Hangi şiiriydi onu bana sevdiren bilemiyorum, çocukluk çağlarımızdan itibaren bize, bizim yaşımızdakilere yoldaşlık eden öyle çok şiiri var ki! Cemal Süreya’nın Aşk şiirindeki “Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu / İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük” sözleri galiba en iyi anlatan hissettiklerimizi. Hangisini seçsek, bir diğerine haksızlık olacak çünkü.
Çocukluk yıllarımızda ilk kulağımıza çarpan, ağzımıza ilk pelesenk olan şiirlerden değil midir :
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava
Büyüklerimizin sohbeti esnasında çokça duyduğumuz ironiyle dolu bu acıklı şiiri çocuk aklımızla anlamasak da sevmişizdir. Sonrasında biraz büyüyüp gelişip serpilince, kalbimizde başlayınca o ilk heyecanlar, kıpırdanmalar ve sonrasında daralan yürekler, kızaran yanaklar söyleyin bana, hangimiz mırıldanmamışızdır ki Hümeyra’nın o buğulu sesiyle seslendirdiği hüzünlü şarkıyı sessizce :
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Anlatamadıklarımızı en yakın arkadaşlarımızla paylaşmış, derin kederlere dalmışızdır gün gelmiş :
Benim de mi düşüncelerim olacaktı,
Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,
Sessiz sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?
Dualar edip, yalvarmışızdır geceleri belki de bu şiirle :
Bekliyorum
Öyle bir havada gel ki,
Vazgeçmek mümkün olmasın.
Derken o melankolik ortam değişmiş, güneş ışığı kalbimize vurmuş, her şey birdenbire olmuştur.
Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbire oldu;
Mavi birdenbire.
Her şey birdenbire oldu;
Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.
Yemiş birdenbire oldu.Birdenbire,
Birdenbire;
Her şey birdenbire oldu.
Kız birdenbire, oğlan birdenbire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar…
Aşk birdenbire oldu,
Sevinç birdenbire.
Olmuştur olmasına da karşımızdaki muhatap belli ki pek bi yamandır, Dedikodu da tam bu zamanda girmiştir devreye, hele bir de Levent Yüksel söyleyince aliyyül alâ olmuştur. Böylesine fırlama bir şiire Sezen Aksu‘nun müziği de cuk oturmuştur.
Kim söylemiş beni
Süheylâ’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksekkaldırımda, güpegündüz?
Melâhat’i almışım da sonra
Alemdara gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galataya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı
Ya o, Muallâ’yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın’ı söyletme hikâyesi?
Süheylâ’la Eleni’yi hele hele Melâhat’i bilmem ama Mualla’ya gelince sıra az çekmemiştir benim sevgili arkadaşım bu şarkı yüzünden benden. Annelerimiz utanmıyor musunuz diye şakacıktan bize kızıp bıyık altı gülerken, bizler bağıra çağıra bu şarkıyı söyler olmuşuzdur pencerelerde.
Bu telaşları da geçince, orta yaşlara erişinde onun davetine uymuş, gidip Urumeli Hisarı’nda tarifsiz kederler içinde türkü tutturmuşuzdur gün gelmiş. Mermer taşlı mezarlıklar arasında başımıza konarken martılar; Orhan Veli’nin kederi bizim, bizimki onun olmuştur. Hele hele Ahmet Özhan, Muazzez Abacı, Nükhet Duru gibi nice değerli sanatçımızın seslendirdiği, Şekip Ayhan Özışık’ın bestesi olan Hicaz makamındaki bu şarkıyı özellikle sevmişizdir. 20 küsur yıl Türk müziği eğitimi almış olmamızın, konserlerimiz ve müzikli şiir dinletilerimizde yer almasının da bunda rolü olmuştur elbet.
İstanbul’da
Boğaziçi’nde
Bir garip Orhan Veli’yim
Veli’nin oğluyum
Târifsiz kederler içindeyim.
Urumeli hisarına oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:
İstanbul’un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicrân yaşları
Edâlım,
Senin yüzünden bu hâlim.
İstanbul’un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşur sevişirmiş, bana ne
Sevdâlım
Boynuna vebâlim…
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim
Bir garip Orhan Veli
Veli’nin oğlu
Tarifsiz kederler içindeyim
Gün gelmiş, İstanbul’u dinlemişizdir gözlerimiz kapalı. Artık çocukluğumuzda kalan sucuların o hiç durmayan çıngıraklarını duyamasak da, kıyılarında ayakları suya değecek bir yer bulamasa da bir kadın, beton yığınlarının arasında yok olan fıstıkların arasından doğan beyaz ay’ı göremesek ve artık yaşadığımız pandemi’den dolayı sokaklarında doya doya dolaşamasak da şiirini okurken bile o hazzı bize yaşatan Orhan Veli’yi ve tok sesiyle bu mahrumiyeti bir anlık hediyeye çeviren Cem Karaca’yı unutabilmemiz mümkün mü? Özellikle yasak dolayısıyla çıkıp gürültüye ve karmaşaya boğamadığımız İstanbul sokaklarını gözlerimiz kapalı dinlemek belki de pandeminin bize verdiği bir nimettir bir anlık.
Ama belki de en çok denizi sevmesini sevmişizdir Orhan Veli’nin, belki de sadece bana özeldir bu sevgi bilemem ama ben ki denizi severim, bilin ki Orhan Veli’yi de o yüzden daha bir değişik severim. Kıyılarıma denizin dalgalarını usulca vurduran ve coşkuyla canlandıran Yeni Türkü’nün seslendirdiği Dalgacı Mahmut’unu da o yüzden çok severim.
İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.
Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.
Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne halt edeceğimi bilemem.
Sonrasında tenimizde bir parça deniz hissetmiş, iyot kokusunu içimize doyasıya çekmişizdir. Ama bilmişizdir de denizin kavuşmak kadar, ayrılıkları da taşıdığını bağrında.
Gemiler geçer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler, damların üzerinden;
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret,
O yüzden Gün doğmadan, deniz daha bembeyazken çıkmak isteriz bir yola ve yelken olup, kürek olup, dümen olup, balık olup, su olup akıp gitmek isteriz gidebildiğimiz yere, denizin kalbine.
“Bakar bakar ağlarım.”
Kim ne derse desin bir devre eşlik etmiştir sevgili Orhan Veli. Bizden biridir, içimizdendir. Ağdalı konuşmamış, duygularını saklamamış, olduğu gibi yaşamıştır. Gün gelmiş ciğercinin kedisini, gün gelmiş bir sokak kedisini almıştır satırlarına.
“Açlıktan bahsediyorsun;
Demek ki sen komünistsin.
Demek bütün binaları yakan sensin.
İstanbul’dakileri sen,
Ankara’dakileri sen…
Sen ne domuzsun, sen!”
(Ciğercinin Kedisinden sokak kedisine cevap)
Bazen incecikten dalgasını geçmiş, kızdıracağı yerde gülümsetebilmiştir :
Ne atom bombası,
Ne Londra konferansı; Bir elinde cımbız, Bir elinde ayna Umurunda mı dünya!
Elleri cebinde, aklı geçim derdinde insanlarla hemhal olmuştur.
Cep delik, cepken delik Kol delik, mintan delik Yen delik, kaftan delik, Kevgir misin be kardeşlik!
Bazen nasırından şikayet etmiş, bazen çirkinliğinden dem vurmuştur.
‘Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Naif bir çocuktur. Büyürken başına talihsiz kazalar, hastalıklar gelir. Yanma tehlikesiyle burun buruna geldiğinde henüz 5 yaşında küçücük bir çocuktur, uzun süre tedavi görmüş, 9 yaşında kızamık, 17 yaşında kızıl hastalığına tutulur. 36 yıllık kısacık hayatı boyunca ölüm sanki hep yanı başındadır. Başından türlü trafik kazaları ve aksilikler geçen Orhan Veli’nin bütün bunlara rağmen hayata tutunduğundan bahsedilir. Çok fazla parasızlık çeker, bunun için montunu bile sattığı zamanlardan geçer ama hiç bir zaman şıklığından vazgeçmez. Efkarlandığında Kazım’ım türküsünü söyler. Mina Urgan’a göre, Abidin Dino’dan sonra elleri en güzel olandır.
Kardeşi Adnan Veli onu şöyle tanıtmış : Vücudu oldukça kemikli, kollarıyla bacakları epey uzundu. Göğsünü öne doğru eğerek hafifçe yaylanarak yürürdü. Elleri gayet ince, beyazdı. Parmakları adam akıllı uzun, tırnakları pembe, uzun ve yuvarlaktı. Geniş bir alnı, sivri bir çenesi vardı. Dudakları enikonu etliydi. Burnu tümsekliydi. Yüzü gençlikte çıkardığı ergenlik sivilceleri sebebiyle pürtüklüydü.
Sait Faik ise “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğse benzeyen bir sırt, denebilirse ergenlik bozuğu bir yüz. İşte görünüşte Orhan Veli.” der onun hakkında. Ne çok şey gizli değil mi görünüşte kelimesinde! Behçet Necatigil‘in Kitaplarda Ölmek şiirindeki çizgi’yi anımsattı bu kelime bana.
Adı, soyadı / Açılır parantez / Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti / Kapanır parantez.……. Parantezin içindeki çizgi / Ne varsa orda / Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci / Ne varsa orda.
Projesini Abidin Dino’nun hazırladığı ve Mimar Nevzat Kemal‘in uyguladığı mezar taşına, Profesör Emin Barın’ın yazdığı Orhan Veli 1914 – 1950 satırlarında “parantez” olmasa da aradaki o “çizgi” işte Orhan Veli’yi ve “Garip” akımının sadeliğini anlatır bizlere, bir de üstteki “görünüşte” kelimesinin manasını. O çizgide, o görünüşte neler gizlidir, neler. Onu keşfetmek de biz okurlara düşer.
