Ayrılık Sevdaya Dahil
açılmış sarmaşık gülleri
kokularıyla baygın
en görkemli saatinde yıldız alacasının
gizli bir yılan gibi yuvalanmış
içimde keder
uzak bir telefonda ağlayan
yağmurlu genç kadın
rüzgâr
uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
mor kıvılcımlar geçiyor
dağınık yalnızlığımdan
onu çok arıyorum onu çok arıyorum
heryerinde vücudumun
ağır yanık sızıları
bir yerlere yıldırım düşüyorum
ayrılığımızı hissettiğim an
demirler eriyor hırsımdan
ay ışığına batmış
karabiber ağaçları
gümüş tozu
gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
yaseminler unutulmuş
tedirgin gülümser
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
herşey onunla ilgili
telâşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
gittikçe genişleyen
yakılmış ot kokusu
yıldızlar inanılmayacak bir irilikte
yansımalar tutmuş bütün sâhili
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil
çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
eflatuna çalar puslu lacivert
bir sis kuşattı ormanı
karanlık çöktü denize
yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
fenâ kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
kaçamak gülüşleri gizlice
yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle
sanmıştık ki ikimiz
yeryüzünde ancak
birbirimiz için varız
ikimiz sanmıştık ki
tek kişilik bir yalnızlığa bile
rahatça sığarız
hiç yanılmamışız
her an düşüp düşüp
kristal bir bardak gibi
tuz parça kırılsak da
hâlâ içimizde o yanardağ ağzı
hâlâ kıpkızıl gülümseyen
-sanki ateşten bir tebessüm-
zehir zemberek aşkımız
Kendisiyle ilk tanışmam, şiiri çok sevdiğimi bilen baba dostu Çetin amcamın her gün “Divan Pastanesi”ne gidip, aynı masaya oturan ve şiirlerini yazan birinden, “Attila İlhan”dan bahsetmesiyle olmuştu. O zamanlar Türk Hava Yolları’nın Harbiye’deki Genel Müdürlük binasında yeni çalışmaya başlamıştım ve Divan Pastanesi, her gün öğle vakti, yemek saatlerini es geçerek koştura koştura resim görmek, seyretmek ve haz almak için gittiğim Taksim Sanat Galerisi’nin yolu üzerindeydi. Bir gün sırf acaba görebilir miyim diye galeriye gitmekten vaz geçip Divan’a uğradığımda elbette göremedim kendisini ama onun sayesinde Divan Pastanesi’nin eşsiz pastalarını, rokokosunu tatmak fırsatını yakaladım. Sonrasında Attila İlhan’la karşılaşmam “Ayrılık Sevdaya Dahil” şiiriyle gerçekleşti. Birine gönderilmiş bir mektupta, kimin yazdığını bilmeden okuduğum bir şiirdi “Ayrılık Sevdaya Dahil”… Mektubu yazanı tanıyordum, böyle bir şiir yazmasına imkan yok demiştim okuyunca ve çok daha merak etmiştim. Sonrasında o genç yaşında nasıl da benden önce keşfetmiş diye şaşırmıştım da mektubun sahibine. Sonraları “Aysel Git Başımdan” şiirini bir genç kız hevesiyle “Ayşen” olarak çevirip okumam da Attila İlhan’ı daha bir sevmeme vesile olmuştur ama en çok “Ayrılık da Sevdaya Dahil” şiiri ve şiirin 1998 yılında Vedat Sakman’ın bestesi, Zuhal Olcay’ın seslendirilmesiyle gönlüme taht kurmuştur Attila İlhan. Türk edebiyatının büyük ustası, çınarı, şair, yazar, düşünür, deneme yazarı, gazeteci, senarist ve eleştirmen Attila İlhan’ı vefatının 15. yılında sevgi ve saygıyla anıyorum/z bugün.
Yaptığım araştırmalara göre, Attila İlhan’ın Taksim’deki Bulvar Kahvesi‘nden sonra müdavimi olduğu Divan Pastanesi‘nde kendine özel bir masası varmış. Günlük hayatı belirli bir düzen içinde yaşamayı seven şair, her sabah Maçka’daki evinden çıkıp kırk dakika yürüyerek saat 10 gibi Divan’a gelip, aynı masada oturur, yazılarını, şiirlerini burada yazar, randevularını burada verip, basınla röportajlarını burada yaparmış. Divan, İlhan’la o kadar özdeşleşmiş ki, yurdun her yerinden mektuplar telefonlar buraya geliyormuş.
Attila İlhan yılını tam çıkaramıyor ama o yağmurlu günü çok iyi hatırlıyor: ‘‘Divan’a ilk gelişim bir mecburiyet dahilinde oldu. Çok yağmur yağıyordu. Ortada kaldım, etrafı bir dolandım, buradan başka girecek yer bulamadım. Giriş o giriş, sekiz dokuz senedir buraya geliyorum.’’
Attila İlhan kahve alışkanlığını herkesin sandığı gibi Fransa yıllarında değil, üniversitede okuduğu zamanlarda edinmiş: ‘‘Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydim. Orada derse devam mecburiyeti yoktur. Pansiyonlarda yaşıyorduk. Sabahları çıkınca nereye gideceğimizi bilemezdik. Önce Pangaltı’da ‘Suna Pastanesi’ni bulduk. Sonra çeşitli semtlerde çeşitli pastaneler oldu. Bunların en ünlüsü ‘Baylan Pastanesi’dir. Orada bir edebiyat nesli yetişmiştir. ‘Maviciler’ diye bir grup orada oluşmuştur.’’
Daha sonra bu bir gelenek halini almış, farklı şehirlerde bu durum kabuk değiştirerek devam etmiş. Hayatının son dönemlerinde ise Taksim’de yer alan ‘The Marmara’ adlı mekanda bu geleneği sürdürmüştür. Evinden Taksim’e oradan Dolmabahçe’ye yaptığı yürüyüşlerde İstanbul’u adeta ruhuna işlemiş. Hemen hemen her gün bir iki saat yaptığı gezilerle doğayı ve insanları gözlemleme fırsatı bulmuş; bunu şiirlerine ustalıkla yansıtmış. Özellikle şair için İstanbul’da boğaz turu yapmak, sütlaç yemek ve denize nazır çay içmek en büyük tutkusuymuş. Yolunuz “Divan Pastanesi”ne düşerse “Attila İlhan” yazılı plakalı, en uç köşedeki masasını görebilir, o günlerdeki havayı soluyabilirsiniz.

