Sineklerin Tanrısı oğlumun onuncu sınıf okuma listesinde olan bir kitaptı. Sadece ona değil bana da anlatmak istediği çok özel şeyler olduğunu hissetmem mistik bir güç sayılmasa gerek. Daha fazla beklemesine gönlüm razı gelmeyince yaz aylarında okunacaklar listesinde en ön sıraya yerleşti. Aslında onun kitaplığında daha önce de Fahrenheit 451 ve Çavdar Tarlasında Çocuklar gibi romanlar da dikkatimi çekmişti. Geçmiş zamanda okuduğum bu kitapların yanında Sineklerin Tanrısı’nı da okuyup bitirdiğimde pek çok yönüyle derinliği olan bu kitapların neden lise öğrencileri kitaplığına alınmış olabileceğini merak ettim.

Sineklerin Tanrısı aslında yaşları altı ile on iki arasında değişen çocukların Pasifik Okyanusu’nun ortasında ıssız bir adaya düşmesi ve orada yaşadıkları serüvenlerle bir macera kitabı gibi başlasa da ilerleyen her sayfa simge, sembol ve metaforla donatılmış etkileyici bir alegoriye dönüşüyordu. Kitabın tamamını bitirir bitirmez oğlumun edebiyat öğretmenini arayarak sorumu kendisine yönelttim ve oldukça geçerli olan sebepleri kendisinden öğrendim. Öncelikle bu tür kitapların zamansız kitaplar olduğunu belirtti. Çocuklara başka dünyalar göstermeleri ve gençlerin başka dünyalara olan merakları, anlatım dilinin bu kitaplarda çok kuvvetli olması, karakterizasyonun çok kıymetli oluşu ve hikaye ile karakterlerin çocukların gözünde çok rahat canlanması diğer sebeplerdi. Ayrıca yine çocukların iç dünyalarına çok dokunan kitaplar olduğunun da altını çizdi. Çocuklarla yapılan değerlendirmelerde Sineklerin Tanrısı’nın bu açılardan daha çok beğenildiği de alınan geri bildirimler olmuştu.

Romanla ilgili kendi görüşlerim ve edindiğim bazı bilgilere gelince; ıssız adanın medeniyetten ve dış dünyadan izole, kuralların olmadığı, mutluluk ve serüvenin simgesi olarak seçilmesi edebiyat ve sinemada rastlanır bir durumdu. Dış dünyada süregelen korkunç bir savaştan güvenli bölgeye götürülmek istenen çocuklar için belki de en güvenilir mekan yetişkinlerin olmadığı bu adaydı. Düştükleri muhteşem adada çocukların düşündüğü tek şey aslında eğlenmekti. Denize girmek, yüzmek, sohbet etmek, oyunlar oynamak. Ancak ana ihtiyaçların yoksunluğu, hayaller ve korkularla olaylar bambaşka bir yöne evriliyordu. Adada iki baş kahraman tarafından bulunan deniz kabuğu (şeytan minaresi) bir zaman sonra demokrasi ve düşünce özgürlüğünün simgesi haline geliyor.
Hikaye, başlıca dört ana karakterden ikisi olan Ralph ve Domuzcuk’un adada tanışmalarıyla başlıyor. Ralph fiziksel olarak güçlü sayılabilecek, sevgi dolu, umuda inanan, eşitlikçi, iyi bir çocuktur. Doğuştan lider özelliklerinin neredeyse tamamına sahip. Diğer çocukları sadece gerçeklerle yönlendirmeye çalışıyor. Domuzcuk ise fiziksel kusurları olan, yoksul bir aileden gelen, sağduyunun sesini temsil eden, düşünebilen, bu taraflarıyla da adanın en aklı başında çocuğudur. Ancak şişman ve ileri derecede miyop olması, astım hastası olması, yüzme bilmemesi onun sürekli dışlanarak, hor görülmesine neden oluyor. Zamanla Ralph’in akıl hocası haline dönüşürken, gerçek adını ise hiçbir zaman öğrenemiyoruz.