-AYŞEN CUMHUR ÖZKAYA-

ORHAN VELİ
Kardeşi Füruzan Yolyapan anlatıyor : “Eskiden bir çocuk doğduğu zaman, aile içerisinden biri çocuğun doğumu üstüne bir tarih kıtası söylerdi. Üçümüz için de böyle dörtlükler vardı. Adnan ile ben kaybetmişiz ama, Orhan Veli’nin kıtasını saklıyorum ben. Hatta Türkçesi’ni bir kağıda yazıp, vasiyetimin içerisinde oğluma bıraktım. Sizde de bir belge olarak dursun:
Bir Veli pak-ı nihale lütfedip Rab-bı Celil;
Verdi bir mahdum-u mergub kim misal-i afitab;
Nur-u Ahmed pertevinden halk olan Orhan’ın Hak;
Ömrün-Efzun eylesin, hem kendin ali cenap.
13 Nisan 1914 tarihinde İstanbul’da Beykoz’a bağlı Yalıköy’deki İshak Ağa yokuşundaki 9 numaralı konakta doğan çocuğa Ahmet Orhan adı verilir. Ahmet Orhan, Soyadı Kanunundan önce, babasının adındaki Veli’yi sahiplenecek ve zamanla Orhan Veli olarak tanınacaktır.
Soyadı Kanunu’ndan sonra Kanık soyadını alan ailenin babası İzmirli tüccar Fehmi Bey’in oğlu Mehmet Veli bey’dir. İzmir Sanayi Bandosu’nda ve İstanbul Mızıka-i Hümayun’da müzisyen ve öğretmen olarak çalışan, 1932 senesinde Cumhurbaşkanlığı Bando Heyeti Şefliği’ne tayin edilen Mehmet Veli bey aynı zamanda Musıki Muallim Mektebi’nde (bugünkü Ankara Devlet Konservatuvarı) nazariyat ve klarnet dersleri vermiştir. Ankara Radyosu’nun da ilk müdürlerindendir. Annesi Fatma Nigar hanım ise Beykoz’un kereste tüccarlarından Hacı Ahmet Bey’in kızıdır. Ailenin ilk çocuğu olan Orhan Veli’nin kardeşleri mizah yazarı Adnan Veli Kanık ve Füruzan Yolyapan’dır. Bir de Ankara’da bulundukları sırada dünyaya gelen Ayşe Zerrin vardır ama 1 yaşını dolduramadan vefat etmiştir.
İlkokula gitmeden okumayı öğrendiğim için midir bilmem, beş sene içerisinde okuduğum ilkokulun kütüphanesindeki kitapların neredeyse hepsini okumuştum. Bunda ilkokul öğretmenim Aysel Yiğit’in ve kütüphanemizde fazla kitap olmamasının da katkıları yok değildir. Hemen hemen her hafta sonu bir kitap alıyor, bir hafta içerisinde bitirdiğim kitabı geri verirken, kısacık kesili saçlarımı okşayan Aysel Öğretmenimin vereceği bir başka kitabı, açmayı bekleyen bir çiçek tomurcuğu gibi bekliyordum. Hasta olup yattığım zamanlardaysa, aynı sokakta oturan Aysel Öğretmenim beni ziyaret etmeyi ve kitap getirmeyi unutmuyordu. Yaz tatilinde bile evimize çok yakın olan 50. Yıl Süheyla Artam İlkokulu’na rahatça girebiliyor, yeni bir kitap ve yeni bir heyecanla dışarı çıkabiliyordum.
Orhan Veli’nin edebiyata ilgisini ilk fark eden kişi ilkokul öğretmeni Sedat Bey’dir. Yetenekli gördüğü öğrencisini yazmaya teşvik etmesiyle Orhan Veli ilk öyküsünü yazar. Çocuk Dünyası eski yazıyla basılan bir dergide yayımlanır.
Çocuk yaşları Beykoz, Beşiktaş ve Cihangir’de geçen Orhan Veli Anafartalar İlkokulu’nun ana sınıfından sonra, 1921 yılında ilköğretimine Galatasaray Lisesi’nde yatılı olarak başlar. Okulda Fransızcaya ilgi gösterir. Babasının 1925 senesinde tayininin Ankara’ya çıkması üzerin Gazi İlkokulu’nun beşinci sınıfına kaydolan Orhan Veli, bir yıl sonra buradan mezun olur.
İlk şiiri Annem’e 1929-1932 yılları arasında Balıkesir’de Eminittin Bey (Çeliköz) sahipliğinde 77 sayı yayımlanan Gençleryolu Dergisi’nde 15 Mayıs 1929 tarihli sayısında yayımlanır.
ANNEM’E
Fakir yatağının kıyıcığında,
Bir ölü lambanın kör ışığında,
Sararmış yüzünün kırışığında,
Beliren kederi okudum anne!
Dışarda inliyen rüzgâr kudurmuş,
Ruhumu okşıyan nefesin durmuş…
Bir ümit: Göğsüne uzandı elim;
Heyhat ki o müşfik yürek te durmuş.
Şiirin altına bir de değerlendirme yazısı konur : Şiir güzeldir, samimidir, ahenklidir. İkinci mısradaki ‘ölü’ yerine -mesela- ‘isli’ ve ‘beliren’ yerine ‘titreyen’ denseydi daha muvaffak olurdu. Altıncı ve sonuncu mısrada ‘durmuş’lara bir şey denemezse de, bunların tekerrürü kafiyeyi haleldâr etmiş olduğundan, ya birinin hazfiyle yerine başka bir kelimenin ikamesi, yahut kafiyenin ‘durmuş’lardan evvel temini icap eder. Orhan Veli beyin daha muvafık yazılarını bekleriz.”
Orhan Veli’nin 1933 yılında yazdığı ve İnkılap’ın 2. Sayısında yer alan bir şiiri, genç araştırmacı Şaban Özdemir tarafından bulunur :
Bir günüm daha geçti sevdiğimi görmeden
Kederliyim bu günüm bir zehir içti diye
Bir günüm daha onu görmeden geçti diye
Bir günüm daha geçti sevdiğimi görmeden
Neşe yaktım içimde bugünü aştım diye
Göreceğim o güne bir gün yaklaştım diye
Ortaöğrenimini Ankara Erkek Lisesi’nde yatılı okur ve ortaokul yedinci sınıfta Oktay Rıfat Horozcu ve lise birinci sınıfta da Halk Evi’nde düzenlenen bir müsamere sırasında Melih Cevdet Anday ile tanışır ve böylece ölüme dek sürecek bir dostluğun temelleri atılır. Yazdıkları şiirleri birbirlerine okuyan ve sanat sorunları üzerinde tartışan bu üç sıkı dost, Ankara Lisesi okul kooperatifin finansörlüğüyle Sesimiz adlı bir dergi yayımlar. Okul arkadaşı Hıfzı Oğuz Bekata’nın etkisinde kalarak, düz yazıdan manzumeye geçen Orhan Veli’nin ilk şiirleri bu dergide basılır. Lisenin ilk yıllarında edebiyat öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar’ın özendirmeleri ve yüreklendirmeleriyle yazmaya devam eden Orhan Veli ve arkadaşları, daha sonraki sınıflarda Rıfkı Melûl Meriç, Halil Vedat Fıratlı ve Yahya Saim Sinanoğlu gibi öğretmenlerinden de destek görür.
Edebiyatın yanında sanatın her konu ilgisini çeker, özellikle de tiyatro. Kardeşi Adnan Veli, abisinin çocuk yaşlarda yazdığı Doktor İhsan adlı vodvili Beykoz’daki evlerinin bahçesinde sahneye koyduğunu anlatır. Bu merakı ileriye götürür ve ilk rolünü, Raşit Rıza’nın oynadığı Aktör Kin oyununda alır. Ankara Radyosu’nda Radyo Müdürü olarak görev yapan babası vasıtasıyla tanıştığı spiker ve yayın şefi Ercümend Behzad Lav tarafından Ankara Halkevi’nde sahneye konan iki oyunda önemli roller alır. Molier’den Vefik Paşa tarafından uyarlanan Zor Nikah’da Üstad-ı Sani ve Maeterlinck’in Monna Vanna piyesinde baba rolünü oynayan Orhan Veli, tiyatro alanındaki çalışmalarına çevirmen olarak devam eder.
Sesimiz dergisindeki şiirleri sayılmazsa, yazınsal kimliğini ve tarzını bulmuş ilk şiirleri olan Oaristys, Ebabil, Eldorado, Düşüncelerimin Başucunda Nahit Sırrı Örik’in desteği ve önerisiyle 1 Aralık 1936 tarihli Varlık dergisinde yayımlanır. Dergide şöyle yazmaktadır :
“Varlık’ın şiir kadrosu yeni ve kuvvetli genç imzalarla zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye kadar yazılarını hiç neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir sanat sahibidir. Gelecek sayılarımız onun ve arkadaşları Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Mehmet Ali Sel’in (ilk şiirlerinde kullandığı isim) şiirimize getirdiği yeni havayı daha iyi belirtecektir.”
Ey hatırası içimde yemin kadar büyük
Ey bahçesinin hoş günelere açık kapısı
Hala rüyalarıma giren ilk göz ağrısı
Çocuk alınlarda duyulan sıcak öpücük
Ey sevgi dalımda ilk çiçek açan tomurcuk
Kanımın akışını yenileştiren damar
Gül rengi ışıkları sevda dolu akşamlar
İçime yeni bir fecir gibi dolan çocuk
Orhan Veli, bazı şiirlerini yayımlarken “Mehmet Ali Sel” takma adını kullanmış. Oktay Rıfat bu takma ad ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmış: “Galiba yırtmaya kıyamadığı şiirlerini bu adla çıkarırdı”. Kendisi ise, Baki Süha Ediboğlu’nun kendisine konu hakkında yönelttiği soruyu şöyle cevaplamıştır:
“O zamanlar çok şiir yayınlıyordum. Adımın her zaman görünmesi hem benim için hem de dergi için doğru değildi. Bir de şu var: Mehmet Ali Sel benim bazı tecrübelerime alet olmuş bir isimdir”.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne giren Orhan Veli, üniversite döneminde de oldukça aktiftir. Fakültenin Talebe Cemiyeti Başkanlığı’na seçilen Orhan Veli, bir yandan da Galatasaray Lisesi’nde öğretmen yardımcılığı görevini üstlenir. 1935 yılında eğitimini yarıda bırakıp Ankara’ya dönen sanatçı, 1936-1942 yılları arasında, PTT Genel Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosu’nda memurluk yapar.
