Görücü usulü ile evlenme ve beraberinde getirdiği sosyo – psikolojik rahatsızlıklar.

1933    ÇÖL GÜNEŞİ :  1932 yılındaönce Cumhuriyet’te tefrika edilip bir yıl sonra basılan Çöl Güneşi romanı edebiyat aleminde fazla yankı uyandırmaz. Bu roman iki farklı kadın tipini ortaya koyup; hangisinin daha iyi olduğunu göstermek için yazılmış bir eser görünüınündedir. Teknik olarak iyi olduğu söylenemez.

Eser, İstanbul’da Çöl Güneşi lakablı Feriha’nin hayat öyküsüdür. Feriha, ailesinin zoru ile küçük yaşta evlenir ve İnci adında bir kızı olur. Ancak kocasının Fransa’dan yanında bir kadınla dönmesi, ayrılmasına neden olur. Feriha, geleceğini düşünerek aradığı mutlu aileyi kurmak isterse de etrafındaki erkekler ona art niyetle yaklaşınayı tercih ederler. Nihat isminde birisiyle evlenmek üzereyken, Nihat’ın yakın bir arkadaşı Feriha’nın başka erkeklerle olduğunu söyleyerek bu kararından vazgeçirir. Arkasından, Sedat Bey’le de evlilik için harekete geçerse de bir sonuç alamaz. Neticede bir elişi atölyesi açıp, kendi geçimini yine kendisi temin eder. Romanın sonunda verilen “kadının maddi geçimini sağlama” düşüncesi, dönemi için önemli bir mesajdır. Dul kadına toplumun yaklaşımını anlattığı satırlarda kayda değer.

1938    YALNIZ DÖNÜYORUM  :  Aydın, idealist bir Türk kadınının hayatını, batılılaşma olgusunun yanlış anlaşılması teması ile birlikte işlendiği bir romandır. Yazarın en başarılı romanlarındandır. Gerek temanın dikkat çekiciliği, gerekse roman tekniği açısından diğerlerinden oldukça iyidir. Eser, aynı zamanda bir yer de Şükufe Nihai’in otobiyografisidir denilebilir. Zira romanın esas kahramanı Yıldız ile yazarın hayatı arasında paralellikler vardır.

Yıldız babasının memuriyeti sebebiyle, Anadolu’nun çeşitli şehirlerini gezerken evde gizlice yapılan Jön Türkler’in çalışmalarını duyar ve destekler. Aynı zamanda evde varolan, kültürel ve edebi havadan dolayı da başta, Tevfik Fikret ve N.Kemal olmak üzere, pek çok edebiyatçıyı tanıma ve sevme fırsatını yakalar. Babasının yaptığı çalışmalardan dolayı sürgüne gönderilmesi hayatında yeni bir sayfa açar. Ve iki abisi ile birlikte İstanbul’a, amcasının yanına, gelir. Babasını boşluğunu amcası ve onun oğlu Fahir (Fahir ismi O. Fahri ismini andırıyor! .. ) ile doldurur. Fahir ile ortak edebi görüşlere sahiptir.

Yıldız, bu arada Çapa Kız Muallim Mektebi’ne yatılı olarak girer. Çanakkale savaşına giden Fahir’in öldüğüne kanaat getirince, amcası bu acıya dayanamayıp ölür. Yıldız, Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’da başlayan çeşitli faaliyetlere katılır. Türk Ocağı’nın çalışmalarını destekler. İzn1ir’in işgali sebebiyle yapılan Sultanahmet ve Fatih mitinglerine katılır. Türk Ocağı’nda tanıştığı Hasan’la evlenir. idealist bir tavırla Anadolu’ya gider, ancak Hasan’ın ailesinin kötü davranışlarından dolayı İstanbul’a geri dönmek zorunda kalır. Bu arada ticarete atılan Hasan, iyi kazancından ve ortağı Namık Bey’den dolayı eğlenceye dalıp; Yıldız’ı ihmal eder. Hasta ve mutsuz bir anında Fahir’in geri gelmesi iyileşmesini sağlar. Hasan’ın sinir buhranı geçirmesinden sonra bir Avrupa gezisine çıkarlar. Oradayken Hasan’ın, aıncasının kızı Gülsüm’le evli ve iki de çocuğunun olduğunu duyrnası, Hasan’a açıklama yapmadan İstanbul’a dönmesine neden olur. Yıldız yıllardır sadece izleyici olarak kaldığı İstanbul’un iki yüzlü ilişkilerinden kaçarak; doğa ile başbaşa olacağı küçük bir evde yaşamaya başlar. Arada bir onu Fahir ziyaret eder. Romanda geriye dönüş tekniği (flash back) kullanılmıştır. Olayın sonu, yani Yıldız’ın tek başına yaşamaya başlaması aynı zamanda romanın başlangıcıdır.