“Eskiden telefon filan yoktu. Attilâ’yı aradığımız zaman orda olduğunu bilirdik, oraya giderdik. Attilâ çok dakikti. Mesela her gün sabah yürüyüşünü yapar bunu asla ihmal etmezdi. Ancak; çok uzun mesafelerde otobüs tercih ederdi. Her sabah 10’da Divân’da olurdu. Özellikle o dönemde Suna Pastanesi, Osmanbey, Beyazıt, Marmara, Baylan, mekânları edebiyatçıların buluşma noktalarıdır. Buluşmayı sağlayan Attilâ olmuştur genelde. Özellikle gençlerle istişare etmeye bilhassa önem vermiştir. Çünkü; gençlerden çok şey bekler. Sonra bu sohbetler İstanbul’un ve İzmir’in farklı noktalarında şekil değiştirerek devam etmiştir.” – Kuzeni Solmaz İlhan-

Attila İlhan; Kars kökenli, savcı Muharrem Bedrettin Bey (günlük hayatta Bedri İlhan Bey) ile Şam kökenli Emine Memnune Hanım‘ın (günlük hayatta Memnune Perihan Hanım) ilk çocuğu olarak 15 Haziran 1925’te İzmir’in Menemen ilçesinde dünyaya gelir. Attilâ İlhan’ın babası Muharrem Bedrettin Bey, Sivas-Gürün’de dünyaya gelmiştir. Baba tarafından dedesi Mehmet Hamdi Efendi’nin babası İsmail Hoca’dır. Kafkas kökenli olduğu söylenmektedir. Gürün kadısı olan dedesi Mehmet Hamdi Efendi’nin, Gürün Camii’nde bulunmakta olan kendi el yazması Kuran-ı Kerim’de İsmail İlhanî adı ve mührü vardır. Ailenin İlhan soy isim kaynağının bu mühür olduğu bilinmektedir. Soyunun İlhanlılar‘a uzandığı söylenir (Daha önceleri “Kadılar” veya “Kadızade” lâkabıyla anılmaktadırlar).

Şairin resmi kayıtlardaki ismi ‘Attilâ Hamdi İlhan’ olarak geçer. İki kardeşi vardır : Cengiz İlhan ve Çolpan İlhan. 1927 Menemen doğumlu olan Cengiz İlhan avukattır. 1935 Karşıyaka doğumlu Çolpan İlhan, Türk sinemasının sevilen sanatçılarından olup, Sadri Alışık’ın da eşidir. Bu evlilikten doğan Kerem Alışık da yeğeni olmaktadır.
Babası aruzla şiir yazan bir divan şairidir. Bu nedende şiire düşkün ve nahif bir çocuk olarak yetişen Atilla İlhan, babası emekli olduktan sonra avukatlık yapmak üzere İzmir’i tercih edince ailesi ile buraya yerleşir. İlhan, ilk öğrenimini Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu’nda ve Karşıyaka Ortaokulu’nda tamamlarken, babasının vasıtasıyla henüz öğrencilik yıllarında edebiyata ilgi duymaya başlar. İlk şiirini üçüncü sınıftayken “İlkbahar” başlığıyla kaleme alan İlhan, ortaokulda da roman yazmaya başlar.
İzmir Atatürk Lisesi’nde birinci sınıftayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı “Nazım Hikmet şiirleri” nedeniyle 1941’de 16 yaşındayken “komünizm propagandası” yapmaktan tutuklanan Attila İlhan, okuldan uzaklaştırılır. Üç hafta gözetim altında, iki ay hapiste kalan İlhan, danıştay kararıyla 1944’te okuma hakkını tekrar kazanarak, İstanbul Işık Lisesi’nde eğitimine devam eder.
“Yıl 1941… Attila İlhan 16 yaşında ve İzmir Atatürk Lisesi’nde okuyor. Evleri Karşıyaka’da olduğu için okula vapurla gidip geliyor ve bu gidip gelmelerinde ilk kez âşık oluyor. Onun deyimiyle ‘uzaktan sevdiği’ ilk kız… Kızın adı Vacide… Komşu evde oturan ailenin kızı… Kızı okula gidip gelmelerinde görüyor, gönlü kayıyor ama o dönemde konuşmak, buluşmak kolay işlerden değil. Attila İlhan da oldukça çekingen. Düşünüp taşınıyor ve mektup yazmaya karar veriyor. Tutkulu bir mektup yazıyor ve sabah vapura giderken kızın oturduğu evin merdivenlerine bırakıyor. Yürürken heyecandan ölecek, arkasına dönüp bakıyor ve kızın çantasıyla evden çıkarken eğilip mektubu aldığını görüyor. Üç gün süren heyecanlı bekleyişten sonra mektubuna yanıt geliyor. Onun da kendisine ilgi duyduğunu ve mektuba şaşırmadığını belirten satırlar… Hiç buluşmadan, konuşmadan haftalarca mektuplaşıyorlar.
Attila İlhan ona coşkulu mektuplar yazıyor, şiirlerini yeni tanıdığı Nazım Hikmet’in dizelerini yolluyor ona. Ve o Nazım şiirleri başına büyük dert açıyor! Dönem Attila İlhan’ın deyimiyle “40 Karanlığı” dönemi, Nazım hapiste ve şiirlerinin yayınlanması, paylaşılması yasak. O yüzden mektuplarında şiirleri okuduktan sonra imha etmesini istiyor kızdan ama o bunu yapmayınca bir gün okul aramasında kızın dolabında mektuplar bulunuyor. Attila İlhan Fransızca dersindeyken müdür muavini derse giriyor ve onu dersten alıp odasına götürüyor. Odasında bir polis. Polis onu alıp önce Karşıyaka Polis Karakolu’na, ardından İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne götürüyor. Birkaç gün süren sorgudan sonra liseden bir arkadaşıyla birlikte tutuklanarak eski İzmir Cezaevi’ne naklediliyor.
Hukukçu babası çareler arıyor ve avukatı bir dilekçe veriyor. Dilekçede avukatı “asabiyet” bahanesiyle İzmir Memleket Hastanesi’nde müşahade altına alınmasını talep ediyor ve bu istek kabul ediliyor. Fakat Memleket Hastanesi’ndeki asabiye doktoru askere alınınca Attila İlhan’ın yolu Manisa’ya düşüyor. O günkü adıyla Manisa Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesi, bugünkü adıyla Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi…
Yazar olmayı daha o yaşlarda o derece kafaya koymuş ki Attila İlhan, oradaki insanları ve hastaneyi gözlemleyerek sonraki aylarda ilk romanını yazıyor: “Bir Mahkum Var”. Hastane ve mahkumluk dönemi sonraki yıllarda hep minnetle anacağı başhekimin raporuyla sona eriyor. Kısa boylu, gözlüklü başhekim, yapılan testlerden sonra onu odasına çağırıyor ve diyor ki; “Hasta falan değilsin. Kurtulman için hasta demem yeterli ama bu gelecek hayatını etkiler, hasta değil desem ağır ceza yersin, sana yazık olur. İkisinin arası bir şey yazacağım.” Hem o raporla, hem de yaşının küçüklüğüyle mahkumiyeti sona eriyor ama bu kez de Milli Eğitim Bakanlığı imzalı bir belgeyle okuma hakkı elinden alınıyor. Ancak iki yıl süren bir danıştay sürecinden sonra eğitim hakkını geri alabiliyor. Üstelik belgenin altında imzası olan bakan da, yıllar sonra birlikte şiir matinelerinde boy göstereceği şair Can Yücel’in babası Hasan Ali Yücel…
Peki Vacide’ye ne oluyor? Bir daha hiç görüşemiyorlar. Eğitim hakkını geri alıyor ama Atatürk Lisesi onu tekrar kabul etmediği için İstanbul’a gidip Işık Lisesi’ne kaydoluyor ve kızı bir daha göremiyor. Vacide yıllar sonra mutlu bir evlilik yapıyor ve Attila İlhan’ı hep saygı ve gururla anıyor…” -Edebivizör-
(…)
sahi ben ne hırçın çocuktum
ele avuca sığmaz aklı fikri şiirde
mısra mısra başımı belaya soktum
İzmir cezaevi dokuz yüz kırk bir’de
kaşla göz arası liseden kovuldum
(Kimi Sevsem Sendin – Nasıl Olduysa)
1940’lı yılların sonuna doğru toplumcu aydınların Sansaryan Hanı’nda sorgulandığı dönemde Attilâ İlhan da sorguya maruz kalmış; bilhassa bundan duyduğu üzüntüyü şiirlerinde geçmişe atıfta bulunarak sıklıkla dile getirmiştir.