Varlık dergisinin yanı sıra, 1936 ile 1941 yılları arasında İnsan, Ses, Gençlik, Küllük, İnkılâpçı Gençlik dergilerinde de yüze yakın şiiri yayımlanan Orhan Veli, şiirlerinde insan, aşk, doğa, savaş, yaşamak, çocukluk, yolculuk, sarhoşluk gibi temalara yönelir. Bu dönem şiirlerinde dil ve dış yapı özellikleri açısından Hececilere; içerik ve şiir anlayışı açısından da Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı ve Ahmet Hamdi gibi öz şiircilere benzer eserler meydana getiren Orhan Veli, 1937 yılından sonraki şiirlerinde, geleneksellikten uzaklaşmaya başlar ve dizelerin alışılmış düzenini değiştirir.
……….edebiyatın halk kitlelerine bir şeyler söylemesi lazım. Okur-yazarları, halka doğru götüren bir edebiyat isterim, yani edebiyatın çoğunluğa hitap etmesini istiyorum. Çoğunluk okuyup anlamalıdır, anlaması için de edebiyatta kendi meselelerinden bahsedilmesi lazım… Bugünkü dünyada çoğunluğu fakir halk teşkil ediyor. Demek ki edebiyat da onların edebiyatı olacaktır. Kahramanını onun içinden seçecek, hayatını o hayatın içinden alacak ve ara sıra onun meselesinden bahsedecektir… Bunu başarabilmenin şartlarından bir tanesi konuşulan dilden azami derecede faydalanmak suretiyle zenginleştirilmesidir, dilin zenginleşmesini sanat-edebiyat insanlarından beklemeliyiz…
1941 yılında üç arkadaş Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday; Türk şiirinde o güne kadar yer etmiş kalıp ve anlayışlardan kurtulmak gerektiğini savunan ve biçimciliğe, duygusallığa karşı çıkıp, söyleyiş güzelliğini esas alan şiirlerini bir kitapta toplarlar ve Garip adını verdiler. Bu ad zamanla hem üç şairi yansıtan bir kimlik kazanır hem de Türk şiirinde yeni bir akımın ismi olarak yer alır.

Mehmet Kemal “Acılı Kuşak”ta kitabın adıyla ilgili bilgiyi Cavit Yamaç’tan naklederek verir: “Bilir misin”, dedi. “Orhan Veli’nin Garip kitabının adını ben koydum. Bir gün Nisuvaz’da oturuyordum. Orhan geldi, bir şiir kitabı çıkaracağını söyledi. Bir türlü kitabına bir ad bulamıyordu. Koymak istediği ad Tahattur’du. Bilirsin, Orhan Veli’nin ‘.Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden… Tabakam senin yadigârın… Seni nasıl unuturum ben… Vesikalı yarim..’ diye bir şiiri vardır. Onun adı Tahattur’dur. Kitabına bunu vermek istiyordu. Bana sordu, ne dersin diye… Ben de bu adın çok eskimiş olduğunu, daha yeni ve ilgi çekici bir ad bulmasını söyledim. Bu yeni adın ne olabileceğini sordu. Ben de senin şiirlerin yadırganıyor, acaip, garip bulunuyor, öyle bir ad vermelisin dedim. Öyleyse bir ad bul, dedi. Yaban, acayip, garip derken… Garip sözü üzerinde durduk. Orhan Veli’nin kitabının adı ortaya çıkmıştı. Garip, sadece şaşırtıcı, acayip anlamına gelmiyor, gurbette kalmışa da yakışıyordu. Zaten o dönemde Orhan Veli ve arkadaşları da biraz kural dışı, biraz gurbette kalmış gibiydiler.(‘Acılı Kuşak’, Mehmet Kemal, de Yayınevi, s.286)
Kitaplarına yazdıkları önsözde, Türk şiirini katı kurallara bağlı ve doğallıktan uzak bulduklarını, bu durumun temel nedeninin ise hece, uyak, aruz gibi kalıpların şiirde vazgeçilmez sanılması olduğunu belirtirler. Şiirde her türlü kurala ve önceden belirlenmiş kalıplara karşı çıkıp kuralsızlığı kural edinen; şiirin ölçü, uyak ve dörtlükle ilgisiz olduğunu, özgür yazılması gerektiğini savunan bu üçlü böylece şiirin konularını genişletip, halk deyişlerini ve konuşma dilini şiire dahil ederler ve “nasır” gibi “pire” gibi sözcüklerin de şiirde kullanılabileceğini gösterirler.
Bu düzen böyle mi gidecek ?
Pireler filleri yutacak;
Yedi nüfuslu haneye
Üç buçuk tayın yetecek?
Alaycı ve nüktedandırlar. Onlara göre şiir, her yerde görülen basit şeyleri anlatmalıdır. Önemli olan anlamdır. Halkın çoğunluğunun tadına varabileceği bir nitelik taşımalıdır. O güne kadar varlıklı kesimlere seslenmiş olan şiir artık çoğunluğa seslenmeli, o yüzden halkın dili ve onun yaşamında bulunan sözcükler şiire girmelidir. O yüzden şairaneliğe kaçmadan, mecazsız yazdılar. Soyut temalar yerine ekmek derdi, günlük konuları “yaşama sevinci, tabiat sevgisi, çocukluğa dönüş, ölüm, insan sevgisi, aşk” işlediler. Duyguya değil, akla dayandırılmış, şairanelikten olabildiğince uzaklaştırılmış bu yeni akım şiiri başlangıçta yadırganıp tepkiyle karşılansa ve alaya alındılarsa da zamanla bu tepki azalır ve bu akıma kapılanlar çoğalır.
“Yirmi yaşımızı dolduralı bir iki seneden fazla olmamıştı; beylik kalıplar, beylik dünyalar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkânlar arayalım dedik. (…) İlk işimiz, bilinen sanatları bir tarafa bırakıp şiiri bu sanatlar dışında şiir yapan özellikleri aramak oldu. Böylelikle onu bir reçete, bir tarife matahı olmaktan kurtaracaktık. Bu işi başarabilmek için de şiir tarifelerinin verdiği tertiplere karşı gelmek gerekiyordu. O tertipleri bulmuş olan şiirle o şiire sıkıca bağlı kimselerin bu dikine giden hareketten memnun olmayacakları besbelli idi. Üstelik biz de görmek istediğimiz işin ne olduğunu belirtmek için, birtakım softaların damarına basmaktan hoşlanıyorduk. Şiirlerimizin yadırganışı sadece alışılmış kalıplar çıkışından değil, çıkmak isteyişinden, bunda ayrı bir keyif buluşundandı.
Nurullah Ataç’dan büyük destek gören Garip akımı Türk edebiyatı tarihinde gerek ilk yıllarında, gerekse sonraları adı gibi garip bir yere sahip olur. Gelenekselciler, Orhan Veli ve arkadaşlarını şiiri ayağa düşürmekle suçlarken; toplumcular, toplumcu şiiri engelleyen, yozlaştırmayı amaçlayan ve küçük burjuva duyarlığını geliştirmeye çalışan bir devinimin başlatıcısı olarak, yazın tarihçileri ise yeni şiirin başlangıcı sayarlar.
“Orhan Veli’nin kavgası edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi. Şiire kasket giydirdi. Sivilleştirdi onu. Bugünkü şiir verimleri onun da verimleridir biraz.” –Cemal Süreya-
“Kimi şiirlerde akıl çizgisinden duygu çizgisine kayılır, mizah ve şaşırtma bırakılır, yer yer uyağa ve sıfata başvurulur, sözcük tekrarlarından, müzikten yararlanılır. Hepsinden önemlisi, halk şiirinin dil ve deyişine özenilir.”-Asım Bezirci-
Divan şiiri ve aruz kalıplarını çok iyi bilen Orhan Veli, serbest ölçüyle şiirler kaleme alan gençlere, Önce şu sevmediğimiz, alışamadığımız ve zorla ezberlettirilen kalıp hükümleri bilmemiz lazım; ondan sonra bu çerçeveyi kırarak yeni şekiller, yeni buluşlar ve yeni bir zevk anlayışı aramaya koyulalım tavsiyesinde bulunur.
Garip akımını başlattıkları 1941 yılında Yedek Subay Okulu’na giren ve 1942’de Gelibolu’nun Kavak köyünde piyade yedek subayı ve teğmen olarak görev yapan Orhan Veli, 1944 senesinde teğmen rütbesiyle terhis olur.
Gelibolu’da askerlik ederken Salim’in meyhanesine gidermiş… Orhan, askerken arada bir talimi asarmış. Çadırın kapısına da şöyle bir kâğıt iliştirirmiş: Herkes gider talime / Orhan gider Salim’e. Yani, bu demek ki, ‘Gelin, birer tek atalım.’ Talimi asan, kaytaran, içkiden hoşlanan da soluğu orda alırmış… Koru Köy’de Adilhan’da, Doğanaslan’da da küçük çingene meyhaneleri vardı, açık şarap satarlardı. Orhan oralara gitmiş midir, gitmemiş midir? Bilemem. Yalnız, Orhan Veli’nin bir takma adı oldu, özellikle şiir çevrelerinde kullanılırdı, Adil Hanlı diye… Herhalde bu Adilhan köyüne yolu düşmüştür ki, böyle bir takma ad almıştır (‘Acılı Kuşak’, s.222).
Ankara’ya geri dönüş yapan Orhan Veli, 1945 senesinde MEB Tercüme Bürosu’nda memur olarak çalışmaya başlar ve bu görevi sırasında “MEB Dünya Edebiyatlarından Tercümeler” serisinde Fransızcadan çeviriler yapar. O dönemde ikinci şiir kitabı Vazgeçemediğim’i yayımlar. (Şubat 1945) İlk kitabı Garip’te olduğu gibi bu kitabının da son şiirinin son mısraı Orhan Veli’nin en meşhur mısralarından biri olur :
Bir de rakı şişesinde balık olsam

Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip Musikiler alıyorum.
