“‘Normalleşme’ ‘Tehdit devam ediyor, tedbirlere uyalım’ ‘Hafta sonu yasak uygulaması net değil’ ‘Yasak kararı alındı…’” Zeydan’ın annesi televizyonda haber kanalını değiştirdi. “‘Vekilliği düşürülen isimler’ ‘Bekçi yasası çıkıyor’” “Öf sıkıldım be!” dedi. “Baban da altmış beş üzeri, o kıytırık terzi dükkanına gidiyor, bense evde, nasıl yasak bu?” O an Zeydan’ın, oynamak isteyen kızı bacağına sarılıyor ve bırakmıyordu. “Babaanneni üzme,” dedi. “Akşama simit getiririm.”
Sabah sabah evden kendisini durağa atan Zeydan, peş peşe gelen salgın haberinin etkisinde, “koltuk sayısının yarısı kadar mı, tamamı mı yolcu alınacak?” tartışmasını yapan minibüs şoförü ve yolcuların arasında epeyce bekledikten sonra ayakta binerek gidebildi, simit tezgahının başına. Az miktarda simit vardı tezgahta. Caddeden bir iki araba geçiyordu. Çaprazındaki markete girenler tek tek ateşi ölçülerek alınıyordu içeri. Krizin etkisini henüz anlayamayan dükkan ve kafe sahipleri ya temizlik yaptırıyor ya da komşularıyla buruk, istemsiz, zoraki sohbet ediyordu.
Tezgahın başında bıkkın bıkkın oturan Zeydan, karşısında gördüğü çocuğa inanamayarak baktı, çocuk arkasını dönüp yürümeğe başladı. Zeydan da peşi sıra gitti. Başında simit tablası vardı. Simitler kat kat sanatçı titizliğinde dizilmişti. Ara sokağa giriyor, bir anda şehrin kalabalığının arasından fırtına hızında geçiyordu. Zeydan, “Dinle beni” dedi. “Bu hız seni yıpratır, gün gelir yorgun düşer ve bıkarsın.” “Bırak peşimi, ne diyorsun?” cevabını aldı. “Babam iş kazası geçirdi, şimdi topal ayağıyla çalışamıyor. Mahalleden aldığımız ufak evin taksitini ödüyorum. Sırrım yürümek ve müşteriye sıcak simit satmak.” Buruk bir gülümsemeyle çocuğa, çocukluğuna baktı Zeydan. Onun peşini bırakmayacaktı.
Zeydan yıllar geçerken, fellik fellik aradı, izini kaybettiği çocuğu, çocukluğunu. Şehrin merkezinde bir ikisi yerde yatan perişan haldeki çocukların arasında görünce şaşırdı. Tuttu kolundan, “Beni tanıdın mı?” dedi. “Tanıdım moruk!” cevabını aldı, burnundan tıslama halinde çıkan sesiyle. Lokantaya gittiklerinde karnı doydu. Büyümüştü sanki. “Moruk haklıymışsın be!” dedi. “Ev borcunu ödedim, epeyce param da birikti. Fakat bir şeyler eksikti. Biraz gezmeliyim, kız arkadaşım olmalı diye düşündüm. Zaman zaman mahalledeki arkadaşlarıma takılıyordum. Bir gün bonzai kullandıklarını öğrendim. Çılgın gibiydiler moruk! Bunun sırrı nedir diye soruyordum? Sonra ben de kullandım bonzai. Başka dünyada yaşıyor ve kullanmadan duramıyordum. Metruk bina ve boş arazilerde yatılıyordu. Ağzı köpüren, eli titreyen çocuk ve gençler vardı. Her geçen zaman cesaretimi kaybediyordum. Simit satmaya çıktığım günler ise tabla elimden bir şekilde düşüyordu. Şimdiyse fırından simit de alamıyorum.” Bir çırpıda yaptığı konuşmanın ardından yine tıslamaya ve uyuklamaya başladı. Bir kahve ayıltır diye düşündü Zeydan. Sonra her gün görüşüp kahve içti onunla, giysi gibi hediyeler verdi. Anne babasıyla tanıştı.
Bir gün Zeydan, “Sen iyi çocuksun ve büyümüşsün” dedi. “Bir şey eksikti diyorsun, üç beş lira değil mesele, yani farkındasın kendinin. Sor neden, niçin? Günün birinde memnun olmadığın hayatın bir yerlerden çatladı. Amaçsız kaldın. Öyle anlarda ikinci bir şans olsa diye geçirdin içinden. Bir hayalden öteye gitmeyecek şekilde… Kimse sana yeni bir hayat vermez. O arkadaşlarından uzaklaş ve bonzai denilen meretten kurtul.” Çantasında olan Jack London’un Beyaz Diş kitabını uzattı. “Oku! başka kitap da oku, seni her biri başka dünyaya götürecek ve okudukça değişeceksin.”
Yine zaman tüm hızıyla geçiyordu. Kaldırımdaki üç beş insandan bir ikisi simit alınca umutlandı, Zeydan. Gezi olaylarının yedinci yıl dönümü olduğu konuşuluyordu. Heyecanlandı. Taksim ve civarında başının üzerinde simit tablası olan, yirmi bir yaşındaki gençliğini aradı. Gezi olaylarının son günlerinde bir grup arasında gördü delikanlıyı . Tomadan gaz sıkılırken, o gözlerine limon sürüyordu korunmak için.
“Verdiğin kitabı okudum, başka kitaplar da okuyorum” dedi. “Önceden moruk dediğim için özür dilerim, ben de senin gibi yirmi sekiz yaşındaki Zeydan olmak istiyorum.” İmrenerek yüzüne baktı, ellerinden tuttu ve konuşmasına devam etti. “Yirmi bir yaşımın heyecanıyla Gezi Parkı’nın içindeki kalabalıkların arasında geziniyordum. Simit tablasını başımın üzerine koymadan hepsi bitiyordu. Bir gün gezi marketin önünde buldum kendimi. Birileri malları markete koyarken ihtiyacı olan alıyordu. Kütüphanenin önüne gittim. Orada da okumak isteyen alıyordu kitabı. Uğruna ömrümüzü tükettiğimiz para geçmiyordu burada. Sonra TOMA’nın önünde bulmuştum kendimi. Kimse çağırmamıştı. Sağlıkçı, mimar, mühendis ve avukatları gördüm. Sendika, dernek, mahalli örgütlenmeleri gördüm. Din, ırk, cinsiyet ayrımı yapılmadığını gördüm. Anneleri gördüm! Halkın her kesiminden insanları gördüm burada. Çay bahçesinde oturdum. Kötülükle TOMA’ların önünde tanıştım. Gençlerin vurulmasını o zaman gördüm. Ağladım saatlerce. Zaman zaman dükkanlara sığındım. Yaşadığım korkuyu ve orada bulunan insanların dayanışmasını ömrüm boyunca unutmayacağım.”
Zeydan minibüsle eve giderken, Haziran ayı; Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Orhan Kemal gibi ne isimler ve Gezi olayları gibi ne direniş anılarılarıyla yaşamımızda diye düşündü. Siyasi, ekonomik krizdi vuran! Unutmuştu salgını.
Annesi evde yine haberleri dinliyordu Zeydan’ın. Kızı, poşette satamadığı simitleri görünce “Babam simit getirdi,” dedi ve çığlıklar attı sevincinden.
Muhsin Başaldı