“Sansaryan Hanı kaç adımlık yerdir
elbet duyuluyor
sanki bir burguyla kafatası oyuluyor tutukluların”
“sol kulağına kurşun akıtılmış
yaşadığı o dehşeti o işkenceyi
kim arar kim sorar”
(…)
bulutlardan bir hisar Sansaryan Hanı
tramvayın kustuğu Mevcutlu duman duman
eskiden yaşanmışlıkla yeniden yaşananı
ayırabilmek çok güç zaman işte o zaman
çıktığı her basamak unutulmaz bir anı
gazetelerde solmuş eski tevkifat’lardan
Korkunun Krallığı kitabında yer alan Onsekiz şiirinin açıklamasını yapan Attilâ İlhan, kitabın sonunda yer alan Meraklısı İçin Ekler bölümünde bu dönemi kendi ifadeleriyle şöyle dile getirmektedir:
“ ‘Onsekiz’, 1940’lı yıllarda, haftalarca sürmüş olan bir ‘gözaltı’ sırasıda, benim Sansaryan Hanı’nda kapatıldığım hücrenin numarasıydı. Hiç değilse, aklımda öyle kalmış. O zamanlar, o hücrede yaşadıklarımdan, 12 Eylül sonrası tutuklularının, iç düğümlerini yakalamaya çalışıyorum. Şiirin en beşeri, en bitirici yeri, sanırım, son iki mısradır; bunun böyle olduğunu sanıyorum ki, ne o ‘ihtiyarlar’ reddebilir; ne de o ‘ihtiyarları’ tanımış olanlar!”
(…)
birini çağırıyorlar onu olabilir mi
adını hatırlasa bilmece çözülecek
adını hatırlamıyor kaç yaşında olduğunu
hatırladığı içindeki bir gemi
yıllardan ilkokul belki 23 Nisan
Heybeli’ye geziye gidilecek
yol boyunca aralıksız kuş yağmuru
gemiyle yarışan yunuslar
maviliğin gözlerine sığmayan sonsuzluğu
o ilk hürriyet sarhoşluğu
korkudan ihtiyarlayabilir mi
yirmi yaşında insan
(…)
siz kimsiniz yoksa
kimsesiz misiniz
neden soğuk böyle
soluk benziniz
yoksa haftalardır
tecrit’te misiniz
kapı duvar sağır
soran yok
o dipsiz boşluğa
düşmekte misiniz?
Attila İlhan’ın ilk şiiri “Balıkçı Türküsü” Yeni Edebiyat dergisinde yayımlanır. Nevin Yıldız ve Beteroğlu takma ismi ile Yücel dergisinde şiirleri yayımlanan Attila İlhan şiirlerinde mahlas kullanmayı tercih eder. Özellikle, gözlük kullanması sebebiyle “Gözlüklü Hamdi”’ mahlasını kullanır. Sinema senaryoları ve romanlarında ise “Ali Kaptanoğlu”nu kullanır. Eleştiri yazılarında ise “Abbas Yolcu, Ömer Haybo ve Tila Han” adlarını kullanır. İlhan, orta boylu, dalgalı gür saçlı, güler yüzlü, esmer birisidir. Gözlüklü olmasıyla ve şapkasıyla Türk edebiyatında nâm-ı diğer “Kaptan” olarak anılır. “Kasketli Şair”, “Yalnız Şövalye”, “Büyük Yolların Haydutu” diye de anılır.
İlhan, lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı, birinciliği Cahit Sıtkı Tarancı, üçüncülüğü ise Fazıl Hüsnü Dağlarca‘nın aldığı CHP Şiir Armağanı’nda “Cebbaroğlu Mehemmed” adlı şiiriyle ikincilik ödülünü kazanır. Dönemin ünlü edebiyat dergilerinde şiirleri ve yazıları yayımlanır ve Türk edebiyatının önemli isimleri arasına girmeyi başarır.
Liseden 1946’da mezun olan İlhan, daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolur ancak okulu bitirmeden yarıda bırakır. Bu dönemde “Gün” ve “Yığın” adlı dergilerde çeşitli şiirler kaleme alır.
İlhan, yirmi üç yaşındayken toplumsal duyarlılıkla yazdığı ilk şiir kitabı “Duvar“ı, 1948’de kendi imkanlarıyla okurlarıyla buluşturur. Özgürlük, yurtseverlik, özveri, barış, insanlık temalarını ele alan şiirlerinde, İkinci Dünya Savaşı’nın gerilimini, sıkıntılarını ve çöküntülerini anlatır.

Nâzım Hikmet’in yurt dışına sürgün edildiği dönemlerde “Nâzım’a Özgürlük” diyerek dönemin önemli sanatçı ve hukukçularıyla beraber dilekçeler toplayan; Nazım’ı kurtarma hareketine destek olmak amacıyla 1951 yılında Paris’e giderek oradaki çalışmalarda etkin rol oynayan İlhan, hayatının altı yıllık sürecini sürekli İstanbul, Paris ve İzmir arasında geçirir. İlhan, Paris’te kaldığı zaman boyunca sosyal-siyasal gözlemler yapar ve bu gözlemlerini ileride çıkaracağı romanlarında ve şiirlerinde kullanır.
Türkiye’ye döndükten sonra 1951’de Gerçek gazetesinde yazdığı bir yazı nedeniyle hakkında soruşturma açılan Attila İlhan, bu olaydan sonra yeniden Paris’e gider. İlhan, Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra üniversite eğitiminin son senesinde okuldan ayrılarak 1953’te Vatan gazetesinde sinema eleştirmenliği yapmaya başlar.