Bir de rakı şişesinde balık olsam
Birgün kendisine ‘Bir de rakı şişesinde balık olsam’ı hakikaten şiir diye inanarak mı yazdığını sormuştum. ‘Hayır tabiî,’ dedi. ‘ama ne yapayım, görüyorsunuz. Yazık oldu Süleyman Efendiye’yi yazmasaydım asıl şiirlerim okunmayacak, kendimi anlatamayacaktım. Garip’i o malûm ve meşhur satır okuttu. Vazgeçemediğim’in okunması için de kitabın sonuna o deli saçmasını koymaya mecbur oldum. Baksanıza Destan Gibi okunuyor mu? -Muvaffak Sami Onat-Zafer gazetesi-10.12.1950-
Nisan 1945’de Garip’in ikinci baskısını yayımlar. Bu kez içinde sadece kendi şiirleri yer almaktadır. 1946’da Destan Gibi’yi, 1947’de ise Yenisi adını verdiği kitaplarını çıkartır. Halk şirinden vazgeçerek duygu ve toplum sorunlarının ağırlık kazandığı şiirlere geçer. Gündelik yaşayışa ve sokaktaki insana daha çok yer verir.
Orhan Veli, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’n baskıcı yönetimine uyum sağlayamayınca 1947 senesinde MEB Tercüme Bürosu’ndaki görevinden istifa eder.
GÜZEL HAVALAR
Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.
Bu tarihten sonra resmi bir görev üstlenmeyen ve geçimini yazarlık ve çevirmenlik yaparak sağlayan Orhan Veli, aynı yıl Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı Hür ve Zincirli Hürriyet gazetelerinde yarı siyasal değinmeler, eleştiriler kaleme alır.
Unutamayacağım anılarımdan biri, ünlü Fransız ozanı Philippe Soupault‘yu Yaprak yönetim evimizde ağırlamamızdır. Gerçekte böyle bir ev yoktu. Orhan Veli, o zaman, bir apartmanın bahçesindeki tek odalı bir evde oturuyordu. Odanın duvarları çatlak çatlaktı. Döşeme dayama bakımından yoksuldu. Tuvaleti yoktu diyebilirim. Bu yüzden biz, ünlü Fransız ozanını bir lokantaya davet etmek istedik. Ama o razı olmamış buna, ille de Yaprakçıların yönetim evine geleceğim diye tutturmuş. Odaya iki gün içinde badana vurduk, çatlakları elimizdeki Yaprak dergileriyle kapattık, evlerimizden koltuklar, masa, kilimler, içki-yemek takımları getirdik. Hiç unutamam, şiir okuma sırası kendine geldiğinde, Orhan Veli, Soupault‘dan yaptığı “Şakir efendi öldü / dün / gece Çerkeş’te / Çerkeş’te öldü gitti” çevirisini okudu. Biz gülüşmeye başlayınca, adam ne oluyor gibilerden bakındı. Anlattık. Bir daha dinledi. “Tamam” dedi, “benim şiirim bu.” Sonra ülkemizden ayrılırken, “şiiri Türkiye’de buldum” diye demeç verdi gazetelere. –Melih Cevdet Anday-15 Ekim 1981-Milliyet Sanat-
17 Kasım 1995 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki yazısında ise şöyle der Melih Cevdet : “Orhan Veli çok duyguluydu, ama duygusal görünmekten hoşlanmazdı. Bütün arkadaşlığımız süresince ondan aldığım başlıca izlenim budur: kendini ele vermek ve işi şakaya vurmak. Bütün zengin ruhlar böyledir; şaka, bu zenginlikten övünmemenin başlıca umarlarından biridir. Bu söylediklerimi, onun şiiri de kanıtlıyor bize. Demek istiyorum ki, Orhan Veli’nin şiirine bu açıdan bakmak bize aydınlık getirecektir. Büyük Fransız şairi Paul Valery, hiçbir şiirinde kendini vermediğini, yalnız ‘Deniz Mezarlığı‘nda kendini biraz kaçırdığını söylemişti. Orhan Veli ise, kendini biraz kaçırdığı şiirlerinde bile işi alaya vurur. Orhan Veli, şiirlerinin arkasına gizlenir. Orhan Veli’nin çoğu şiirinde kendi konuşmayıp başkalarını konuşturması bunun göstergesidir. Şu şiirine bakalım mesela:
Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden
Tabakam senin yadigarın
İki elin kanda olsa gel diyor telgrafın
Seni nasıl unuturum ben vesikalı yarim.
Orhan Veli’nin alnında bıçak yarası yoktu, tabakası da , vesikalı yari de.“
1948 yılında Ulus’ta Yolcu Notları’nı yayımlayan ve La Fontaine’in Masalları’nı Türkçeye çeviren Orhan Veli, son şiir kitabı Karşı’yı da yayımlar. Bakanlıktaki değişim sadece Orhan Veli’yi değil, arkadaşları Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Dino, Necati Cumalı’yı da etkilemiştir. Birkaç buluşmanın ardından, 1948 sonunda bir dergi çıkarılmasına karar verilir. “Yaprak” adını verdikleri derginin masraflarını Mahmut Dikerdem karşılar. İki sayfa olarak hazırlanan dergi, 15 günde bir yayımlanır. İlk sayısı, 1 Ocak 1949’da çıkar. Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sait Faik Abasıyanık, Cahit Külebi gibi özel isimlerin eserlerini yayımlayarak, 1 Haziran 1950’ye kadar 28 sayı çıkartılır. Tüm sorumluluk derginin hem sahibi hem de Yazı İşleri Müdürü olan Orhan Veli’dir. Haliyle tüm sorumluluk ondadır. Gün gelir, dergiyi ayakta tutabilmek için paltosunu dahi satmak zorunda kılır hatta onuncu sayıyı yayımlamak için de Abidin Dino’nun kendisine hediye ettiği resimleri elden çıkarır. Yaprak’ın yayım hayatı 15 Haziran 1950 yılında sona erince, Orhan Veli İstanbul’a taşınmaya karar verir.
Dikkat etmişimdir, İstanbul’da olsun, Ankara’da olsun yazılarının pek çoğunu sabahları yazardı. Birçok şair ve yazarlarda olduğu gibi, yer seçmek, masa seçmek, gürültüden kaçmak gibi adetleri yoktu. Her yerde rahatlıkla çalışabilirdi. Yaprak dergisinin makalelerini. Hatta mizanpajını Ankara’da Kutlu pastahanesinde hazırlardı. –Baki Süha Ediboğlu– Bizim Kuşak ve Diğerleri, 1968
Orhan Veli ile Sait Faik’in işi gücü yoktur. Can sıkıntısından Eftalikus kahvesinde oturup her gün birer Cumhuriyet gazetesi alarak bulmacalarını çözerler. Bulmacayı kim önce bitirirse öteki rakı ısmarlayacaktır. Fakat Orhan Veli, her gün Sait Faik’i yenmektedir. Sonunda Sait Faik isyan bayrağını çeker, Nasıl beceriyorsun lan, her gün rakıyı bana ısmarlatıyorsun? der demez Orhan Veli sakin bir biçimde yanıtlar: Çünkü Cumhuriyet’in bulmacalarını ben hazırlıyorum!
1950 yılında Nazım Hikmet’in yazılarından dolayı mahkum edilmesini protesto eden ve düşünce özgürlüğüne imkan verilmediğini öne süren Orhan Veli, arkadaşları Melih Cevdet ve Oktay Rıfat ile birlikte, şairin serbest bırakılması için 3 gün boyunca açlık grevi yapar ve büyük yankı uyandırırlar.
Sınıfsal farklılıkları vurgular şiirlerinde, bakış açısı yoksul halkın üzerindedir, onların acsını derinden hisseder. Eşit olmak için başkalarının da eşit olması gerekiyordu. Başkalarının eşit olması başkalarının da hür olmasına bağlıydı. (…) Bunun için o insanları uyandırmak, okutmak, yazdırmak gerekiyordu. (…) Bu işi başarabilmek için, elbette, elindeki araçların en kuvvetlisini kullanacaktı. O araç da şiir olduğu için toprağına bağlı Cumhuriyet devri şairi şiirini kendinin, yurdunun ve insanlığın yararına kullanmaya başladı. (…) Şiirin özü, şiirin ödevi oldu.
Kuyruklu Şiir
‘Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.’
Yahya Kemal bir yazısında Orhan Veli’yi “Dempsey’in karşısına tabancayla çıkıyorsunuz” diye eleştirir. Orhan Veli ise yanıtını yıllar sonra, 15 Şubat 1950 tarihli Yaprak gazetesinde verir:
Yahya Kemal bir gün bana, ‘Siz,’ dedi, ‘Dempsey’in karşısına browning tabancasıyla çıkıyorsunuz.’ Yüzyıllardır süregelmiş kuralları inkâr ediyorsunuz diye. Bu konuda neler düşündüğümü ben de kendisine söyledim. söylemekle kalmadım; sonra da düşündüm, yıllarca düşündüm. Browning tabancasını kullanan aslında biz değiliz. Büsbütün tersine, kurallardan vazgeçemeyenlerin çifte tabancalarla geldiklerini gördüğümüz halde, işe, elimizdeki tabancayı bir kenara bırakmakla başlıyoruz. Vezinle kafiyeden vazgeçmenin, bütün özellikleri keşfedilmemiş sanatlardan vazgeçmenin şiir işçiliği adına, ne büyük bir fedakarlık olduğunu erbabı bilir. Yahya Kemal de o bilenlerdendir. ama bildiğini söylemesi için okuduğu şiirde de kurallar dışı bir işçilik olduğunu görmesi gerek. Ne yalan söyleyeyim, bu işi dört başı mamur bir şekilde beceremiyoruz. Zaman zaman işin kolayına kaçmaktan, Yahya Kemal’in bağ saydığı kurallara sığınmaktan kurtulamıyoruz. Kimi genç arkadaşlarımız bu yanlışlığa farkına varmadan düşüyorlar. kimileri de bile bile, salt yutturmak kaygısıyla yapıyorlar bu işi. farkına varmadan insan nasıl faydalanır kurallardan diyeceksiniz, oluyor. Ben kaç defa kendim de fark etmişimdir; şiiri kendi özellikleri içinde kavramadığım zamanlar kafiyenin, ses benzerliklerinin yardımına sığınmışımdır. O zaman düşünürüm, vazgeçsem şunlardan ne olur diye. bakarım ki olmayacak, bırakırım ya, gördüğüm işin şairlik bakımından namusluca bir iş olmadığını da bilirim. kolaydan kaçınmak gerek. sırasında browning tabancası da kullanılır. ama dediğim gibi, sırasında. mesela, insanın işçiliği feda edebileceği anlar yok mu, işte o zaman.”