Jack sert, baskıcı, kendi kurallarını kendi koyan, diğerlerini hor gören, zorbalığa ve baskı kurmaya yönelik, kötücül bir tablo çiziyor. Kıyafetleri ile küçük bir Nazi ordusuna benzeyen kilise korosunun başıdır. Ralph ile rekabetleri iktidar elde etme savaşına dönüşüyor. Av ve avlanmak takıntısı ilk etapta hemen hissediliyor. Diğer çocuklara sürekli vaadlerde bulunuyor.
Simon, yaşına göre olgun, sessiz, iyiliksever, ahlaklı bir bilge gibidir. Sezgileri kuvvetli, ufak tefek, epilepsi hastalığı olan bir çocuktur. Karanlıktan korkmuyor, düşünmeyi yalnız kalmayı seviyor. Sineklerin Tanrısı ile konuşan tek çocuk olarak -ki bu sahne ve devamı pek çok yorumcu tarafından İsa ile özdeşleştirilmektedir- adadaki pek çok soru işaretini de Simon aydınlatıyor.
Bu tanımlamaları yaptıktan sonra karakterlerin tamamının bir sembol olduğunu düşünmeden edemedim. Ralph ve Jack arasında dostlukla başlayan bölümlerde dahi ikisi arasındaki rekabet hemen göze çarpıyor.
Ebeveyn olarak bundan sonraki gözlemim; her çocuk ya da genç gruplarında Ralph, Jack Simon ve Domuzcuk’u aramak olacaktır muhtemelen. Bu dört çocuk yaş olarak diğer çocuklardan daha büyük. On iki yaş ergenliğin de başladığı bir yaş olarak değerlendirilebilir. Ergenlik hakkında duyduğumuz en temel olgu kimlik gelişimi dönemi olduğudur. Bu dönem ayrıca sosyal statünün de tekrar şekillendiği yıllardır. Ergenlik dönemi için en çok duyduğumuz şeylerden bir diğeri testosterondur. Bu hormonun devreye girmesiyle de stres seviyesinde artış olduğu pek çok uzman tarafından dile getirilmektedir. Ergen gruplarında hiyerarşi belirlendiğinde ise stres hormonu salınımı azalırmış. Bu açıdan baktığımda Ralph ve Jack arasındaki rekabet ve diğer küçük çocukların güven arayışıyla, adada yaşanan şiddetin nedenleri çok daha netlik kazanıyor.
Kahramanlarla tanıştıktan sonra diğer bir sorgulamam, içlerinde neden bir kız çocuğu olmadığıydı. Neden hepsi erkek? Bu soruyu yazarın kendisine sorma şansını elde edenlere Golding şöyle bir açıklama yapmıştı: “Benim buna cevabım şu, ben insanları, toplumu küçültmek, düşürmek istedim. Bir grup erkek de, bir grup kıza nazaran daha düşük bir toplumsal grup. Bunun nedeni ne diye sormayın. Biliyorum, eşitlikten bahseden kadınlar bana kızacak fakat ortada eşitlik denen bir şey yok, kendilerini erkeklere eşit gören kadınlar ise sadece aptallık ediyorlar. Kadınlar erkeklere göre hep daha üstündüler ve böyle olmaya devam edecekler.”