Attila İlhan, bir röportajında yazarlık serüvenini şu sözlerle anlatır:
“Şiir gelir ve kendini yazdırır. Bu işin zanaatkarlığını da zaten aşağı yukarı elli yıldan beri yaptığım için şiir yazmakta o kadar zorlanmıyorum. Bu bakımdan şiir benim hayatımda çok yer tutmuyor. Benim hayatımda daha çok yer tutan başka şeyler vardır. Bunların içerisinde bir defa astronomi merakım vardı. Liseyi bitirdikten sonra matematik astronomiye gitmeye hevesli bir gençtim fakat o zamanlar buna imkan vermedi. Biraz da babam istemedi. O zamandan bu zamana astronomi, astrofizik konularıyla çok yakından, merakla ilgilenirim ve uzayda olan olaylar birinci derecede ilgi çevreme girer. Bu yüzden de bilim kurgu dediğimiz edebiyat eserleri benim merakla beklediğim eserlerdir.”
İlk romanı “Sokaktaki Adam“ı da aynı yıl yayımlar. Romanlarında daha çok yerel ve kırsal olayları, şehir insanını, Türkiye’nin yakın dönem tarihini siyasal, ekonomik ve sosyal yanlarıyla ele alır. Türkiye’deki batılılaşma uğruna toplumdan kopan kişilerin bocalamaları ele aldığı ve “Ne istediğini değil, ne istemediğini bilen” birini anlattığı “Sokaktaki Adam” ile 1957 yılında yazdığı ve Avrupa’da komünist ve anti-komünist mültecilerle karşılaşan, hayal kırıklığına uğramış bir devrimciyi, “istedikleri ile istemedikleri arasında kararsız kalan” bir karakteri ele aldığı “Zenciler Birbirine Benzemez” kitapları ile Attila İlhan, Türk aydınına farklı açılardan bakar. 1963 yılında kaleme aldığı “Kurtlar Sofrası”nda ise “ne istediğini çok iyi bilen” bir karakteri anlatır. Ardından kaleme aldığı yedi kitaplık “Aynanın İçindekiler” adlı roman serisi ise bu üç kitapta derlediği fikirlerinin devamı niteliğini taşır. “Bıçağın Ucu”, “Sırtlan Payı”, “Yaraya Tuz Basmak”, “Dersaadet’te Sabah Ezanları”, “O Karanlıkta Biz”, “Allah’ın Süngüleri : Reis Paşa ve Gazi Paşa” bu seriyi oluşturan romanlardır. Eserlerinde yer alan karakterler, Türkiye’nin tarihi olayları, politik ve sosyal dengeler üzerinden ele alınır ve olaylar birbirleriyle bağlantısı olan karakterler üzerinden anlatılır.
Attila İlhan şiirlerini ele aldığımızda şairin şiir üslûbunun oluşmasında, çok farklı alanlardan kişilerden etkilendiğini görürüz. Kitaplarında bu duygu ve düşüncenin etkisi ön plana çıkar. Özellikle Duvar şiir kitabında Nazım Hikmet’in yanı sıra halk edebiyatının üstadlarından Dadaloğlu, Dertli, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Gevheri’nin izleri gözlemlenir. Ayrıca; Faruk Nafiz ve Ahmet Muhip Dranas’ın romantizminden de etkilendiği görülür. Yurt dışında kaldığı dönemlerde farklı alanlardan insanları tanıma fırsatı bulan İlhan, 1951 yılında yönünü Batı’ya çevirir. Rus yazarlardan Lermontov, Mayakovski, Plakhaniv, Sultan Galiyev de onun duygu ve düşünce dünyasını besler. Attilâ İlhan, bu geniş çerçevede, şiire Nazım Hikmet etkisiyle oluşmuş toplumcu çizgide başlar. 1960’lı yıllarda devrimci halk şiirinin temsilcisidir ve divan şiirini benimsemiş olsa da zaman zaman halktan kopuk saydığı için eleştirmiştir.
Şaire göre, şiirler ifade zenginliğine ulaşmaya çalışmalıdır. Şiir, “topluma ayna olmalı” ve “bireylerin yoluna ışık tutmalı”dır. Attilâ İlhan’a göre bu konuda en başarılı isim Nazım Hikmet’tir. Onu adeta “toplumsal bir lider” olarak vasıflandırır. İlhan, Nazım Hikmet’ten oldukça etkilenmiş ve şiirlerini de içselleştirmiştir. Bu etkilenmeden dolayı, son dönem şiirlerinin bireysel bir çizgiden toplumsal bir uyanışa geçtiğini görürüz. Şair, dönemin baskı ve zulümlerine rağmen şiirleriyle oldukça onurlu bir duruş sergilemiş; fikirlerini şiirlerinde cesurca dile getirmiştir.
Bana Bir Şimşek Çak şiirinde, ileri görüşlülüğü ve zekasına hayran olan ve düşünce hayatının mihenk taşını oluşturan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hürriyet ve İstiklâl benim karakterimdir” sözü doğrudan şiirde yer almaktadır. Mustafa Kemal Atatürk’ü tam bir bilim adamı olması; bağımsızlık, vatanın kurtuluşundaki emperyalist güçlere karşı onurlu duruş sergilemesi sebebiyle kendine düstur edinmiştir. Attilâ İlhan, kendi devrinin karmaşası içinde doğrunun yanında olarak ulu önderi yolunu aydınlatan bir ışık olarak görür. Korkunun Krallığı kitabında On Sekiz şiirinde “maviliğin gözlerine sığmayan sonsuzluğu / o ilk hürriyet sarhoşluğu” mısrasından anlaşılacağı üzere Mustafa Kemal kastedilmektedir. Her fırsatta onun görüş ve tecrübelerinden faydalanır. Attilâ İlhan için vatanı koruma ve yükseltme bilinci bir görevdir. Şaire göre, Cumhuriyet rejimi modern, demokratik bir sistem olup Türk insanının koşullarına çok uygun bir siyasi sistem olarak sunulmaktadır. Çünkü; Attilâ İlhan, 1925 yılında doğmuştur ve kendini bir cumhuriyet çocuğu sayar.
Atilla İlhan, şiir yazarken genellikle şiirlerini bir taslak biçiminde yazar, ön hazırlık yapmaya özen gösterir, daha sonra bu taslak üzerinde oynayıp, onu en iyi hale getirene kadar düzenlermiş. Ölmeden önce taslak halinde bulunan şiirlerinin gerekli düzenlemeyi yapamadığı gerekçesiyle yayılmasını arzu etmemiş; ölümünden sonra vasiyeti üzerine bu şiir taslakları yok edilmiş.
Farklı edebi türlerden yetkin örnekler verse de; şiir yazabilmeyi hatta güzel ve kalıcı şiirler yazmayı bir hüner sayan Attilâ İlhan için şiir daima ön planda gelmiş. Geleneksel Türk şiirinin Türk musikisinden geldiğini düşünen İlhan, şiirlerini alaturka müzik makamlarıyla yazmış. Şiirlerini Batı edebiyatının incelikleriyle dokurken, Anadolu kültürünü de aynı özenle şiirlerine yansıtmış. Eserlerinde halkın dilini yakalayabilmeyi başarabilmiş bir entelektüeldir Atilla İlhan.