(Not : Orhan Veli 12 yaşındayken; evlerinde çalışan hizmetçi kızı, Flober tabancasıyla korkutmak ister ve ağır yaralanmasına neden olur. Yahya Kemal’in bu olayı bilip bilmediğini, biliyorsa bilerek mi kullandığını merak etmişimdir hep)
Yahya Kemal Beyatlı, Refi Cevat Ulunay, Kadircan Kaflı gibi divan şiiri savunucuları tarafından beğenilen , aruz ölçüsüyle kaleme aldığı Efsane başlıklı şiiri ilk kez 15 Şubat 1951 tarihinde, Orhan Veli’nin vefatından üç ay sonra Nokta dergisinde “Orhan Veli’nin Divan Çeşnisinde Bir Şiiri” başlığı altında ve şu ön açıklamayla yayımlanır :
“Avukat B. Mennan Özgütürk bize Orhan Veli’nin divan edebiyatı çesnisinde yazılmış bir şiirini verdi. Orhan Veli bu şiiri, eski tarzın hiç de zorluk göstermediğini anlatmak için düzmüştür herhalde. Anlatıldığına göre şair sağlığında, bu şiiri Yahya Kemal’e okumuş, üstat da kendisine ‘Siz biraz daha gayret etseniz bizi de geçeceksiniz.’ demiştir. Orhan Veli’nin verdiği yanıt ise: ‘Aman efendim, biz bunu alay olsun diye yazıyoruz.’ olmuştur.”
Bir zamanlardı bu gamhânede bir dem vardı
Gece sahilde sular gecre kadar çağlardı
O çağıltıyla beraber döğünürken def ü çenk
Bir güneş dalgalar üstünde doğar rengârenk
Mavi bir gökyüzü titrerdi güzel bir histe
Rindler muğbeçeler mest bütün mecliste
Ve o haletle bütün kahkahalar mağmeleşir
Dilde Yahya Kemal’in şarkısı Şehnâmeleşir
O gürültüyle sular çalkalanır çağlardı
Bir zamanlarda bu gamhânede bir dem vardı
Lâkin o hayal âlemi bir efsâne
Ses sâda yok bu değil sanki o devlethâne
Sabahattin Eyüboğlu, Gece İçinde Orhan Veli isimli eserinde, Orhan Veli’nin şiirini göstermek için kendisine geldiği akşamdan şu şekilde bahseder :
“Bir gece yine gelmiş ve nasılsa bomboş bulmuş bizim evi. Ertesi gün, bir gezi dönüşü kapımda Orhan Veli’nin o pürüzsüz elyazısıyla bu beyti bulmuştum :
Kapılar, pencereler savletime bigâne;
Ses sada yok, bu değil sanki o devlethâne.
Divan şiirinin iyisini kötüsünü ayırt edemeyenlere bu beytin yapılışındaki ustalığı, yağdan kıl çekme rahatlığı, belâlı bir şiir biçimini dizginleme gücü, deyimlerin seçilişindeki incelik anlatılmaz kolay kolay. Ama Yahya Kemal’e okuduğu zaman hemen kulak kabartmış, “Vay yezit, vay!” demiş ve bir daha söyletmişti bu beyti bana. O yıllarda Orhan’ın içinden zor çıkılır rubai vezinleriyle yaptığı Hayyam çevirileri de üstadı bir hayli şaşırtmıştı. Ritm duygusu ve bilgisi Orhan’ın sırlarından biriydi.”
Daha sonraları Yahya Kemal, Orhan Veli için Cahit Tanyol’a şöyle der :
“Sizin kuşakta hayran olduğum bir taraf var. Ben yıllarca çabalayıp bir türlü anlatamadığım şiiri senin kuşak kolayca anladı. Orhan Veli’den, Cahit Sıtkı‘ya dek hemen hemen bütün kuşak şiirin hakikisiyle, sahtesini ayırmakta birleşiyor.”
İlerleyen yıllarda Orhan Veli’nin eski şiire karşı olan sözleri, yazıları artar. Bunu eskiye bağlı olanları sarsarak şaşkına çevirmek ve yadırgatarak ilgilerini çekmek için yaptığını söyleyenler olur. Hatta Yahya Kemal o’nu şöyle eleştirir:
“Bu şair, okuyucuyu kendisine hayran bırakmak değil, hayrette bırakmak istedi. Halbuki hayret çabuk geçer, hayranlıksa uzun müddet devam eder. Şiirin gayesi hayret ettirmek değildir.”
Orhan Veli ise bu durumu şöyle anlatır :
Şiirlerimizin yadırganışı sadece alışılmış kalıpların dışına çıkışımızdan değil, çıkmak isteyişinden, bunda ayrı bir keyif buluşundandı. Gayretimizin nasıl bir sebebe ulaştığını anlayınca biz de yumuşar gibi olduk. Gelgelelim, bu arada şiire girmiş olan bazı şeyler, şiirin öz malı imiş gibi, yerleşti kaldı. Bunlardan biri eski şiirin yüksekten konuşmasına karşılık, şiire sokulan, alelade konuşma; bir de eski şiirin büyük konularının, büyük heyecanlarının yanı başında yer alan, küçük alelade olaylar, küçük alelade insanlardı. İlk niyat hiç bir şeyin şiir dışı kalmamasını sağlamaktı. Ama, bu yeni şiir yavaş yavaş yayılıp bir çok kimse tarafından tutulunca iş değişti. Genç okur yazarlar, hatta bu işle uğraşanlar, sandılar ki şiir yalnız küçük olayların, yalnız alelade bir dille anlatılmasından meydana gelir. Böyle böyle bu basitlik, bu aleladelik şiirin bir tarafı, bir şartı oldu. Basitlik, aleladelik derken belki de biraz insaflı davranıyorum. ‘Basitlik, aleladelik’ diyeceğime ‘boşluk, hiçlik’ desem daha doğru olur. Şairin, mısraları içinde, okuyucuya hiçbir şey söylememesi bir yana, söyleyişteki basitliğin de gerektiği gibi anlaşıldığını sanmıyorum, kolay okunan mısranın kolay yazılır bir şey olmadığı pek bilinmiyor. Bunu anladığımız an şiirin güçlüklerini görecek, emeğe saygı göstermesini öğreneceğiz. Yalnız şairin emeğine değil; bütün insanların emeğine. Ondan sonra da kolay kolay boş lakırdı edemeyeceğiz. (…) Yazımın baş tarafındaki sözlerden de anlaşılacağı gibi, şiirin bu hale gelmesinde de galiba bizim neslin büyük payı var. (…) Zaman zaman alelade şeylere de dokunabilmek başka. Ayrıca, türlü işlerde çalışan milyonlarca insanın, iş görmüş adam olmanın hakkını kazanabilmek için, göbeği çatlarken iki lakırdı çırpıştırıp bir iş yaptım sanmanın kolay kolay hoş görülemeyeceğini bilmek lazım.” (1949)
Ölüme Yakın
“Akşamüstüne doğru, kış vakti;
Bir hasta odasının penceresinde;
Yalnız bende değil yalnızlık hali;
Deniz de karanlık, gökyüzü de;
Bir acaip, kuşların hali
Bakma fakirmişim, kimsesizmişim;
-Akşamüstüne doğru, kış vakti-
Benim de sevdalar geçti başımdan.
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış;
Zamanla anlıyor insan dünyayı.”
Orhan Veli’nin şiirlerinden yapılan seçmeler İngilizce, Fransızca, Rusça, Yunanca gibi çeşitli dillere çevrilmiş, bir çok bestecimiz de şiirlerini bestelemiştir. Şiirleri ayrıca Müşfik Kenter, Kerim Afşar gibi ünlü sanatçılar tarafından kasete okunmuştur. Murathan Mungan, Orhan Veli şiirlerini kurgulayarak “Bir Garip Orhan Veli” adlı tek kişilik bir oyun yazar ve oyun uzun bir süre Müşfik Kenter tarafından sahnelenir.

Yaprak kapandıktan sonra İstanbul’a dönen Orhan Veli, 1950 yılının Kasım ayında, bir haftalığına Ankara’ya gider ancak 10 Kasım 1950 gecesinde, belediyenin kablo döşemek için açtığı bir çukura düşen sanatçı başından hafifçe yaralanır. Bunu önemsemeyen Orhan Veli iki gün sonra İstanbul’a döner. 14 Kasım gecesi uğruna şiirler yazdığı Bella’nın eniştesi Erol Güney’in evinde yenilip içilirken fenalaşır ve Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırılır. Alkol zehirlenmesi tedavisi uygulanan Orhan Veli, 14 Kasım 1950 gecesi saat 20.00’de girdiği komadan kurtulamayarak 23.20’de hayata gözlerini kapar. Beyin kanamasından öldüğü yapılan otopside anlaşılır. Ankara’da düştüğü çukurda aldığı darbe beyin damarlarından birini çatlatmıştır. Öldüğünde henüz 36 yaşındadır.
Ölümünün ardından üzerinde bulunan eşyalar kontrol edildiğinde üzerinde bulunan ceketinin cebinden 28 kuruş, bir at yarışı kuponu bir de kağıtla sarılmış bir diş fırçası çıkar. O kağıtta da ünlü Aşk Resmi Geçidi isimli şiiri bulunur.
Ölümünün nedeni, 15 Kasım 1950 Çarşamba günü çıkan akşam gazetelerinde “alkol yüzünden zehirlendi” olarak duyurulur. Ankara ve İstanbul radyolarının yanı sıra, Roma, Paris BBC ve Amerikanın Sesi radyoları da aynı anda tüm dünyaya duyururlar.
Oktay Akbal da bu haberi radyodan öğrendiğini söyler ki bakın kim duyurmuştur:
“Orhan Veli’nin ölümünü 14 Kasım 1950 akşamı Ankara Radyo’sundan, Dranas‘ın ağzından duymuştum. O gün İstanbul’da ölmüş, Dranas da konuşmasında bunu hemen dinleyicilerine bildirmişti.”
