Çamdeviren, Çamlıviran, Çamlıbel, Deli Ozan, Akıllı Ozan, İsmail Vecih, Kuyu Kazan, Kalender, Tatlı Sert, Yamak
(d. 18 Mayıs 1898 / ö. 8 Kasım 1973)
Şair, Yazar, Öğretmen, Milletvekili
(Yeni Edebiyat / 19. Yüzyıl / Anadolu-Osmanlı-Türkiye)

8 Mayıs 1898’de İstanbul’da doğdu. Babası hazîne-i hâssa başmüfettişi Süleyman Nâfiz Bey, annesi Fatma Ruhiye Hanım’dır. Baba tarafından Trabzonlu bir aileye mensuptur. İlk ve orta öğrenimini Bakırköy Rüşdiyesi ile Hadîka-i Meşveret İdâdîsi’nde tamamladı; bir süre devam ettiği Tıp Fakültesi’ni bitiremeyerek dördüncü sınıftan ayrıldı. 1918’de İleri gazetesinin yazı heyetinde çalıştı, 1922’de gazetenin temsilcisi olarak Ankara’ya gitti. 1922-1924 yılları arasında Kayseri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Daha sonra Ankara Muallim Mektebi’nde (1924), Ankara Kız ve Erkek liselerinde öğretmenliğe devam etti (1924-1932). İstanbul’a döndükten sonra da Vefa Lisesi, Kabataş Lisesi ve Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde öğretmenlik yaptı (1932-1946).

1946 yılında politikaya atılarak Demokrat Parti’den İstanbul milletvekili seçildi. 27 Mayıs 1960 İhtilâli’ne kadar milletvekilliği yaptı. İhtilâlde diğer Demokrat Parti milletvekilleriyle birlikte tutuklanarak Yassıada’ya gönderildi. Haziran 1960-Eylül 1961 tarihleri arasında tutuklu kaldı ve suçsuz bulunarak salıverildi. Bir daha politikaya girmedi ve son yıllarını Arnavutköy’deki evinde geçirdi. Bir vapur seyahati sırasında Fethiye civarında 8 Kasım 1973’te öldü. Mezarı Karacaahmet’tedir.

Şiire çok genç yaşta başlayan Faruk Nafiz’in 1913-1917 yılları arasında Peyâm ve Servet-i Fünûn’da neşredilen ilk şiirleri, gerek muhteva gerekse üslûp ve kelime kadrosu bakımından Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî şiirinin özelliklerini taşımaktadır. Bunlarda Cenab Şahabeddin, Tevfik Fikret ve Ahmed Hâşim’in tesirleri açıkça görülür. Şiirlerinin konusu ferdî aşk ve ıstıraplardır. Bu ferdî sanat anlayışı dolayısıyla, o sıralarda cemiyeti derinden sarsan I. Dünya Savaşı bile onun şiirlerinde fazla bir akis bulmamıştır.

1918’de ilk şiir kitabı Şarkın Sultanları’nı neşreder. Aynı yıl Yeni MecmuaFağfûrŞâir gibi edebî mecmualarda da şiirleri yayımlanmaya başlar. Bu şiirlerle birlikte Faruk Nafiz’in edebî kişiliğinin yerine oturduğu görülür; artık aruza hâkimdir ve kendine has bir üslûbu vardır.

1919 yılında Dinle Neyden ve Gönülden Gönüle adlı şiir kitapları yayımlandı. Yazdığı aşk şiirlerinde aruzu büyük bir ustalıkla kullanması onu; Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Mehmet Akif ve Yahya Kemal’le beraber aruzun son temsilcilerinden biri yaptı. Yahya Kemal, Faruk Nafiz’in şiirine olan beğenisini şu dizelerle dile getirdi: “ Bir lübbüdür cihanda elezz-i lezâizin/ Her mısra-i güzidesi Faruk Nafiz’in

Bu devreden sonra Faruk Nafiz’in şiirleri Edebiyyât-ı UmûmiyyeBüyük Mecmua Nedim ÜmidYarınSüsYıldız gibi pek çok dergide görülür. 1919’da sadece iki sayı çıkan Edebî Mecmua’nın müdürlüğünü yaptı. Bu dönem şiirlerinde de daha çok aşk konularını ele almıştır. Bunun yanı sıra özellikle Büyük MecmuaNedim ve Ümid dergilerinde I. Dünya Savaşı’ndan sonra işgal edilen ülkemize dair “Bozgun”, “Hisar”, “Yaralı Arslan”, “Münâcât” ve “İzmir” gibi şiirleri yayımlanır.