Şiirinin ana yapısını, içine öyküler yerleştirerek oluşturur. Kurduğu uzun dizeler neredeyse düz yazıya yaslanan anlatı dilini taşıyabilsin diye aralara serpiştirilmiş izlenimi doğuran çarpıcı imgelerle sürdürmeyi yeğler.
“Şaire göre, şiirde muhteva ve biçim birbirini tamamlayıcı iki önemli unsurdur. Dolayısıyla biri diğerinden üstün olamaz. Attilâ İlhan ilk dönem şiirlerinde ‘ben’ in ön plana çıktığını görürüz. Özellikle ‘aşk, aşkın halleri ve imkansız aşk’ bireyci şiirinin merkezinde yer alır. Bunun yanı sıra ‘cinsellik, aşk, korku, yalnız kalma endişesi, gerilim, ölüm korkusu, kaçış’ son dönem şiirlerine damga vuran temalardır. Toplumcu çizgide oluşturduğu şiirlerinde ise ‘savaş, özgürlük, işçi sorunları, geçim sıkıntısı’ özellikle şiirlerinde çıkış noktasını meydana getirir. Paris’te kavradığı ‘Toplumcu Gerçekçilik’ anlayışına uygun şiirler oluşturmuş ve bu bağlamda şiirleri politik bir düzleme doğru evrilmiştir. Şiir ve diğer edebî türlerdeki eserleriyle döneminin siyasi anlayışını ve iktidarın uyguladığı kısıtlayıcı yöntemleri oldukça ağır bir dille eleştirmiş; yanlış olduğuna inandığı her türlü uygulamanın cesurca karşısında durmayı başarabilmiş bir aydındır. Döneminin koşulları gereği bunu başarabilmek oldukça önemlidir.”……………. “İlhan gittiği şehirlerden edindiği gözlemleri eserlerine yansıtmıştır. Özellikle ‘kaçış, bunalım, gerilim, imkansız aşklar’ gibi konuların merkezinde ‘toplum dışına itilmiş insan tipi‘ni anlatır.” -Prof.Dr. Çetin Pekaçar – Gülay Arık-
Nazım Hikmet, Necip Fazıl ve Yahya Kemal’i şiir sanatı için önemli addeden İlhan, gazeteciliğe başladığı dönemde “Seçilmiş Hikayeler“, “Kaynak” ve “Ufuklar” dergilerindeki yazılarında “Bobstil ve alafranga” olarak adlandırdığı “Garipçiler“in karşısında yer alır. Garipçiler ve İkinci Yeniciler’in ürünlerini şiirin ruhuna uygun bulmaz. Bu şiirler İlhan’a göre ‘çeviri şiir’ dir. Bunu şiirin ruhuna aykırı bulur. Şiirin estetiği dikkate alınmadan yazılanlar şiir kabul edilemez. Bu sebeple, 1952-1956’da çıkardığı “Mavi” isimli derginin etrafında toplanan yazar Orhan Duru ve Ferit Edgü gibi isimlerden oluşan edebi topluluğunun çalışmalarıyla “Mavi“ ya da “Maviciler“ adıyla tanınan toplumcu, gerçekçi şiir akımını başlatır.
Attila İlhan, “Yağmur Kaçağı” ve “Ben Sana Mecburum” gibi şiir kitapları ile de genç şair kuşağını etkilemeyi başarmış ve şiir sevenlerin kalbinde taht kurmuştur.
YAĞMUR KAÇAĞI
Elimden tut yoksa düşeceğim
Yoksa bir bir yıldızlar düşecek
Eğer şairsem beni tanırsan
Yağmurdan korktuğumu bilirsen
Gözlerim aklına gelirse
Elimden tut yoksa düşeceğim
Yağmur beni götürecek yoksa beni
Geceleri bir çarpıntı duyarsan
Telâş telâş yağmurdan kaçıyorum
Sarayburnu’ndan geçiyorum
Akşamsa eylül’se ıslanmışsam
Beni görsen belki anlayamazsın
İçlenir gizli gizli ağlarsın
Eğer ben yalnızsam yanılmışsam
Elimden tut yoksa düşeceğim
Yağmur beni götürecek yoksa beni
BEN SANA MECBURUM
Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum
……………….
Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun
Şairin hayatında “müzik” oldukça önemlidir. Şair; Türk Sanat müziğini zevkle dinler. Şaire göre şiir musîkîdir; şiirlerini sürekli besleyen bir hayat kaynağıdır. Bilhassa bu sebepten ‘Garip’ akımının serbest şiir tarzını eleştirmiş ve şiirin aruzuyla vezniyle müzikâliteyi yakalaması gerektiğini savunmuştur. Şair şiiri kültürümüzün temeli olarak kabul eder. Geleneksel Türk şiirinin Türk musikisinden geldiğini düşünür. Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, Yahya Kemal gibi şairler bu sesi yansıtırlar. O şiirde ses ve ritim olmasını ister. Aruz ve heceyle yazılan şiirlerin de lirik ön planda olmalıdır.
Derin bir müzik kültürüne de sahip olan İlhan, şiir kitaplarında müzik makamlarına yer verir hatta Korkunun Krallığı ve Tutuklunun Günlüğü isimli kitaplarının İncesaz bölümlerinde çeşitli makamlara şiirler yazar. Kitaplarda Şehnâz, Hüzzam, Acemaşirân, Hisarbuselik, Şetâraban, Sûz-i dil-ârâ, Bestenigâr makamlarına yazılan şiirler yer almaktadır.
Tutuklunun Günlüğü kitabında yer alan aynı zamanda da Türk müziğinde bir makam olan Mahur, aynı zamanda Ahmet Kaya tarafından 1993 yılında bestelenip seslendirilen bir Attilâ İlhan şiiridir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları için yazdığı “O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız” mısralarıyla şiirin yazılış hikâyesinin üzerinde durur ve kendi dilinden şöyle ifade eder:
“12 Mart sonrasının kahrının en belirgin olduğu örnektir; bir sabah ağır ve kıyıcı haberleri radyodan dinlemiş, Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek üzere vapura binmiştim. Deniz bulanık, hırçın ve çalkantılıydı. Gökyüzü simsiyah alçalmıştı. Acı bir yel esiyordu. Şiirin ilk mısralarını içimde duydum. Şiirlerimi, mısraları yüksek sesle tekrarlamadan yazamadığım için, vapurda tenha bir yer aradım. İndikten sonra da, rıhtım boyunca mırıldana mırıldana ilk beşliği tamamladım.