16 Kasım günü Sanat Dostları Cemiyeti tarafından yüzünün mulajı (kalıbı) alınır, ardından otopsi yapılır. İşte asıl ölüm nedeni o zaman anlaşılır: Beyin kanaması…
17 Kasım’da cenazesinin kaldırılacağı Beyazıt Camii’nin önündeki kahveler saat 11.00’de dolmuş, saat 12.00’de ise kalabalık öbek öbek toplanmaya başlamıştır. Kimler yoktur ki cenaze töreninde…
Cuma namazından sonra kılınır cenaze namazı, ardından Divanyolu’ndan Gazeteciler Cemiyeti’nin önüne getirilir. Cemiyetin bayrağı yarıya çekilmiştir. Birkaç dakikalık duraklama, yazıcı esnafının son selamıdır. Cenaze Sirkeci’ye kadar eller üzerinde taşınırken, bütün arabalar durup yol verir. Kimi sorar:
– Kim bu?
– Bir şair!…
Bir Mehmetçik ‘rap’ diye selam durur.
Bütün kitapçılar kepenk kapatır. Bu, şaire son hürmettir. Rumelihisarı’na doğru yol alan cenazenin en önünde ‘Yaprak’ dergisinin çelengi ve arkada diğer çelenkler vardır. Bunlardan biri, Editörler Cemiyeti’nin çelengi dikkat çeker; çünkü ‘Editerler‘ diye yazılmıştır…
Orhan Veli’nin mezarının yapımı için ünlü şair Sabahattin Eyüboğlu öncülüğünde bir kampanya başlatılır. Sanatçıların, okurların destek verdiği kampanyayla mezar için para toplanır. Destek verenlerin listesi Varlık Dergisi’nde yayımlanır, okullarda bunun için para toplanır. Sonrasında Abidin Dino hayatının en acı verici projesini hazırlar, Orhan Veli’nin mezarı. Yapı, pembe granittendir ve Mimar Nevzat Kemal tarafından inşa edilir. Orhan Veli’nin adını kitabeye yazan ise usta kalem Profesör Emin Barın‘dır. O çok sevdiği Boğaziçi’nde, Aşiyan’da Urumeli Hisarının alt tarafına defnedilir Orhan Veli. Bir de heykeli dikerler yanına Boğaz’ı seyredin, başına da bir martı kuşu koyarlar.


Ancak arkadaşlarının büyük bir özveriyle yaptırdıkları ve çok değerli sanatçıların, Orhan Veli’nin kimliğine uygun olarak tasarladıkları mezar taşını bugün göremezsiniz ne yazık ki. Beykoz Belediyesi; o dönemde 90 yaşında olan kız kardeşi Füruzan hanımdan aldıkları izinle Orhan Veli’nin mezarı yenilemiş ve mezar taşının mermer bir blok’la değiştirilmiştir.
Orhan Veli’nin sigarasını da içkisini de babam bilirdi ama, Orhan babamın yanında hiç bir zaman içmezdi. Örneğin; ölümünden bir kaç gün önce, Şişli’de oturduğumuz evde, bir ara Orhan Veli ortalıktan kayboldu. O’nun sigara içmek için balkona çıkmış olabileceğini tahmin ettim. Gerçekten de balkondaydı. “Bu soğuk havada niye burada içiyorsun? Nasıl olsa babam biliyor. Gir içeriye de rahat rahat iç” dedim. “Şu üç günlük dünyada, bir sigara için babamı kırmaya değer mi? Hadi sen gir içeriye, ben de biraz sonra geliyorum” dedi. Gerçekten üç günlük dünya. Birkaç gün sonra Orhan Veli öldü… –Füruzan Yolyapan-
Giderayak
Handan, hamamdan geçtik,
Gün ışığında hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icat ettik,
Avunamadık
Yoksa biz…
Bu dünyadan değil miydik?
Orhan Veli’nin defnedileceği 17 Kasım 1950 Cuma günü Yahya Kemal, yanına gelen Cahit Tanyol‘a “İyi geldin Tanyol, Orhan’ın cenazesine gidelim” derken gidip gitmeme konusunda kararsızlığını da şöyle açıklar :
“Tanyol, bu cenazeye gitmemiz doğru olur mu? Bu gençlerin şiir anlayışı bizimkine muhalif. Hatta onun da önemi yok, fakat bunlar çıkardıkları Yaprak adlı bir gazetede birçok defalar aleyhimde bulundular. Şimdi benim bu cenazeye gitmemi istismar ederler, sömürürler ve bundan bir nevi sığınma manası çıkarabilirler. Belki de gazeteler Yahya Kemal de cenazede vardı, diye yazarlar. Ve bu onların şiir anlayışı için reklam olabilir. Şiiri bizim anladığımız gibi düşünenlerin yolunu şaşırtabiliriz. Oysa biliyorsun, ben bunların şiirlerine inanamıyorum. Şiir ne nükte ne de zihin oyunudur. Şiirin tabiatı realitedir. Şiir mücerret soyut kavramlardan kaçar. Descartes, Kant, Hegel zihni spekülasyonda hiçbir şairin yetişemeyeceği mertebeye ulaşmışlardır.”
1956 yılında Sermet Sami Uysal‘la yaptığı konuşmada da “Ahmet Haşim şiirden ne anlar… Nazım Hikmet şair değildir… Halit Ziya hiçbir şey değildir… Sait Faik çok şişirildi… Oktay Rifat da, Orhan Veli de cahil ve geri kimselerdir” diyen Yahya Kemal’in yanıldığını tarih gösterir.
Bunu da en güzel anlatan şiir belki de Bedri Rahmi Eyüboğlu‘nun İstanbul Destanı’dır :
İstanbul deyince aklıma Yahya Kemal gelirdi bir eyyam Şimdi Orhan Veli gelir. Deminden beri dilimin ucundasın Orhan Veli Deminden beri senin tadın senin tuzun Senin şiirin senin yüzün Yaralı bir güvercin misali Başımın üstünde dolanır durur Gelir sessizce konar bu şiirin bir yerine Neresine mi arayan bulur Erbabı bilir. Deli eder insanı bu şehir deli Kadehlerin çınlasın Orhan Veli.”
Ölümünün ardından yakın arkadaşları 1 Şubat 1951 tarihinde anısına “Son Yaprak” isimli tek baskılık bir dergi yayımlar.
DÜNYANIN EN ÇOK OKUNAN İKİNCİ ŞAİRİ VE ŞİİRİ
2019 yılında uluslararası şiirleri, her şair için bibliyografya ve biyografileri içeren internet platformu Lyrikline tarafından dünyanın en çok okunan şairleri ve şiirleri listesi açıklanır ve Orhan Veli Kanık’ın Anlatamıyorum şiiri dünyanın en çok okunan ikinci şiiri olır. Sitenin verilerine göre dünyada en çok okunan şiir, İsviçreli şair Hermann Hesse’nin “Stufen”i olurken, onu Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum”u takip eder.
Türkiye’de ilk sırada yer alan “Anlatamıyorum” şiirinin ardından en çok okunan Türk şiirleri arasında yine Orhan Veli’den “Hürriyete Doğru”, Behçet Necatigil’den “Sevgilerde”, Nazım Hikmet Ran’dan “Masalların Masalı”, Haydar Ergülen’den “İdiller Gazeli” ve Orhan Veli’den “Denizi Özleyenler İçin” yer alır.
Orhan Veli adına Bahçelievler‘de Şair Orhan Veli Sokağı dışında bir de Yakacık‘ta Ayazma Caddesi’nin sonunda Orhan Veli Sokağı bulunmakta. Yalova‘da da Sait Faik Abasıyanık, Tarancı, Halide Edip ve Hüseyin Rahmi Sokaklarının çevrelediği dörtgenin arasında da bir Orhan Veli Sokağı vardır. Çevresindeki Cemal Nadir Sokağı ise Yahya Kemal Sokağı‘ndan daha yakın durmaktadır Orhan Veli’ye, her zamanki gibi… Doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Beykoz‘da bir parka da adı verilmiştir Orhan Veli’nin…Bir de Beyoğlu’nda Süslü Saksı Sokak’ta bir Orhan Veli Şiir Evi bulunmakta. Ama onu hakkıyla görmek, anmak isteyenler için en güzel mekan Orhan Veli’nin çok sevdiği Aşiyan’daki mekanıdır.

Vefatının 70. Yılında sevgili “garip” Orhan Veli Kanık’ı sevgi, saygı ve özlemle anıyor, bizlere kattığı yaşama sevinci için şükranlarımı/zı sunuyorum/z.
BEN ORHAN VELİ
Ben Orhan Veli
1914’te doğdum
1 yaşında kurbağadan korktum
2 yaşında gurbete çıktım
7’sinde mektebe başladım
9 yaşında okumaya
10 yaşında yazmaya merak saldım
13’te Oktay Rıfat’ı
16’da Melih Cevdet’i tanıdım
17 yaşında bara gittim
18’de rakıya başladım ve şarkı söylemesini çok sevdim
19’dan sonra avarelik devrim başlar
20 yaşından sonra para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim
25’te başımdan bir otomobil kazası geçti
Çok aşık oldum
Hiç evlenmedim
Ben Orhan Veli
Ben Orhan Veli
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye mısra-i meşhurunun yazarı
Duydum ki merak ediyormuşsunuz hususi hayatımı
Anlatayım
Evvela adamım yani sirk hayvanı filan değilim
Burnum var kulağım var pek biçimli olmamakla beraber
Bir evde otururum
Bir işte çalışırım
Ne başımda bulut gezdiririm
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet
Ne İngiliz kralı kadar mütevazıyım
Ne de Celâl Bayar’ın ahır uşağı gibi aristokrat
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele biterim
Malda mülkte gözüm yoktur
Vallahi yoktur
Oktay Rıfat’la Melih Cevdet’tir en yakın arkadaşlarım
Bir de sevgilim vardır pek muteber
İsmini söyleyemem
Edebiyat tarihçisi bulsun
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım
Meşgul olmadığım ehemmiyetsiz
Sadece yazarlar arasındadır
Ne bileyim belki daha bin bir huyum vardır
Ama ne lüzum var hepsini sıralamaya
Onlar da bunlara benzer
AŞKLARI
Orhan’ın ilk aşkı, (eğer buna aşk demek caizse) on iki yaşında başlar. Beykoz’daki komşularının on yaşındaki kızı Fetanet’i sevmişti. Bu uzun sürmedi. Orhan bir müddet sonra yine Beykoz’da, ‘Pembeliler‘ adını verdiği üç kız kardeşin en küçüğü olan ‘Fetanet‘e tutuldu. Lisede iken Ankara’da ‘Cazibe‘ adında bir başka kızı sevdi. O’nun 1935 yılından sonraki maceraları ve aşkları hakkında burada isim saymaya hakkım yok. Çünkü sevdiği insanların çoğu bugün yuva kurmuştur.-kardeşi Adnan Veli-
Yayan dolaşırım,
Mütenekkiren seyahat ederim.
