Sonunda yakalanmıştı. Polis günlerdir peşindeydi. Giysilerini mağazalardan yiyecekleri de marketlerden çalmıştı. Bazen de ısıyı çalıyordu, banka “ATM”lerinden, müşteri gibiymiş girdiği marketlerden, yerin bilmem kaç metre altında yer alan metrolardan. Çok sıkıştığında kovulmayı göze alarak kıraathanelere sığınıyor, ama TV’de sergilenen şamatalı yaşamları hele uzay yolculukları hazırlıklarını görünce kaçıyordu hemen. O çalışmaların içinde yer almayı istiyordu aslında. Şimdi durumu farklıydı. Uzay istasyonu değil polis merkezindeydi. Saklanmıyordu oysa. Gündüz yerini geceye bıraktığında bir gün önce devirerek boşalttığı çuvalını geçiriyordu tekerlekli çekçekine. Evlerden kargoları alıp giden üniformalı, arabalı çalışanlara benziyordu iş yaşamı. Özeniyordu onlara, neler yaşadıklarını bilmeden. Yerlerinde olmak istediği bu kişiler çağın getirdiklerine uygun arabalarıyla biraz da gülümsemeyi unutmuş olarak, hem kendilerini hem eşyaları taşıyorlardı. O ise nedenini bilemediği köpek havlamaları eşliğinde gezdiği sokaklardaki çöp bidonlarından topladıklarını 21. yüzyılın görkeminden uzak aracıyla götürüyordu teslim edilmeleri gereken yere. Her iki tarafın da güzel hayalleri açığa çıkamamanın hüznüyle bekleşiyordu.
Her seferinde bembeyaz bir çuval yerleştiriyordu çekerine. İnsanların o renge verdiği anlama ve özene aldırmıyordu. Onun için önemli olan birkaç saat içinde yaşamın kirine bezenecek olan kargo aracında götüreceği malların karşılığında alacağı ücretti. Çuvalın dönüştüğü rengin benzerini taşıyan yüzleri ile kendisini bekleyenlere sabah olmadan ekmek götürmeliydi. Gizlediği benliğini gecenin sessizliğine sunuyordu her seferinde. Çöp bidonlarından topladıkları, toplayamadığı bilincine nefret taşı olarak yerleşiyordu. Asıl kirliliğin insan adlı virüsten yayıldığına iyice emin olmuştu çöp bidonlarının yepyeni müdavimlerini gördükçe. Bazen sitelerin duvarlarına bırakılmış olan ekmekleri yiyerek midesini dolduruyordu aklını eksik bırakarak ve köpek havlamalarına aldırmayarak.
Yanından hiç eksik etmediği kulaklığıyla dağ gibi olmuş çuvalını götürüyordu tekrar döneceği yere. Kafasını kendisine yüz çevirmiş dünyanın müziği ile doldurmak istiyordu belki de. Ya da yanından geçip gidenlerin kahkahalarını, şimdi yabancılaştığı neşeli sohbetleri duymak istemiyor olabilirdi.
Bazen oynayan, zıplayan çocuklara takılıyordu gözü kendi çocukluğunu düşünerek. Sonra hemen uzaklaşıyordu oradan yanlış anlaşılmasından ürkerek. Ne güzel de ninniler söylerdi annesi, ninesi ona. Ne güzel umutlar aşılarlardı geleceğine, her çocuğa olduğu gibi. Büyüyecek ve iyi birisi olacaktı. Neyse iyi olmanın ölçüsü.
-Adın ne? diye sordu sert bakışlı, gülmeyi kendisine gereksiz bulan üniformalı adam. Bilgisayarından gözünü ayırma gereği duymuyordu.
-HAYYAM!
-Ne demek bu be?
– AŞIK.
Annesi ve babası adını yumuşakça ve sevgiyle söylerlerdi.
-Hah, hah, hah isme bak!
Büyüklerimiz adlarımızı verirken heyecan duyarken yeni doğan bebeğe verdikleri isimlerle geleceğe umut yolluyorlardı aslında. O umudu hayatın akışında yakalamak kişiye kalıyordu.
Karşılık vermek istedi delikanlı ama gözünün önünden film şeridi gibi kayıp gidenlere takılmaktan kurtaramadı kendini. Geçip giden karelerde yakalamaya çalıştı sokağını, doğduğu evi, gittiği okulları. Oynadığı oyunlara dokunmaya çalıştı ellerini uzatarak. Arkadaşlarını düşündü sonra. Çoğu hayatta değildi. Erkenden veda etmişlerdi Üzerlerine düşen demirden misketlerin etkisiyle. Oysa onlar misketlerle oynamayı daha çok seviyorlardı. Annesi her gün öperek yolluyordu okuluna eline tutuşturduğu çantasıyla. Okulu bitirecek ve hayata meydan okuyacaktı hayatın ona meydan okumayı beklediğini bilmeden. Öğretmeninin her sorusunu yanıtlıyordu arkadaşlarından önce. Seviyordu öğretmenleri onu arkadaşlarının ve ailesinin sevmesi gibi. İki odalı küçük evlerinde sevgi vardı çok eşya yoktu. Sıcaklık vardı kavga yoktu. Sıcak çorbaları vardı ardından oynayacakları sokakları. Tuhaf bir şeyler olduğunu da seziyordu. Babası ve annesi son zamanlarda haberleri kaygıyla ve kaçamak bakışlar içinde izliyordu. Herkes çocuklarını erkenden eve çağırıyordu artık. Yaklaşan bir tehlikeyi anlatıyordu spiker fonda çalan marşların eşliğinde. Başlarının üzerinden uçuşan demir yığınlarının çıkardığı korkunç seslere aldırmadan postallarıyla rap rap yürüyen askerleri göstererek sürdürüyordu haberleri sunmayı.