Kitabın adı, bir grup çocuk tarafından avlandıktan sonra başı kesilerek bir put gibi mızrağa takılan domuz başının üzerine yığılan sineklerin anlatıldığı bölümde netlik kazanır. Sineklerin Tanrısı kesik domuz başıdır. Domuz romanın en önemli figürlerinden biridir. Mitolojide domuzla ilgili söylencelere baktığımda ilk dikkatimi çeken Roma söylencesi oldu. Romalılara göre yaban domuzu saldırgan oluşu nedeniyle kötü bir yaratıktır. Adonis, kendisini yaralayan bir yaban domuzu yüzünden ölmüştür. Ayrıca Mısır’da temiz olmayan bir hayvan olarak kabul edilir. Domuz çobanları hiçbir tapınağa sokulmazlar ve yalnızca kendi aralarında evlenebilirler. Yahudilikte ve İslamiyette domuzun haram kılındığı hususunda açık ifadeler vardır. Bununla beraber gerçek İncil’e resmî dört İncil’den daha yakın olduğu Müslümanlarca kabul edilen Barnaba İncili’nde, “Bunun üzerine yazıcılardan biri dedi: Eğer ben, domuz eti veya pis olan bir başka et yersem, bu benim vicdanımı kirletmez mi? İsa cevap verdi: İtaatsizlik insanın içine girmez, insandan, kalbinden dışarı çıkar ve bu sebeple haram kılınan yiyeceği yerse kirlenmiş olur.” (Fasıl, XXXII/32-34) cümleleri yer almaktadır. Bu ifadelerden, pis ve murdar olan domuz etinin haram kılınan yiyeceklerden olduğu, yenildiği takdirde de kişinin gönlünü, vicdanını kirleteceği anlaşılmaktadır. Tekrar romana döndüğümüzde insanların içindeki kötülüğün sembolüdür Sineklerin Tanrısı. Sinekler ise kitleler olarak sembolize edilmiştir. Kitapta Mina Urgan’ın yazdığı son söz bölümünde İngilizlerin “Beelzebub” dedikleri şeytanın Kutsal Kitap’taki İbranice isminin Sineklerin Tanrısı anlamına gelen Ba-al-z-bub olduğu için Golding’in romana bu ismi verdiğini belirtmiştir. Kitap bitikten sonra bu bölümü de mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Aynı zamanda domuzun çocukların karınlarını doyuran bir unsur olması da oldukça önemlidir ki domuz etini yemeyen tek çocuğun Ralph olması ,öğrendiklerimden sonra adada vicdanını temiz tutan kişinin sadece o olduğunu yorumlamama neden oldu.
Adadaki canavar korkunun, ateş umudun, koro dinin simgesi olarak düşünülebilir. Ayrıca yine avlanmak, koronun marşları, gözlük camı, çocukların yüzlerine sürdükleri boyalar da dikkat çeken diğer simgeler. Tüm bunların arasında ilkel benliğimizden hayvansal dürtülerin ortaya çıkmasıyla masumiyetlerini kaybeden çocuklar… Ralph’le başlayan ve onunla biten kitabın sonunda; iyilik, kötülük kavramlarının insan doğasının gereği olduğunu, bastırılmayan bazı duygu ve dürtülerin nasıl felaketlere neden olabileceğini, düşünüp dururken Sineklerin Tanrısı’nın sesi kulaklarımda yankılanıyor:
“Sen biliyordun, değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu biliyordun. Sizlere öyle yakın, öyle yakın, öyle yakınım ki! Her şeyin bozuk gitmesinin nedeniyim ben. Bunu biliyorsun değil mi?”
William Golding’in İkinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında uzun süre öğretmen olarak çalışmasının, savaşta deniz eri olmasının, Normandiya Çıkarması da dahil pek çok çatışmaya katılmasının “Sineklerin Tanrısı”ndaki psikolojik, sosyolojik, felsefi ve siyasi bakış açısında etkisi büyük olmuştur. 1956 yılında yazılan kitap, önce 1963 yılında Peter Brook, daha sonra ise 1990 yılında Harry Hook yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı. Kitaba en yakın uyarlamasını izlemek isteyenlere 1963 tarihli filmi tavsiye ederim.
Kitabı aldığım rafa R. M. Ballantyne’ın Mercan Adası romanının yanına yerleştirirken, oğluma romanda hissettiği en yoğun duygunun ne olduğunu sordum. Cevabı “öfke” oldu.
Özlem Budak
Kaynakça:
- https://www.gorselhaber.com/haber-mitolojide-domuz-19051.html
- İslam Ansiklopedisi
- Sineklerin Tanrısı-William Golding ve Sonsöz Mina Urgan