MAHUR
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara”
Hemen herkes Müjgan’ı bir kadın olarak düşünür. Oysa “müjgan“, Osmanlıca’ya Farsça’dan geçmiştir ve Klasik edebiyatta “kirpik” anlamına gelir. Bu üç fidanın acı bir şekilde hayata veda etmesinden derinden yaralayan şair, Müjgan’la ağlaşmaktan bahseder.
Mahur’un ilk beşliğini Ergüder Yoldaş bestelemiş, Nur Yoldaş da plağa okumuştur. Yıllar sonra aynı şiiri Ahmet Kaya besteleyip kasete okumuş, televizyon için klibi yapılmıştır.
Şairin şiirleri farklı türde müzik yapan birçok sanatçı tarafından kendi tarzlarında müzikâl olarak tekrar yorumlanmıştır. Bu etki günümüzde de devam etmektedir. Şairin birçok şiiri bestelenmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Ben Sana Mecburum (Beste & Seslendiren: Hümeyra / Albüm: Adım Kadın – Ben Sana Mecburum, 1972)
Sultan-ı Yegah (Beste: Ergüder Yoldaş / Seslendiren: Nur Yoldaş / Albüm: Sultan-ı Yegah, 1981)
Karantinalı Despina (Beste & Seslendiren: Timur Selçuk / Albüm: Dünden Bugüne, 1982)
Üçüncü Şahsın Şiiri (Beste: Selim Atakan / Seslendiren: Alpay / Albüm: Sevgilerle, 1984)
An Gelir (Seslendiren: Selda Bağcan / Albüm: Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek, 1988)
Böyle Bir Sevmek (Beste & Seslendiren: Ahmet Kaya / Albüm: Dokunma Yanarsın, 1992)
Mahur Beste (Beste & Seslendiren: Ahmet Kaya / Albüm: Tedirgin, 1993)
Ayrılık Sevdaya Dahil (Beste: Vedat Sakman / Seslendiren: Zuhal Olcay / Albüm: İhanet, 1998)
Ağustos Çıkmazı (Beste & Seslendiren: Yaşar / Albüm: Hatırla, 2005)
Askıda Yaşamak (Beste & Seslendiren: Kazım Koyuncu / Albüm: Sisler Bulvarı, 2006)
Sisler Bulvarı (Beste: Bilinmiyor / Seslendiren: Grup Dinmeyen / Albüm: Sisler Bulvarı, 2006)
Adım Sonbahar (Seslendiren: : Güvenç Dağüstün, Ece Dağıstan / Albüm: Fazıl Say Güz Şarkıları, 2017)
İlhan, her şiir kitabının sonuna ‘Meraklısı İçin Notlar’ ve ‘Meraklısı İçin Ekler’ bölümlerini ekleyerek bir ilke de imza atmıştır. Onun şiirleri bizim de dünyayla, başkalarıyla ve aynı zamanda kendimizle yüzleşmemize, hesaplaşmamıza yol açan şiirlerdir. Başka bir yeniliği de Sisler Bulvarı’nda yapmış; geleneksel imlayı terk etmiştir. “Şiirin istenildiği gibi okuyup yorumlanması, okuyucunun özgür bırakılması, yönlendirilmek istememesi” şairin düşüncesidir. Daha sonra bu tarz diğer edebiyatçılar tarafından da kullanılmış ve yaygınlaşmıştır.
Attilâ İlhan Yağmur Kaçağı adlı şiir kitabının sonunda, kitaptaki şiirlerin yazılış maceraları hakkında bilgiler verir yani şiirlerinin ilham kaynaklarını gizlemez. İlhan, hepimizin diline pelesenk olan “Üçüncü Şahsın Şiiri” için de şöyle demiş :
“Çok ünlü bir şiir daha. Hemen söylemeliyim ki şiir, gerçeğe çok yakın bir psikolojiyi, bir sevda gerilimini yansıtıyor. O yıllarda, Maçka dolaylarında N. adında bir kız yaşardı. İnce, tüy gibi, kısacık saçlı, son derece modern bir kız. Yanılmıyorsam Güzel Sanatlar Akademisi’ne gidiyordu. Tesadüf bu ya, Marsilya yolculuklarımdan birinde, aynı vapurdaydık. Napoli’ye kadar beraber gittik. O, orada indi. Bir türlü yaklaşmak fırsatını bulamadım. Ne yalan söylemeli, bu siluet beni çok etkilemiştir. Siluet diyorum çünkü kişi olarak onu tanımadım; ama galiba uzaktan ‘sevdim’. Üçüncü Şahsın Şiiri bunun kanıtıdır.”
gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım
ne vakit maçka’dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgâr aklımı alırdı
sessizce bir cıgara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felâketim olurdu ağlardım
akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felâketim olurdu ağlardım
-Yağmur Kaçağı, sf. 25-
1954 yılında Sisler Bulvarı isimli şiir kitabı, Seçilmiş Hikâyeler Yayınevi tarafından basılır. 1960’ta tekrar Paris’e dönen ünlü şair, bu dönemde yine sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu inceler.
1940’lı yılların sonundan 1960’lara kadar çok hızlı bir hayat yaşayan Attilâ İlhan; evlenme hakkındaki görüşlerini ve o dönemdeki aşklarını şöyle anlatır :
“Aslını ararsanız, bir tarafımla ben evliliği hiç istemiyordum. 20 ila 40 yaşım arasında hayatımı yaşayacağım diye bir lâf tutturmuştum. O hayatım neyse, öyle bir şey tutturmuştum. Gelgelelim bu yıllarda üç kişi bana evliliği düşündürdü. Bunlardan birincisi Suna’dır. Suna Su. Suna’yla nişanlandım da resmen. Fakat olmadı Yani onlar, benim böyle alışılmış bir iş-güç sahibi, ev açmış adam istiyorlardı. Halbuki o sıralar benim böyle bir şey yapmama imkân yok. Sonra Suna’ya kaç gel dedim. Kızcağız kaçamadı, aldılar götürdüler bir yerlere. O iş öyle kaldı. İkincisi Zehra Solmaz olayıdır. Zehra Solmaz ile de çok ciddi düşündük. Onunla da nişanlandım resmen; fakat sonra Solmaz istemedi. Üçüncüsü İnge Bruckhart idi. İnge, Almanya’da, ben Türkiye’deyim. O zaman Doğu Almanya’ya gidersem kaybolurum diye korkuyorum. Çünkü; her şeye rağmen Türkiye’de kalma eğilimindeydim. O Türkiye’ye gelemiyor, ben Doğu Almanya’ya gidemiyorum başıma iş açılır diye. Bu iş de bundan kaldı. Dördüncü bir ihtimal de Maria Missakian’dan söz edilebilir. Yani onu da ciddi olarak düşündüm; fakat onu da Türkiye’ye getiremedim. Fransa’ya kaçak gittikleri için getiremedik…Yani Allah tarafından evlilik gerçekleşmedi.”