-Kaç yaşındasın?
Soru daldığı dünyasından çıkmasına neden oldu. Biraz anlamsızca baktı görevlinin yüzüne. Kaç yaşındaydı acaba? Kaç yılı sığdırmıştı yaşamının içerisine? Annesinin yaptığı pastadaki mumu üflerken kaç kere sarılmışlardı ona doğum günlerinde?
-On yedi.
Şimdi lise son sınıfta olacak ve üniversiteye hazırlanacaktı heyecanla. Mühendis olmak istiyordu. Mühendis olup içinde hep sevginin büyüyeceği yeni yaşamlar kurgulayacaktı. Eskileri kaldırıp atacak ve “İşte korkmanıza gerek yok çocuklar, artık daha mutlu büyüyeceksiniz” diyecekti terk ettiği sokak oyunlarını oynayan çocuklara. Belki de gezegenler arası yolculuklara imza atacaktı.
-Neden çaldın?
Güzel bir soruydu. O da hep güzel sorular sorardı hayranlıkla onu yanıtlamaya çalışan öğretmenlerine. Öyle düşlememişlerdi yaşamı oysa. Hep yardım ederdi çevresine. İyi ve kötü onun için ayrıt edilmesi en kolay kavramlardı tıpkı yaşamın iyisi ve kötüsünü ayrıt edebildiği gibi.
“Çok üşümüştüm. Para biriktirince ödeyecektim.” demişti asık suratlı olmayı beceren üniformalıya kırık Türkçesiyle. Uluslararası bir şirketin üyesi gibiydi. Her dilden her yaştan insan aynı işi yapmak zorundaydı. Giderek sayıları artıyordu ne yazık. Eline para geçtikçe çalmış olduğu eşyanın ederini aldığı yere bırakıyordu özür mesajını ekleyerek. Bir keresinde yakıp ısınmak için camide unutulmuş bir tabutu çalmış ardından af dileyen mesajını bırakmıştı. Aslında ”ya hayatımızı çalanlara ne demeli?” diyecekti ama burada korkuyu tatmıştı. Yer altı yaşamlara neden olanları, suçtan ördükleri duvarlarının arkasına gizlenenleri korumak için kaç polis, kaç asker yetecekti. Sormak isterdi. Vazgeçti.
“Sahi neden çalardı insan?”
Bir keresinde öğretmeni bir film izletmişti onlara. Okumayı reddeden bir çocuğun büyüdüğünde hayatın zorlu yüzüyle baş edemediğini anlatıyordu. Bir şey yapmalıydı insan zorlukların üstesinden gelebilmek için. O da okumaktı filmin yönetmenine göre. Bu nedenle daha çok sarılmıştı okumaya, Hayyam. En acısı da en son okuduğu kitapta yer alan “kirli işleri herkesin sırayla yaptığı” bir dünya hayalini sevmişti sokak çalışanlarına bakarak. “Aslında teknolojinin geldiği bu seviyede bu işlerin tarihteki yerini alması gerekiyor” dedi iç sesi ama şimdi bunu tartışacak zaman değildi.
“Cehalet böyle bir şey kardeşim.” demişti odadaki diğer üniformalıya suratını asmayı beceren adam.
Öğretmenleri de öyle söylerdi hep savaş oyunları başlamadan, yıkılmadan önce okulları ve yaşadığı evi. Demir alevler bırakan cansız kanatlılar uçuşmadan başlarının üzerinden. TV’deki spikerin görüntüsü kararmadan ve şimdi yaşamak zorunda kaldıkları birbirinden farksız bu topraklara yola koyulmadan önce. Oysa yolun sonunda bulunan bölgeye yani doğup büyüdüğü, evinden çok uzakta olmayan, hayatın tuhaflığının farklı akıp gittiği bu yaşamlara merakla bakarlardı.
O artık yaşının aklına erişiyordu ama ya büyümekte olanlar ne olacaktı sonra? Hangi çöp bidonları yetecekti karınlarını doyurmaya? Kaç sokak gezmeleri gerekecekti küçücük bedenleriyle sürükledikleri çekçeklerine yükledikleri çuvalları doldurmaya? Sabah olduğunda nasıl susturacaklardı karınlardan yükselen çığlıkları, sırtlarından akan kar soğuğunu? Kendilerinden kaçan günleri nasıl yakalayacaklardı?
Hayatın güler yüzünü ne zaman saracaklardı sevgilinin kendisine getirdiği bir buket çiçeği göğsüne sıkıştıranlar gibi?
Ne kitaplar okumuştu oysa kahramanlarının kahramanlıklarını rahatça sergileyebildiği.
“Hayallerinizi anlatmaktan vazgeçmeyin çocuklar. Hayal kurmaktan da vazgeçmemelisiniz” demişti öğretmenlerinden biri.
Şimdi başka bir maviliğin karşısında boynu büküktü . Oysa daha birkaç yıl önce motorunu maviliklere süreceği zamanı düşlüyordu. Dışarıda köpekler havlamaya devam ediyordu.
“Neden yaptın?” sorusuna yanıt arıyordu. Nereden başlasaydı anlatmaya? Anlar mıydı acaba diğerlerinin de anlayamadığı öyküsünü? Hayallerini anlatsa mıydı yoksa gömse miydi içine umutlarını gömdüğü gibi? Şimdi karşısında durduğu adamın üniforması maviydi. Sahi “Mavi” neyi anlatırdı?
Hamit Ergüven