1951    ÇÖLDE SABAH OLUYOR :  Roman tekniği bakımından oldukça basittir. Tek ilginç tarafıı Kurtuluş savaşı esnasında, Anadolu’nun içinde bulunduğu sefaleti ve açlığı gözler önüne seren realist tasvirlerin bulunmasıdır.

Adnan, düşman işgalinden kaçarken göç esnasında babasını kaybeder. Savaşın devam ettiği sıralarda yalnız başına köy köy dolaşır. Babasını bir türlü bulamaz. Doğu ve Güney Doğu illerinde kısa sürelerle kalıp geçici işlerde çalışır. En sonunda savaşın bitimiyle kendine bir düzen kurar. Adnan’ın başından geçenleri kaleme almak üzere bir yazar gelir ve vaka biter.

—        VATANIM İÇİN : İstiklal Savaşı romanıdır. Cephe gerisi ve savaşın insanlar üzerinde izleri anlatılır.  İstanbul’da eğitim görmüş bir zabitin macerasıyla cepheye daha fazla yaklaşılır. Balıkesir, Akdağ ve Gördes civarındaki işgaller, halka yapılan işkence ve zulümlerle bölge halkının direnişleri ve çeteler, İstiklal Savaşı’nın gerçekleri olarak romanda yerini almıştır.

—-       MAVİ ŞEYTAN  : M. Behçet Yazar, Yedigün‘deki yazısında bahsettiği “Bir Şey Unuttum” şiir kitabının haricinde, hazırlanmakta olduğu söylenen ve büyük hissi roman olarak tanıtılan Mavi Şeytan isimli eserden bahseder.  Aynı yazarın Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı isimli eserinde de Mavi Şeytan‘dan bahsedilir. Mavi Şeytan‘ın varlığını Türk Meşhurları Ansiklopedisi de doğruluyor. Yeni Türk Ansiklopedisi ise Mavi Şeytan‘ın basılmadığını belirtiyor.

ÖYKÜLERİ :

1928    TEVEKKÜLÜN CEZASI : Gözlemlerini aktardığı tek hikaye kitabı olan Tevekkülün Cezası, 1928 yılında yayınlanır. İçinde 20 öykü bulunmaktadır. Hikayelerdeki konular, romanlarıyla paralellik gösterir. Daha çok gözlemlerine dayanan realist olayları aktarır. Toplumun aksayan yönlerine hikayelerinde çözümler önerir.

Tevekkülün Cezası‘nda; psikolojik bir rahatsızlığı olduğu halde, eveleneceği erkeğe bundan söz edilmeden görücü usulüyle evlenen iki insanın ruh hali anlatılır. Sabri Bey Eşeği‘nde ise, hurafe ve batıl inançlar yüzünden köylülerin ıçıne düştükleri gülünç durumlar sergilenir. Kitabın en duygusal öyküsü Dilenci‘dir. Bu kısa eser İstanbul sokaklannda her gün yaşanan acı bir tablodan alınan küçük bir kesittir. Doğa ile baş başa olduğunda kendine hakim olamayan ve uzun tasvirlere girişen yazar, aynı tutumu Mavi Izdırap isimli hikaye ile de devam ettirir. Kaybolan Şehir, şairin hayatından izler taşımaktadır. Zaten kitabın sonunda, yazarın çocukluk hatıralarını naklettiği, Tabiat Aşkı başlıklı bir öykü vardır.

GEZİ KİTAPLARI : 

1935    FİNLANDİYA :  Şükûfe Nihal’in Finlandiya ülkesine yapƨğı bir seyahat esnasındaki bilgi ve tecrübelerini aktarmış olduğu gezi kitabıdır. Yazar bu eserinde idealist bir aydının yurdunu imar etme, daha iyiye ve daha ileriye götürme çabasını farklı bir ülkede ve örneklerle dile getirmiştir. Şükûfe Nihal, yurt dışı ziyaret için Finlandiya’yı seçmesinin birkaç nedeni vardır. Öncelikle, bu yolculuğa çıkmadan yaklaşık 10 yıl kadar önce Grigory Petrov’un “Beyaz Zambaklar Memleketinde” adlı ünlü eseri okuyup, bundan oldukça etkilendiğini ifade etmektedir. Diğer yandan “..ancak iki üç ay ılık bahar gören; buzlar, ormanlar arasına sıkışmış bu bir avuç yoksul toprağın üzerinde kurulan medeniyeti” incelemek istemiş; “yüksek bir insan elinin nelere gücü yeter?” sorusuna yanıt aramışƨr. Bir başka ilginç nokta ise “Türklerle aynı ırktan sayılan bu yüksek ulusu” Türkiye’ye tanıtmak istemesidir.

Domaniç Dağlarının Yolcusu ( Bir Yurt Gezisi ) Şükufe Nihal                             Fotoğraf   Simurg.com.tr’den alınmıştır.

1946    DOMANİÇ DAĞLARININ YOLCUSU:  Bir Kurtuluş Savaşı destanının peşine düşen kadın kahramanın Anadolu’ya yaptığı yolculuğu dikkat çekici doğa, insan ve toplumsal tasvirlerle, değerlendirmelerle sunan romandır.