BÖYLE BİR SEVMEK
ne kadınlar sevdim zaten yoktular yağmur giyerlerdi sonbaharla bir azıcık okşasam sanki çocuktular bıraksam korkudan gözleri sislenir ne kadınlar sevdim zaten yoktular böyle bir sevmek görülmemiştir hayır sanmayın ki beni unuttular hala arasıra mektupları gelir gerçek değildiler birer umuttular eski bir şarkı belki bir şiir ne kadınlar sevdim zaten yoktular böyle bir sevmek görülmemiştir yalnızlıklarımda elimden tuttular uzak fısıltıları içimi ürpertir sanki gökyüzünde bir buluttular nereye kayboldular şimdi kimbilir ne kadınlar sevdim zaten yoktular böyle bir sevmek görülmemiştir.

Babasının vefatından sonra sekiz yıl İzmir’de kalan şair, burada “Demokrat İzmir” gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürütür ve İngilizce öğretmeni olan Biket hanımla tanışır. Onunla 8 Ocak 1968 tarihinde evlenir. Ancak bu evlilik 1984 yılına kadar sürmüş, Biket İlhan’ın “çocuk sahibi olma arzusu” nedeni ile ayrılık kararı alınmıştır. Biket Hanım Attilâ İlhan’dan ayrılmış olmasına rağmen onunla olan gönül bağını hiç koparmamış, sürekli iletişim halinde olmuş. Atillâ İlhan’ın ölümünden kısa bir süre önce yaşadığı bir anıyı şöyle ifade etmiş :
“Attilâ’yla yaşadığım, onun sevdiği, inandığı, önemsediği ve gurur duyduğu, üstelik kitabını ‘Sırtlan Payı’ ithaf ettiği bir kadın olduğum için çok şanslıyım. Aramızdan ayrılmadan önce, iyi, kötü ne çok şey yaşamışız diye bir söz sarf edecek oluyorum, beni hemen susturuyor… Asla… diyor… Seninle yaşadığım kötü hiçbir anımı hatırlamıyorum… Attilâ İlhan’la beraberliğimizi, yine onun beni müthiş etkileyen bu sözleri ne kadar güzel ve doğru anlatıyor.” (Yakup Çelik, Kaptana Saygı İle – 2006)

Entelektüel olmadığı için Biket Hanımla evlendiğini söyleyen Attila İlhan, her ne kadar beni hayal kırıklığına uğratsa da, yönetmen Biket İlhan hanımın entelektül kimliği bu söylemin yanlışlığını doğrular niteliktedir.
Boşanmanın ardından Ankara’ya yerleşen İlhan, magazin sekreterliği, politika yazarlığı, genel yayın müdürlüğü ve başyazarlık görevlerinde bulunur. Bir müddet sonra ayrılır. İstanbul’a yerleşir. Gelişim Yayınları’nda görev alan usta şair, “Milliyet“, “Güneş“, “Yeni Ortam“, “Söz“, “Meydan Gazetesi” ve “Cumhuriyet“ gazetelerinde de uzun yıllar köşe yazarlığı yapar.
Şair, güzel sanatların bir dalı olan sinemayla bulunduğu çevre itibariyle yakından ilgilidir. “Tiyatro sevmezdi. İzlerdi elbette çok da uzak sayılmazdı ancak; sinema severdi. Attilâ, bir çok film senaryosu da yazmıştır; değerli sanatçılar tarafından oynanmıştır bu filmler. Kartallar Yüksek Uçar, Yarın Artık Bugündür gibi” – Kuzeni Solmaz İlhan-
“…..Bunun dışında çocukluğumdan beri çok yakından sinemayla ilgilenen birisiydim. Tabii bu sonunda beni senaryolar yazmaya götürdü. İmzamla olmayan on beş kadar senaryom film olmuştur. Kendi imzamla yazdığım beş veya altısı büyük televizyon kanallarında gösterilmiş. En son ‘Sokaktaki Adam’ romanımın senaryosunu yazdım, o film olarak çekildi.”
1957 yılında Erzincan’da askerliğini yapan Attila İlhan, askerlikten sonra sinema çalışmalarına ağırlık vererek, Yeşilçam için çalışmaya başlar. Metin Erksan ve Fikret Hakan gibi isimlerle yaptığı uzun sohbetlerde, “Toplumcu sinema nasıl olmalı?” sorusunun cevabını arayan İlhan, “Ali Kaptanoğlu” takma adıyla, onbeşe yakın senaryo kaleme alır ve yazdığı senaryolardan “Kartallar Yüksek Uçar“, “Yarın Artık Bugündür” ve “Sekiz Sütuna Manşet” en fazla izlenen diziler arasında yer alır.
Senaryosunu İlhan’ın kaleme aldığı, yönetmenliğini Lütfi Akad’ın üstlendiği, “gazetecilik mesleğinin ve televizyon oyunculuğunun bir sanatçı için en elverişsiz meslek olduğunu düşündüğünden” sinema dünyasına girmesini istemese de, daha sonra yazdığı senaryolarla destek olduğu kız kardeşi Çolpan İlhan ve Sadri Alışık‘ın başrolünde yer aldığı “Yalnızlar Rıhtımı“, özgün atmosfer denemeleriyle dikkati çeker.
“Sinema tabi ki kız kardeşinden dolayı ilgi alanına giriyor. Attilâ bey kız kardeşine çok değer veriyor. Çünkü; babası her konuda kardeşini ona emanet ediyor. Hatta sinemaya girmesine de ancak Attila beyin rızasını almak suretiyle izin veriyor. Çolpan İlhan sinemaya geçince kendisi de sinema içine giriyor. Senaryo yazıyor ve o zamanki Ulus gazetesinde yabancı filmleri her gün tanıtan yazıları var. Yerli filmleri de Attila DORSAY tanıtıyor. Yani sinema eleştirmenliği de yapıyor. Senaryolarını yazıyor. Şöfor Nebahat, Devlerin Aşkı, Yanlızlar Rıhtımı, Kartallar Yüksek Uçar, Tele Flaş, Yarın Artık Bugündür vs. dizi ve filmleri vardır. Sokaktaki Adam’ı Biket İlhan filme çekti. Bir de 1979’da ‘Sekiz Sütuna Manşet’ dizisi var ki bu diziler televizyonun ilk yerli dizileridir.” – Prof. Dr. Yakup Çelik-
Attila İlhan, Sekiz Sütuna Manşet (1982), Kartallar Yüksek Uçar (1983), Yarın Artık Bugündür (1986), Tele Flaş – Kanal 6(1991), Yıldızlar Gece Büyür (1992), Baykuşların Saltanatı (2000) dizilerinin senaryolarını yazdı. Yazdığı senaryolar ünlü isimler tarafından film yapıldı. 1993 yılında ise TRT’de ilk talk-show programı olan Çalar Saat’i hazırladı ve sundu.