Oktay Rifat’la Melih Cevdet’tir
En yakın arkadaşlarım.
Bir de sevgilim vardır, pek muteber;
İsmini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun.
Sevmeyi seven, aşka aşık biriymiş Orhan Veli. Nicelerine aşık olmuş, nicelerine tutulmuş. Ancak aralarından iki tanesi öne çıkmış. Biri Nahit hanım, diğeri de Bella hanım.
Şu anda dışarda yağmur yağıyor
Ve bulutlar geçiyor aynadan
Ve bugünlerde Melih’le ben
Aynı kızı seviyoruz.

BELLA ESKENAZİ
Orhan Veli’nin Sere Serpe ve Anlatamıyorum şiirilerini yazdığı kadın.
“Orhan’ın bana aşık olduğunu biraz geç anladım”
71 yıl öncesindeyiz… Saçları simsiyah, gözler ay ışığı gibi parlıyor. Kucağındaki defterleri masaya yığıp ayaklarını altına çekip sedire oturuyor. Tozlu koltukta bu kez Orhan Veli var. İçeride Sabahattin Eyüboğlu, Melih Cevdet Anday gibi yazarların sesi yükselirken Orhan Veli’den çıt çıkmıyor. Genç kızı hayranlıkla seyre dalıyor. Bella tedirgin olup, soruyor: Neyin var, ne oldu?. Ama cevap yok. Sonra defterini alıp bir şeyler yazıyor. “Epeyce yaklaşmışım… Duyuyorum anlatamıyorum.” Defteri uzatıyor, ‘Al’ diyor ‘Sana yazdım.’
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Genç kız şiiri usulca okuyor, teşekkür etmekle yetiniyor. -Ayhan Hülagü– Kollektif Sanat- “Olay Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde geçti. Kimseye anlatamadım. Defteri kaybettiğim için herkesten sakladım. Ukala bir kadın çıkar, ‘bana yazdı’ der. Böyle tartışmaların içinde bulunmak istemediğim için söylemedim.”
Orhan Veli’nin şiir uzatmaları, kendini anlatma çabaları bitmez. Bir gün yine Sabahattin Eyüboğlu’nun evindedirler. Ev halkı ve misafirler salonda otururken küçük odada Bella sedire uzanmış, isteksizce ders çalışıyordur. Odanın öbür köşesinde ise Orhan Veli bir kağıda bir şeyler yazıyordur. Derken gelir, elindeki kağıdı genç kıza uzatır ve “senin için bir şiir yazdım” der. Şiirin adı Sere Serpe‘dir.
Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama… Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki! Olmaz ki!
Orhan Veli’nin umutsuzca tutulduğu genç kız Bella Eskenazi’dir. Sonraları Kent soyadını alan İstanbul’lu Bendavid ailesinin üç kızının en küçüğüdür. Üniversite yıllarından tanıdığı ve aynı Tercüme Bürosunda çalışırken istifa ederek Agence France Presse’e geçen Erol Güney’in sık sık evlerine konuk olan Orhan Veli, orada Eskrim Şampiyonası için Ankara’ya gelen ve Güzel Sanatlar Müdürlüğünde görevli ablası Dora’yı ve eniştesi Erol Güney’i ziyaret eden 16-17 yaşlarındaki Bella ile tanışır 1923 İstanbul doğumlu Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde İngilizce dersi vermekte, bir yandan da liseyi bitirmek için kalan birkaç dersini çalışmaktadır.
Orhan Veli’yle o yemeklerde arkadaş olduk. Çok şıktı. Kıyafeti azdı ama çok hoş giyinirdi. Alkolik düzeyinde rakı içerdi ama tek taşkınlığını görmedim. Hatta hayatımda gördüğüm en terbiyeli insandı. O kadar çok içki içenini gördüm onun gibi ölçülü birine rastlamadım. (….) Ben sessiz biriydim ama o benden de sessizdi. Ben ders çalışırken yanımda sessizce durur ya şiir yazar ya da resim yapardı. Çok güzel resim yapardı. Mesela evimizde ‘Metamorfoz’ isimli bir tablo vardı, onun aynısını yapmıştı.
Orhan Veli, uzun yıllar Bella’ya kur yapar. Bir de isim bulur ona : Düşes. 1949 yılında Karşı isimli kitabını Bella’ya verirken ilk sayfasına : Bu iş böyle yürümez duchesse! yazar. Bella ile sık sık görüşen hatta kadın öğretmen olarak Hasanoğlan’daki köy enstitüsüne atandığında yanına giden Orhan Veli, Bella’ya bir türlü açılamaz, bu aşk hep platonik olarak kalır. 1949-50 yılları arasında Bella’ya, Yaprak antetli bir kâğıda yazdığı mektubun sonundaki cümle Orhan Veli’nin inceliğini anlamamız açısından önemli : Bu mektubun bütün cümleleri tesadüfen, B ile başladı. Belki de Bella B ile başladığı için.
Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki işine son verilince İstanbul’a dönen ve annesiyle İstiklal Caddesi’ndeki Hacopulo Hanı’nın çekme katındaki bütün Boğaz’ı ve Haliç’i gören bir daireye yerleşen ve orada dört yıl oturan Bella’nın konukları arasında Orhan Veli de vardır. Gelir, bir köşede oturur, konuşulanları sessizce dinler. Evde içki yoktur, yarım saatliğine Lambo’ya gider, iki tek atıp döner. Bir keresinde de evin cumbasında oturup konuştukları basamakta sızar kalır. Orhan Veli, Bella’ya ziyaretlerini öldüğü güne kadar sürdürür. Cenazesi kaldırılırken bir köşede ağlayan kadınların arasında Bella da vardır. Bella Eskenazi, halen Bebek’te, Orhan Veli’nin mezarı ve heykeline çok yakın bir evde yaşamaktadır. Bir kızı ve bir torunu vardır.
Bir gece şöyle bir olay olmuş: Cahit Sıtkı, Melih Cevdet, Necati Cumalı sohbeti sırasında Orhan Veli’nin sevgilisi Nahid Hanım bağırmaya başlıyor: ‘Orhan benimdir. Kimseye kaptırmam’ Bella orada küçülüyor, buharlaşmak istiyor adeta. Sevgilisi olan bir erkeğe yan gözle bakmayan genç kız, bundan sonra Orhan Veli sayfasını tamamen kapatıyor.

NAHİT HANIM
Orhan Veli’nin haricinde; Cahit Sıtkı Tarancı, Sabahattin Ali, Necip Fazıl Kısakürek, Nurullah Ataç, Nihal Atsız, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Külebi, Peyami Safa, Edip Cansever, ve Metin Eloğlu gibi isimleri de kendisine aşık etmiş bir kadın Nahit Hanım. Edebiyat dünyasında kendisine en çok aşık olunan kadın olsa gerek. Bu ilginin temelinde yatan şey elbette fiziksel bir “durum güzelliğinden ziyade” kendisinin son derece donanımlı ve kültürlü bir insan olmasından ileri geliyor.
“Orhan’ı şimdi İstanbul’da arayıp da bulamamak mümkün mü Mahmut? Sahiden hiçbir yerde bulunmaz mı dersin? Lambo’da? Balık Pazarında? Öyleyse Sarıyer’e gitmiştir… Yahut Edirne’ye, Nahit Hanım’a...”
Aynada başka güzelsin,
Yatakta başka;
Aldırma söz olur diye;
Tak takıştır,
Sür sürüştür;
İnadına gel,
Piyasa vakti,
Mahallebiciye.
Söz olurmuş,
Olsun;
Dostum değil misin?
Ankara Kız Lisesi ve Haydarpaşa Erkek Lisesi’nin yanı sıra Edirne Lisesi’nde de edebiyat öğretmenliği yapan Nahit Hanım’la bir sonbahar sabahı güzel bir havada Boğaziçi vapurunda tanışır Orhan Veli.
“O’nu tek kelimeyle anlatmaya çalışsam, hüzünlüydü derim. Hüzünlüydü.. Mahzundu.. Neden? Bence… Tabii başkasına, başkalarına göre başka türlü olabilir. Ama bana soruyorsunuz. Onun için bana göre, benim düşündüğümü söylemek zorundayım. Yapısından geliyordu bu hüzün… Her şeyi ama, her şeyi içine atmasından… Fiziğinden… Öfkesini bile içine atardı. Sıkıntılarını da… Hüzünlüydü. Ve sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde konuşmazdı. ‘Şimdi gelirim’ der, kalkar gider, ya yarım saat sonra, ya üç gün sonra gelirdi… Örneğin, Mahzun Durmak şiiri, O’nun tavrına çok uygun bir şiirdir.”
Sevdiğim insanlara
Kızabilirdim,
Eğer sevmek bana
Mahzun durmayı
Öğretmeseydi.
Nahit Hanım’a sayfalarca mektup yazar Orhan Veli. Sonraları el yazılarıyla yazılmış şiirlerinin olduğu iki defter verir ve Ölürsem bunları bastırır mısın Nahit Hanım?“diye sorar. Parasızdır. Mektuplarda sık sık adı geçer parasızlığın.
Vaziyetim berbat. Mesela bu mektubu postayla gönderemeyeceğim herhalde. Bugün Dora’yı arayacağım. O yarın sabah Ankara’ya gidiyor, onunla göndermeye çalışacağım. Vaziyetimin kötülüğüne bir misal daha vereyim: Burada fena halde yağmurlar başladı. Tam bir kış havası. Buna rağmen benim değil pardesüm, ceketim bile yok. Yağmur altında dün gömlekle dolaştım. Üşüdüğümden çok, utanıyorum…
Garip’in ilk basımını imzaladığı Nahit Hanım’a ithafen şunları yazar kitabın ilk sayfasına: “İmzanın üstüne gelecek yazıyı, üç beş satıra sığdırmak imkansız. Onları ayrı ciltler halinde takdim ederim.”