Domaniç civarındaki köylerden birinde yaşayan bir kadının kocası bu dönemde yapılan savaşların birinde şehit düşmüştür. Bu olaydan sonra kadının tek amacı oğlunu vatana faydalı bir insan olarak yerleştirmek olmuştur. Oğlu yirmi yaşına geldiğinde İkinci İnönü Savaşı başlamıştır. Kadın oğlunu hiç tereddüt etmeden askere göndermiştir. Oğlundan gelecek güzel haberleri beklerken, oğlunun düşmana casusluk eƫtiği haberi almış bunun üzerine oğlunun bulunduğu birliğe giderek onu öldürmüştür.”

Yaşanan bu ilginç hikâye Şükûfe Nihal’i derinden etkilemiş ve olayın geçtiği yerleri araştırmak, olayın kahramanı olan kadın hakkında bilgi toplamak amacıyla yollara düşmüştür. Şükûfe Nihal, bu kitabında Domaniç dağlarının bu kahraman kadınını merkeze alarak onun etrafına Anadolu ve Anadolu’dan kadın manzaralarıyla kendi görüşlerini yerleştirmiştir.

Bu roman, Şakir Sırmalı tarafından “Unutulan Sır – Domaniç Yolcusu” adıyla filme çekilmiştir. Yerli Film Yapanlar Cemiyeti tarafından 1948 yılında açılan yerli film yarışmasında, seçici kurul tarafından, “En başarılı film: Unutulan Sır”; “En iyi özgün şarkı: Unutulan Sır” dallarında birincilik ödüllerini almıştır.

ÇEVİRİLERİ

JAPONCA’DAN ÇEVİRİLER : Şükufe Nihal’in Kadın Gazetesi‘nin bazı sayılarında iki Japon hikayesinin tercümesi vardır. Fransızcadan tercüme etmiş olması büyük ihtimal olan bu hikayelerden ilki “Madam Yuyume” yedi gün, diğer hikaye olan “Kırmızı Pabuçlar” ise iki gün süreyle gazetede yayınlanmıştır.

AÇIKLAMALAR :

CERCLE D’ORIENT : İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında Beyoğlu’nda, İstiklal caddesi üzerinde, “Serkldoryan” diye bilinen ünlü bir kulüp için inşa edilmiş ve bu kulübün adıyla anılmıştır. 1882 yılında, zamanın İngiliz Büyükelçisi’nin öncülüğünde kurulan bu kulübün üyeleri arsında  Levantenler, azınlıklar ve yabancı uyruklular ile üst düzey Osmanlı erkanı bulunuyordu. Adına Cercle de Pera dediler.. Fransızca Pera Dairesi.. Daire tam da bugün bizim kullandığımız anlamda.. Çember demek, geometride.. Yaşanan yer demek, toplumda.. İki yıl sonra, isim değişti, Cercle d’Orient oldu. Yani “Şark /Doğu Dairesi/Kulübü” Cumhuriyetin ilanından sonra “Şark Kulübü” anlamına gelen Fransızca adını “Büyük Kulüp” olarak değiştirmiş olan bu ceniyet, 1959 yılında Çiftehavuzlar’da bir şube açmış. 1971 yılında, 1960’lı yıllarda Beyoğlu’nun uğradığı sosyal bozulma nedeniyle, Beyoğlu binasındaki faaliyetine son vermiştir. Cercle D’Orient binası, 45 metrelik anıtsal cephesi ile Beyoğlu’nun dikkat çeken yapılarından biridir. 

KAYNAKÇA :

Fatih Arslan – Şükufe Nihal (Hayatı- Şiirleri) – Yüksek Lisans Tezi

Hülya Argunşah – Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadın Yazarlar ve Kadınla ilgili Konular

Türkan Yeşilyurt – Kadın Şairde Kadın : Şükufe Nihalin Şiirleri – Bilkent Üniversitesi

Ali Yıldız – questia.com – Bir Cumhuriye Kadını Şükufe Nihal tanıtım yazısı

Türkan Yeşilyurt Kayhan – Kadın Şairde Kadın : Şükufe Nihal’in Şiirleri9

Vedat Çalışkan – Ezgi Özey : Dergipark.org.tr  –  Türk Coğrafya Dergisi

Zihniye Okray – Kırık Bir Kalp Hikayesi : Osman Fahri Şiirinde Kayıp Nesne

Hikmet Çiçek – Nazim Hikmet’i Çıldırtan Kadın – Ergun Türkcan

Meryem Aybike Sinan – Faruz Nafiz ve Şükufe Nihal’in Yasak Aşkı –  Haber7

Dilem Cengiz – Gaia Dergi – Aşkın Gölgesinde Şükufe Nihal

Nail Elkovan – Şairlerin Aşık Olduğu Kadın – Şükufe Nihal