Fransız romancı André Malraux‘un “Kanton’da İsyan” ve “Umut” kitapları ile Fransız şair Louis Aragon‘un “Basel’in Çanları” adlı kitabını Türkçeye çeviren İlhan, “Attila İlhan’ın Defteri Serisi” kapsamında dokuz eseri, Cumhuriyet gazetesindeki “Söyleşi” köşesinde kaleme aldığı yazıların kitaplaştırılmış halini ve TRT 2’de “Zaman İçinde Yolculuk” başlığıyla yayımlanan programının konuşmalarından derlenen beş kitabı okuyucuyla buluşturdu.
Yaşamı boyunca birçok ödül alan İlhan, 1974’te “Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü“nü “Tutuklunun Günlüğü” isimli kitabıyla ve 1975’te ise “Yunus Nadi Roman Armağanı“nı “Sırtlan Payı” isimli romanıyla elde etti.
Attila İlhan, ilk kalp krizini 1985’te geçirdi ve kardiyolojik sorunları 2004’e kadar devam etti. 80 yaşındayken, 10 Ekim 2005 günü gece saat 23.00’de, İstanbul / Kanlıca’daki evinde geçirdiği ikinci kalp krizi sonucu vefat eden sanatçının cenazesi Aşiyan Mezarlığı’na defnedildi. Ölüm kaydı 11 Ekim 2005’tir.
“Görünmez bir mezarlıktır zaman
Şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek .
Kim duysa … Korkudan ölür
– tahrip gücü yüksek –
saatli bir bombadır … Patlar
An gelir
Attila ölür…’
-Bir An-

Avukat olan abisi Cengiz İlhan ve sanatçı kız kardeşi Çolpan İlhan, onun adını ve eserlerini yaşatmak için 3 Kasım 2007 tarihinde İstanbul’da “Attilâ İlhan Bilim Sanat ve Kültür Vakfı”nı kurmuş olup, her yıl “Attilâ İlhan Edebiyat Ödülleri” verilmektedir.
Şiirleriyle kalbimizi çalan büyük şairimizi; vefatının 15. yılında, sevgi ve saygıyla anıyor ve “Ben sana mecburum bilemezsin / Adını mıh gibi aklımda tutuyorum” diyerek sözlerimi bitiriyorum.
-AYŞEN CUMHUR ÖZKAYA –
ROMANLARI :
Sokaktaki Adam (1953)
Zenciler Birbirine Benzemez (1957)
Kurtlar Sofrası (1963/64)
Bıçağın Ucu (1973)
Sırtlan Payı (1974)
Yaraya Tuz Basmak (1978)
Dersaadet’te Sabah Ezanları
Fena Halde Leman (1980)
O Karanlıkta Biz (1988)
Haco Hanım Vay (1984),
Allahın Süngüleri-Reis Paşa (2002)
Gâzi Paşa (2005)O Sarışın Kurt (2007)
ÖYKÜLERİ :
Yengecin Kıskacı (1999)
ŞİİR KİTAPLARI :
Duvar (1948)
Sisler Bulvarı (1954)
Yağmur Kaçağı (1955)
Ben Sana Mecburum (1960)
Bela Çiçeği (1962)
Yasak Sevişmek (1968)
Tutuklunun Günlüğü (1973)
Böyle Bir Sevmek (1977)
Elde Var Hüzün (1982)
Korkunun Krallığı (1987)
Ayrılık Sevdaya Dahil (1993)
Kimi Sevsem Sensin (2002)
DENEME – ANI – SÖYLEŞİ
Deneme-Anı
Abbas Yolcu (1957)
Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler (1985)
Anılar ve Acılar
Hangi Sol (1970)
Hangi Batı (1972)
Hangi Seks (1976)
Hangi Sağ (1980)
Hangi Atatürk (1981)
Hangi Edebiyat (1993)
Hangi Laiklik (1995)
Hangi Küreselleşme (1997)
Attilâ İlhan’ın Defteri
Faşizmin Ayak Sesleri (1975)
Gerçekçilik Savaşı (1980)
Batı’nın ‘Deli Gömleği’ (Gazete yazıları, 1981)
“İkinci Yeni” Savaşı (1983)
Sağım Solum Sobe (Gazete yazıları, 1985)
Ulusal Kültür Savaşı (1986)
Sosyalizm Asıl Şimdi (1991)
Aydınlar Savaşı (1991)
Kadınlar Savaşı (1992)
Cumhuriyet Söyleşileri
Bir Sap Kırmızı Karanfil (1988)
Ufkun Arkasını Görebilmek (1999)
Sultan Galiyef (2000)
Dönek Bereketi (2002)
Yıldız, Hilâl ve Kalpak (2004)
SENARYOLARI :
Film Senaryoları
Yalnızlar Rıhtımı (Lütfi Akad) 1959
Ateşten Damla (Memduh Ün) 1960
Şoför Nebahat (Metin Erksan) 1960
Devlerin Öfkesi (Nevzat Pesen) 1960
Rıfat Diye Biri (Ertem Göreç) 1962
Ver Elini İstanbul (Aydın Arakon) 1962
Televizyon Filmi
Paranın Kiri (1979)
Televizyon Dizileri
Sekiz Sütuna Manşet (6 bölüm) 1982
Kartallar Yüksek Uçar (12 bölüm) 1984
Yarın Artık Bugündür 1986
Yıldızlar Gece Büyür (16 bölüm) 1992
Tele-Flaş (13 bölüm) 1993
ÇEVİRİLERİ :
Kanton’da İsyan (Malraux)
Umut (Malraux)
Basel’in Çanları (Aragon)
ÖDÜLLERİ :
1946 CHP Şiir Armağanı Yarışması ikincilik ödülü
1974 TDK Şiir Ödülü “Tutuklunun Günlüğü”
1975 Yunus Nadi Roman ödülü “Sırtlan Payı”
2003 Sertel Demokrasi ödülü
KAYNAK :
Çağdaş Türk Romanı : Yakup Çelik – Osman Gündüz – Mehmet Narlı – Tacettin Şimşek
Attila İlhan’ın Son Dönem Şiirlerinin Söz Varlığı : Prof. Dr. Çetin Pekacar ve Gülay Arık
Prof.Dr. Yakup Çelik
Edebivizör.com
Yaşar Aksoy
“Ayrilık da sevdaya dahil” Ne güzel demiş usta. Çok severim şiirıni de, Zuhal Olcay ile Vedat Sakman’dan dinlemeyi de. Bütün şiirleri ayrı bir alem. Yine çok güzel ve detaylı bir yazı olmuş. Yüreğine sağlık.
BeğenBeğen
Baştaki şiiri yeter ustanın. Elinize sağlık. Saygılar.
BeğenBeğen
Teşekkür ederim Selengül hanım. Sevgiler
BeğenBeğen
Zuhaul Olcay’dan dinlediğim şarkının söz yazarını sizin kaleminizden öğrenmek çok hoş oldu. Detaylar müthiş. Teşekkürler.
BeğenBeğen
Teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim. Saygılar
BeğenBeğen