Faruk Nafiz’in sanat hayatında 1922’den sonra yeni bir dönem başlar. Bu tarihten itibaren Anadolu gerçeğini bizzat gören ve yaşayan şair artık bütünüyle cemiyete yönelir. Bu yeni sanat anlayışı ile yazdığı şiirler hece vezniyledir ve doğrudan doğruya o devirde hızlanan sade Türkçecilik cereyanına bağlıdır. Faruk Nafiz’in yeni sanat anlayışını, 1926’da Hayat mecmuasında yayımlanan “Sanat” şiirinde bir beyannâme haline getirdiği görülür. Burada Batı edebiyatı âdeta yok farzedilmekte ve cemiyete yönelme esas alınmaktadır. İstanbullu aydın ile Anadolu’daki halk arasında olumlu bir ilişkinin kurulması gerektiği belirtilirken Batı hayranlığı ve taklitçiliğinin karşısına da Anadolu insanı ve kültürü çıkarılmaktadır.

Şairin bu anlayış doğrultusunda yazdığı en meşhur şiiri “Han Duvarları”dır. Bu şiirle, daha önce itibarî bir tarzda ele alınan Anadolu gerçekçi ve sade bir bakışla anlatılmıştır. Faruk Nafiz bilhassa müdürlüğünü yaptığı Hayat mecmuasında Anadolu’yu, coğrafyasını, tabiatını ve Anadolu insanını, onun meselelerini anlatan, halk edebiyatı kaynaklarıyla da beslenmiş şiirler yazmıştır. Bu şiirlerle birlikte edebiyatımızda “memleket edebiyatı” denilen bir cereyan başlar.

Faruk Nafiz aruzla yazdığı şiirlerde Yahya Kemal’i üstat kabul eder ve onun açtığı yoldan yürür. Daha sonra hece ile yazdığı şiirlerde aruzda sağladığı âhengi hecede de kurmaya çalışır ve bunda da büyük ölçüde başarılı olur. Aynı yıllarda kendisi gibi hece vezniyle yazan Enis Behiç, Yusuf Ziya, Halit Fahri ve Orhan Seyfi ile birlikte “Beş Hececiler” (bk. BEŞ HECECİLER) adı verilen grup içerisinde mütalaa edilir.

Akbaba (1934), Karikatür (1936), Mizah (1946) dergilerinde 800’den fazla mizahî şiiri yayımlanan Faruk Nafiz’in bir de mizah yazarlığı cephesi vardır. Çamlıbel, Çamdeviren, Çamlıviran, Deli Ozan, Akıllı Ozan gibi takma adlarla yazdığı bu şiirlerde daha çok memleket meselelerini, siyasî çekişmeleri ve dil konularını işlemiştir.

Faruk Nafiz ayrıca tiyatro eserleri kaleme almış ve manzum mektep temsilleri yazmıştır. Köy meselelerini işleyen Canavar ile (1926) devletin o yıllardaki resmî tarih tezini destekleyen Akın (1932), Özyurt (1932) ve Kahraman (1933) bunların en tanınmışlarıdır.

Eserleri. Şiirler. Şarkın Sultanları (İstanbul 1918); Dinle Neyden (İstanbul 1335); Gönülden Gönüle (İstanbul 1919); Çoban Çeşmesi (İstanbul 1926); Suda Halkalar (İstanbul 1928); Bir Ömür Böyle Geçti (İstanbul 1932); Elimle Seçtiklerim (İstanbul 1934); Boğaziçi Şarkısı (Sadettin Kaynak ile birlikte, İstanbul 1936); Tatlı Sert (mizahî şiirler, İstanbul 1938); Akıncı Türküleri (İstanbul 1938); Akarsu (İstanbul 1940); Heyecan ve Sükûn (İstanbul 1959); Zindan Duvarları (1960’lardan sonra yazmaya başladığı kıta tarzında şiirleri, İstanbul 1967); Han Duvarları (İstanbul 1969).