“Bu şiirleri ve yine bu defterde, yanına, ‘ölümümden sonra neşelenmek için’ diye not düştüğü liedleri, hayattayken yayımlamak istemedi. Ölümünden sonra ben verdim yayımlamaya. Daha sonraki şiirlerinde de göreceğimiz gibi, Orhan toplumsal gelişimi, değişimi gördü, izledi, bu değişimle birlikte kendi de değişti… Nitekim Garip’ten sonraki değişimlerin ipuçlarını bu şiirlerde de görüyoruz…”
Yalnız Seni Arıyorum / Nahit Hanım’a Mektuplar
Orhan Veli’nin kısacık ömrünün son üç yılında (1947-1950) sevgilisi Nahit Hanım’a yazdığı mektuplar Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Hep bir şehir efsanesi olarak konuşulan bu mektuplar gizliydi çünkü o yıllarda Yahya Kemal’in öğrencisi olan Halil Veda Fıratlı ile evlidir Nahit hanım, daha sonra da şair Arif Damar ile evlenir. Mektuplar okunduğunda Orhan Veli’nin Nahit hanım’a aşık olduğu ama bu aşkın Nahit Hanım’a yetmediği görülür.
Ölümünün ardından üzerinde bulunan eşyalar kontrol edildiğinde, fenalaştığı zaman üzerinde bulunan ceketinin cebinde 28 kuruş, at yarışlarına ait bir program ve sarı ambalaj kağıdına sarılmış bir diş fırçası olduğu görülür. Ambalaj kağıdında ise meşhur Aşk Resmi Geçidi şiiri yazılıdır. Diş fırçasının ıslaklığından kimi yerleri silinen bu şiire Orhan Veli aşklarını sanki aşklarını temize çekmektedir :
Birisi o incecik, o dal gibi kız
Şimdi galiba bir tüccar karısı.
Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir.
Ama yine de görmeyi çok isterim,
Kolay mı? İlk göz ağrısı.
İkincisi Münevver Abla, benden büyük
Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları
Gülmekten katılırdı, okudukça
Bense ugünmüş gibi utanırım
O mektupları hatırladıkça
……………çıkar
……………dururduk mahallede
……………halde
……………yan yana yızılırdı duvarlara
……………yangın yerlerinde
Dördüncüsü azgın bir kadın
Açık saçık şeyler anlatırdı ana.
Bir gün de önümde soyunuverdi.
Yıllar geçti aradan, unutamadım,
Kaç defa rüyama girdi.
Beşinciyi geçip altıncıya geldim
Onun adı da Nurinnisa
Ah güzelim
Ah esmerim
Ah
Canımın içi Nurinnisa
Yedincisi, Aliye, kibar kadın.
Ama ben pek varamadım tadına.
Bütün kibar kadınlar gibi
Küpe fiyatına, kürk fiyatına
Sekizinci de o bokun soyu.
Elin karısında namus ara,
Kendinde arandı mı küplere bin.
Üstelik……………
Yalanın düzenin bini bir para
Ayten’di dokuzuncunun adı
İş başında şunun bunun esiri,
Ama bardan çıktı mı,
Kiminle isterse onunla yatar
Onuncusu akıllı çıktı
…………gitti………….
Ama haksız da değildi hani.
Sevişmek zenginlerin harcıymış
İşsizlerin harcıymış.
İki gönül bir olunca
Samanlık seyranmış ama,
İki çıplak da, olsa olsa,
Bir hamama yakışırmış.
İşine bağlı bir kadındı on birinci.
Hoş, olmasın da ne yapsın,
Bir zalimin yanında gündelikçi,
.leksandra
Geceleri odama gelir,
Sabahlara kadar kalır.
Konyak içer sarhoş olur,
Sabahı da iş başı yapardı şafakla.
Gelelim sonuncuya.
Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der.
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.
Orhan Veli’nin sonuncu aşkı, kardeşi Adnan Veli’nin söylediği gibi Nahit Hanım‘dır ve ölene kadar da sevmiştir o’nu.
Hatırlayacaksın beni gözlerin yaşla dolu, / Güzelliğin yalnız mısralarımda kaldığı gün diyerek kendisini üzen kadınlara ufaktan dokundurmayı da bilir.
Orhan Veli Kanık o kadınlara mı aşıktı yoksa aşk’a mı bilinmez ama aşağıdaki şiiri bu sorunun cevabını veriyor sanki bizlere, ne dersiniz?
Bütün güzel kadınlar zannettiler ki
Aşk üstüne yazdığım her şiir
Kendileri için yazılmıştır.
Bense daima üzüntüsünü çektim
Onları iş olsun diye yazdığımı
Bilmenin

ESERLERİ :
ŞİİRLERİ :
1941 Garip (Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat Horozcu ile birlikte)
1945 Vazgeçemediğim
1946 Destan Gibi
1949 Karşı
DÜZYAZI ESERLERİ
1948 La Fontaine Masalları
1975 Edebiyat Dünyamız
1947 Fransız Şiiri Antolojisi (derleme)
ÇEVİRİLERİ
1943 Bir Kapı ya Açık Durmalı ya Kapalı (A.de Musset’den – O. Rifat ile)
1944 Barberine
1944 Scapin’in Dolapları (Molière’den)
1944 Sicilyalı yahut Resimli Muhabbet
1944 Tartuffe
1944 Versailles Tulûatı
1945 Üç Hikâye (Gogol’dan – Erol Güney ile)
1946 Turcaret (A. R. Lesage’dan)
1949 Hamlet ve Venedikli Tüccar (Shakespeare’den – Ş. Erdeniz ile)
1953 Batıdan Şiirler (O. Rifat ve M. Cevdet ile)
1955 Antigone (J. Anouilh’den)
1961 Saygılı Yosma (J. P. Sartre’dan)
1982 Bütün Çeviri Şiirleri
1994 El Kapısında (Turgenyev’den)
BESTELENEN ŞİİRLERİ :
ANLATAMIYORUM : Beste- Onno Tunç / Seslendirenler – Hümeyra, Alpay, Mor ve Ötesi, Mine Koşan, Soner Olgun, 21. Peron, Serdar Kemal, Banu Kırağ, Elif İdiz, Simge Akdoğu
AYRILIŞ : Beste – Nadir Göktürk / Seslendirenler – Ezginin Günlüğü
BEDAVA : Beste – Özdemir Erdoğan / Seslendirenler – Özdemir Erdoğan, Cem Karaca
BİRDENBİRE : Beste – Murat Özyüksel / Seslendirenler – Işığın Yansıması
DALGACI MAHMUT : Yeni Türkü
DEDİKODU : Beste – Sezen Aksu / Seslendirenler – Levent Yüksel
DEM BEZM-İ VİSALİNDE HEBA OLMAK İÇİNDİR : Beste : S. Ziya Özbekkan / Seslendirenler –
DERDİM BAŞKA : Ömer Özgeç
EFKARLANIRIM : Fazıl Say & Seranad Bağcan
FELAH BULMADI BİR TÜRLÜ DERT-Ü MİHNETTEN : Beste – Refik Fersan Seslendirenler -Alaeddin Yavaşça
GİDERAYAK : Feridun Düzağaç, Grup Tını
GÜLLERİM LAL : Gülden Karaböcek
GÜN OLUR : Beste – Zülfi Livaneli / Seslendirenler – Zülfi Livaneli
HARBE GİDEN SARI SAÇLI ÇOCUK : Murat Özyüksel&Teoman, Işığın Yansıması
HÜRRİYETE DOĞRU : Beste – Nadir Göktürk / Seslendirenler – Ezginin Günlüğü
İSTANBUL’U DİNLİYORUM : Fazıl Say&Seranad Bağcan, Cem Karaca, Zülfi Livaneli, Teoman, Leman Sam.
İSTANBUL TÜRKÜSÜ : Seslendirenler – Ahmet Özhan, Muazzez Abacı, Nükhet Duru.
KEVGİR : Erdem Alkın
KİTABE-İ SENGİ MEZAR : Ömer Özgeç
KUMRULU ŞARKI : Ezginin Günlüğü, Sevim Deran
MACERA : Beste – Ahmet Kaya / Seslendirenler – Ahmet Kaya
PAZAR AKŞAMLARI : Beste – Müjdat Akgün / Seslendirenler : Alpay
PİRELİ ŞİİR : Beste – Timur Selçuk / Seslendirenler : Timur Selçuk, Ruhi Su, Sümeyra, Eski Bandı
VESİKALI YARİM : Edip Akbayram
Ayşen Cumhur Özkaya
KAYNAKÇA :
Deniz Topçu : Sanat Karavanı : https://sanatkaravani.com/bir-garip-orhan-veli/
Fikriyat : https://www.fikriyat.com/galeri/edebiyat/orhan-velinin-efsane-siirinin-oykusu/16
Haluk Oral – Erol Güney’in Ke(n)disi
İbrahim Oluklu – Orhan Veli’nin İlk Şiiri Hangisi?
Leblebitozu.com
Orhanveliblog.wordpress.com
Orhanveli.net
Önder Şenyapılı – Orhan Veli Kanık
Sanat Karavanı – Bir Garip Orhan Veli
Semih Öztürk – Orhan Veli’den Nahit Hanıma Aşk Dolu Bir Mektup : Meğer Seni Ne Kadar Çok Seviyormuşum
Tahir Şilkan
Yavuz Rençberler – Orhan Veli’nin Şiirindeki Kadın
Yüksel Yıldırım – Zonguldak Nostalji
Çok güzel bir Orhan Veli yazısı okudum. En guzel şiirleri, resimleri, askları ile muthiß bir şairimiz Orhan Veli. Yüreğine saģlık.
BeğenBeğen
Orhan Veli ustayı çok severim. Rakıda balık, balık da rakı 🙂 Elinize sağlık
BeğenBeğen
Tebrik ederim. Bu yazınızı yeni okudum. Çok detaylı güzel bir yazı olmuş. Elinize sağlık.
BeğenBeğen
Çok beğendiğim bir yazı oldu. Ayşen Hanım’ın kalemi her zaman beni çok etkilemiştir
BeğenBeğen
Soluksuz okudum,emeklerinize sağlık 🙏🏻😇
BeğenBeğen
Muhteşem bir yazı zevkle okudum
BeğenBeğen
Çok güzel olmuş.kutlarım.devamıni dilerim
BeğenBeğen