Tiyatrolar. İlk Göz Ağrısı (Paul Hervieu’den adapte, İstanbul 1922); Sevk-i Tabîî (H. Kistemaeckers’den adapte, Sermet Muhtar Alus’la birlikte, 1925’te sahnelenen bu çalışması basılmamıştır); Canavar (İstanbul 1926); Akın (İstanbul 1932); Özyurt (İstanbul 1932); Kahraman (İstanbul 1933); Ateş (İstanbul 1939); Dev Aynası (adapte, 1945’te oynanmış fakat basılmamıştır); Yayla Kartalı (İstanbul 1945). Mektep Temsilleri. Numaralar (İstanbul 1928); Bir Demette Beş Çiçek (İstanbul 1933); Yangın (İstanbul 1931; Hanım Şiir Yazacak, Yeni Usûl, Mektublar ile birlikte, İstanbul 1933); Kanbur (Yarın mecmuasında yayımlanıp yarım kalmış, 1922).

Faruk Nafiz’in bunlardan başka Yıldız Yağmuru (İstanbul 1936) adlı bir roman denemesiyle Tevfik Fikret, Hayatı ve Eserleri (İstanbul 1937) adlı biyografi çalışması vardır. Ayrıca çeşitli dergi ve gazetelerde hâtıra, sohbet, makale ve denemeleri yayımlanmıştır.

Şiirin yanı sıra roman ve tiyatro oyunu alanlarında da çok sayıda eseri olan Faruk Nafiz Çamlıbel, şiiri ve şair için şunları söylüyor: Varsın, seni ömrünce azabın kolu sarsın/ Şair, sen üzüldükçe ve öldükçe yaşarsın!

 “Beş Hececiler” yahut “Hecenin Beş Şairi” olarak da bilinen Faruk Nâfiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziyâ Ortaç, Halit Fahri Ozansoy ve Enis Behiç Koryürek’in şiirleri; millî dil, millî edebiyat ve millî devlet gibi esasları benimsemesi itibarıyla Millî Edebiyat Hareketi’nin kolu olarak kabul edilir. Bir araya gelerek edebî bir topluluk oluşturmamalarına karşın aynı döneme denk gelen, benzer düşünceleri yansıtan, şiirde dilin sadeleşmesini ve hecenin kullanılmasını savunan bu şairler sonradan edebî grup gibi değerlendirilmiş ve “Hecenin Beş Şairi” olarak adlandırılmıştır. Şiire 1. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında başlayan ve Mütareke yıllarında şöhret kazanan “Beş Hececiler”, Anadolu ve Anadolu insanını şiire sokarak yurt sevgisi, yurt güzellikleri, kahramanlık, yiğitlik, aşk gibi konuları işlemişlerdir. Şiirde, halkın konuştuğu Türkçeyi kullanmaları ve hece-aruz vezni tartışmasını sonlandırarak hece ölçüsünü şiire egemen kılmaları itibarıyla “Beş Hececiler”, Türk edebiyatının önemli bir dönüm noktasını oluştururlar.

Konuşulan Türkçeyi şiire sokan ve hece-aruz vezni tartışmasını sonlandırarak hece ölçüsünü şiire egemen kılan “Hecenin Beş Şairi”, Türk edebiyatının önemli bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Türk şiir dilini süsten, sanattan ve yabancı kelimelerden arındırmaları; Anadolu ve Anadolu insanını şiire konu etmeleri bakımından “Beş Hececiler” önemli bir merhaledir. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” adlı şiiri, Millî Edebiyat için bir manifesto niteliği taşır .

Sanat

Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyarımız da bin bir baharı saklar…
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.

Sen, kubbesinde ince bir mozaik arar da
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini,
Bizi oyalandırır bir hat görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça kırık çini…

Sen raksına dalarken için titrer derinden
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin,
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.

Fırtınayı andıran orkestra sesleri
Bir ürperme getirir senin sinirlerine,
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en hazin bir musiki yerine!

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun
Yabancı bir şehirde bir güzel heykelini,
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini…

Başka sanat bilmeyiz, önümüzde dururken
Söylenmemiş bir masal gibi Anadolu’muz
(Harcanmamış bir mevzu gibi Anadolu’muz:)
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken,
(Arkadaş, biz bu yolda mâniler tuttururken,)
Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz!

Faruk Nafiz Çamlıbel, aşkın sadece beşerî boyutta anlaşılmaması gerektiğini, “Onu ufuksuz bir göz, güneşli bir saç ve emsalsiz bir kadın olarak tanıyanlar olduğu gibi yurt, aile ve sanat şeklinde görenler de vardır.” sözleriyle dile getirir. Onun erotik temalı şiirlerinde tutkulu sevgiler, heyecanlar, kıskançlıklar geniş şekilde yer alır. “Kızıl Saçlar” adlı şiirinde sevgilinin saçlarını kışkırtıcı bir aşk nesnesi olarak gören şair: “Saçının rengi bakırdandı, bakırdan derisi, / Yaklaşırken bu bakır tenli güzel, kıvrılarak, / Karlı gönlümde güneş gördü kızıl bir yaprak, / Bir kızıl gün doğuyor sandım o baştan yarına, / Gözlerim yandı dokundukça kızıl saçlarına. / Öyle bir kor gibi kızgındı ki korkuttu beni, / Dökülürken saçı, kıpkırmızı, kan tuttu beni.” dizeleriyle onlardan nasıl etkilendiğini anlatır. Sevgilinin saçlarına meftun olunan bir başka şiir de “Firari”dir. “Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine / Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek / Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine / Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek.” dizeleriyle saçlarına çelik bir telle bağlanır gibi bağlandığı sevgilisini bir ceylan gibi kendisinden kaçsa da takip edeceğini ifade eden şair oldukça tutkuludur. Şair, sonradan bestelenen “Kıskanç” adlı şiirinde: “Sakın bir söz söyleme… / Yüzüme bakma sakın! / Sesini duyan olur, sana göz koyan olur. / Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın, / Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur… / Dilerim Tanrı’dan ki sana açık kucaklar / Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun, / Kan tükürsün adını candan anan dudaklar, / Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!” dizeleriyle sevgilinin güzelliğini başka kimsenin görmesini istemediğini ifade eder. Onu, öylesine sahiplenmiştir ki fiziksel anlamda ondan etkilenebilecek herkese beddua eder. Şairin, aşktaki kural tanımazlığı dizelerine şöyle yansır: “Çılgın âsâbıma râm etmek için bir geceni / Beni ahlâka çeken kaydı kopardım kırdım. / Başka bir kalbe dayanmış gibi gördüm de seni, / Taştı ruhumda bir umman, o zaman çıldırdım. (…) Seneler var, bilirim; gençliğimin son demine, / Ah lâkin bana sensiz bu hayat işkence. / Gittiğinden beri düştüm yine zevk âlemine. (…) Kadının şekli de bir ruhu da birdir bence! / Dalarım bazı uzaklarda gezen bir kadına, / Duyarım yes’ini matemli siyah çarşafının / Bazı, çılgın, veririm kalbimi tırnaklarına / En sefil ücret için baldır açan bir kadının… (…) Beni baştan başa viran eden âfet sensin, / Bağrımın yandığı günden beri coşkun, deliyim. / Söndürür belki bu tâûnu senin son nefesin, / Seni bilmem ki nasıl boğmalı, öldürmeliyim!” Bu şiirde âşık, hayatında başka biri olduğunu düşündüğü (ya da bildiği) kadın uğruna ahlâk kurallarını hiçe sayıp onunla bir gece geçirmek ister. Sevgili, diğer erkeği tercih edip âşığı terk eder. Bunun üzerine âşık, kendini gece âlemlerine kaptırır. Öte yandan kadınlara öfke duymaya başlayan âşık, bütün kadınların aynı olduğunu düşünmeye başlar. Hayat kadınlarıyla görüşen âşık, her ne kadar onların matemini yüreğinde hissetse de başkası için kendini terk eden sevgiliye duyduğu öfke ağır basar ve onu öldürmek ister. Bu dizeler, fiziksel arzunun bir insanı sürüklemesi muhtemel boyutları ifade etmesi bakımından mühimdir. Aldatılmasına karşın sevgiliye olan tutkusundan vazgeçemeyen âşık, katil olmayı düşünecek kadar ileri seviyede bir travma yaşamaktadır. Aşkla ölüm fikrinin birlikte işlendiği bir başka şiir olan “Ölümü Hatırlatan Kadın” şiirinde, intihar eden bir âşığın nezdinde sevilen kadın için ölünebileceği tezi savunulur. Âşık, sevgilinin güzelliğinden öylesine etkilenmiştir ki bu âfetin, “ölümün en güzel şekli” olduğunu söyler: “Bazı ruhum kararır kefenlerden, mezardan, / Yok mu, rabbim ölümün bir güzel şekli derdim. / O kayalıklarda ilk seni gördüğüm zaman / Hayalimde ölüme en güzel şekli verdim.” Klâsik aşklara duyduğu özlemi “Çoban Çeşmesi” şiirinde anlatan şair, aşkı, “çeşmenin canlılığı”na benzetir. Bu çeşme Ferhat’ın, Şirin’in aşkından dağları delmesiyle akmaya başlamıştır. O vakitlerde aşklar yoğun yaşandığı için çeşmenin de derdi başından aşkındır. Ancak Leylâ ile Mecnun aşkı hüsranla bittikten sonra eski aşklar da kaybolur. Artık duygusallık yerine tensel aşk söz konusudur ve bu durum “gönül adamı” olan âşığı mutsuz eder. Çamlıbel, sevgiliye duyulan özlem temasını da işlemiştir. “Onu Bir Gün Görmedim” şiirinde, “Yüzüme sert çizgiler çekti senin adını, / Hasret saatlerini saydı saçımda aklar. / Senin ağzından çıkan bir cümlenin tadını / Ne bugün içki verdi, ne bu gece dudaklar!” dizeleriyle sevgiliye hasret kaldığını ve onun yerini hiçbir şeyin tutamayacağını dile getirir. “Gönül” şiirindeyse geçmişte birçok aşk macerası yaşayan yaşlı bir adamın, o günlere duyduğu özlem anlatılır. “Bağından her güzelin bir gül seçtiği, birçok kadının geçtiği, aşk için bir yol” olan gönlü öylesine yorgun düşmüştür ki “bir gül gibi sararıp solmuştur. Bu şiir, ruhun yaşlanmamasına karşın bedenin zamanla yıprandığı ve âşığı, arzularına ket vurmak zorunda bıraktığı tezini savunması bakımından mühimdir. “Eriyen Adam” şiirinde, şair kendini, sevgilisinin gözlerinde eriyen “buzdan bir dağ”a benzetir. Sevdiğiyle bakıştığı andan itibaren içine bir ateş düşen âşık, dudaklar birleştiği zaman erimeye başlar. Tüm maddî varlıklardan âzâde olan şair, kendini, sevdiğiyle yekvücut olarak duyumsar: “Gözlerim gözlerinde dinlenirken eriyor, Eriyor yaklaşırken dudağına dudağım. Zerrelerim çözülmüş gibi sesler veriyor, Ben sıcak bir denize inen buzdan bir dağım. Yanında damla damla bittiğimi duyarım, Yoklarım yerinde mi yüzüm, alnım, saçlarım? Bir göğüs geçirerek derim ki: ‘Yine varım, Fakat bir rüya gibi şimdi kaybolacağım.’ Bir gün için içimde neyim varsa alacak, Varlığım bir su olup kabından boşalacak, Benden nişan olarak kucağında kalacak Boş bir yığın: Elbisem, gömleğim, boyunbağım.”

Kimi şiirler vardır kısacık bir iki satırla koca bir aşkı anlatır, kimi şiirler vardır satırlar boyu yaşamı anlatır öykü tadında. İşte edebiyatımızın en unutulmaz şiirlerinden Han Duvarları‘nda Faruk Nafiz Çamlıbel bir yol hikâyesi anlatırken, aslında Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış‘ın ya da Anadolu insanının öyküsünü anlatır. Han Duvarları, 1922 yılında soğuk bir Mart sabahında başlayan ve Ulukışla’dan Kayseri’ye “yaylı” denilen at arabasıyla yapılan üç günlük bir yolculuğun hikâyesidir. Hayatında ilk defa İstanbul’dan ayrılan şair, gurbeti içinde hissetmektedir. Yaşanılan acının derinliği ilk ayrılık olmasındandır; yüreğinde duyduğu ilk sevgiye özdeş bir acıdır bu…Öğretmen olarak Kayseri Lisesi’ne atanan İstanbullu şair, bu yolculukta ilk kez Anadolu’nun yüksek dağlarını, çorak topraklarını ve kıştan bahara geçen doğasını şaşkınlıkla izler içindeki acıya katık ederek…Şair, at arabası ile yaptığı üç günlük seyahati boyunca görmüş olduğu manzaraları, en küçük ayrıntısına kadar bir tablo gibi göz önüne serer mısralarında. Şair, İstanbul’da alışık olmadığı bir doğa ile karşılaşınca kendini buralara yabancı hisseder. Issız Anadolu coğrafyası ve yalnız Anadolu insanı şairi derinden etkiler. Bu yalnızlık ve ıssızlığa yoksulluğun da eklenmesi şairde acı duygular yaratır. Kurtuluş Savaşı sonrası, vatanın dört bir köşesinden gelen Anadolu’nun yoksul insanları, bağırlarındaki yaralara bir çare bulmak için hanlarda, kervansaraylarda toplanırlar. Hanlarda kalan yalnız ve dertli insanlar, yüreklerindeki acıyı ve özlemi hanlarda kaldıkları duvarlarla paylaşırlar. Yol ve gurbet yorgunu şairimiz de uyumak üzere odasına çekildiğinde duvarlarda bir şairin hüzünlü mısralarıyla karşılaşır: Duvardaki şair, savaş yıllarında sevdiklerine hasret, sınırdan sınıra savaşmak için koşmuş bir askerdi belki de…Artık savaş bitmiş, zafer kazanılmıştır. Elde edilen ise vatan ile o savaşlarda kazanılan şan ve şereftir. Yolculuğun ikinci gününe sabahın ilk ışıklarıyla başlayan şair, geçtiği yolları ve doğayı içine işleyen hüzünle tasvir eder. Şair bir gün içinde baharı ve yazı yaşarken duygularında da aynı değişimi hisseder…Bahardan kışa geçen yolcular ve şairimiz; yeni bir menzile, yeni bir hana varmanın sevincini yaşarlar. Ve şair yeni bir handa, ocağın başında sohbet eden yeni insanlar tanır; odasına çıktığında yüreğine ateş gibi düşen yeni mısralarla karşılaşır. Ve hızla değişen mevsimler arasında, uzun yolculuk sürer. Günün sonunda yeni bir yer, yeni bir han ve yeni yüzler karşılar şairi. Yorgunluktan uyuya kalan şair, sabahın ilk ışıklarıyla uyandığında aslında han duvarlarında izini sürdüğü yol arkadaşı şairin kim olduğunu duvardaki mısralardan keşfeder. Ve hancıdan Maraşlı Şeyhoğlu‘nun acı hikayesini öğrenir… Anadolu insanının birçok özelliklerini kendinde toplayan Maraşlı Şeyhoğlu, vatan müdafaası için huduttan hududa koşan köylü Mehmetçik’tir aslında. On yıl, sılası olan “Kınadağı’ndan, baba ocağından ve yar kucağından” uzak kalmıştır. Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:
“Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…
Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.

TRT arşivinden Faruk Nafiz Çamlıbel eselerlerinden bir kaçı (kendi okuduğu bir şiiriyle):

Evvelsi gün yitirdiğimiz kıymetli müzisyenimiz Timur Selçuk, şairin çok sayıda şiirini bestelemiştir. Bunlardan, Sen Nerdesini siz sevgili okurlarımızla baş başa bırakırken, iki sanatçıyı da saygı ve özlemle anıyoruz.

Gülayşen Erayda

KAYNAKÇA

https://islamansiklopedisi.org.tr/

Halil Hadi Bulut

https://dergipark.org.tr

The Journal of International Lingual, Social and Educational Sciences Year: 2019, Volume:5,Number: 1

Özlem Kale

http://teis.yesevi.edu.tr

Elif Esra Önen Dede

Nurten Bengüi Aksoy