Sabah erkenden gelip, Gençlik Parkı’nın Ankara Garı’na bakan köşesindeki büfemi açtım. Kapının önüne bırakılan gazeteleri ayırıp, raflara özenle yerleştirdim. Hava oldukça sıcaktı. Büfenin tentesini açıp, içerideki sandalyeme kuruldum. Sabah saatlerinde gazete ve sigara alanlar dışında pek bir yoğunluk olmaz burada. Rahatlığın keyfini çıkararak evden getirdiğim sandviçimi yerken, etrafa bakınıyordum.
Yolun karşısındaki gara yakın kaldırımda yaklaşık altmış yaşında, yemenisini başının üzerinden bağlamış, giydiği mantonun altındaki omuzları iyice çökmüş bir kadın elindeki karanfillerle yürüyordu. Otobüs durağının yüz metrelik bir bölümünde ileri geri giden bu kadın, kısa sürede polislerin dikkatini çekti. Ekip otosuyla gelen polisler kadını durdurup, kimlik sordu. Kadın şaşkınlıkla polislerin yüzüne bakakaldı, sanki orada değil gibiydi. Kolundaki çantayı karıştırıp, kimliğini uzattı. Polis, elindeki cihazla Güvenlik Bilgi Taraması yapmaya başladı. Garın yakınında bulunanlar, polislerin etrafında toplanmaya başladı. Polis, kalabalığa “Dağılın, toplanmayın burada!” diyerek ikazda bulundu. Bu ikaz etkili olmuş olmalı ki kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başladı. Polisler kadına kimliğini verirken, “Buralarda fazla dolaşma, yoksa gözaltına alırız” diyerek uyarmayı da unutmadı. Kadın öfkeden kıpkırmızı olmuştu. “Ben istesem de gidemem ki!” diye fısıldadı. Polisler kadını çekiştirerek garın önünden uzaklaştırmaya çalışırken, kollarında yere yığılan kadının elindeki karanfiller etrafa saçıldı. Kadını kendine getirmeye çalıştılar bir süre. Sonra panikle ekip otosuna binip oradan uzaklaştılar. Ambulansı aramalarını bekledim ancak arkalarına bakmadan gözden kaybolmuşlardı.
Olanları gören birkaç kişi, kadını kendine getirmeye çalıştı. Çantasından kolonyasını çıkaran otuzlu yaşlarında esmer bir kadın, kendinden geçmiş yaşlı kadının yüzüne ve kollarına kolonyayı sürüp ovuşturmaya başladı. On dakika geçmeden kendine gelen kadın, “Neredeyim ben?” dedi önce, sonra garın önünde olduğunu hatırlayıp, yerinden kalkmaya çalıştı. Başında bekleyen kadın, “Sakin olun, acele etmeyin, baygınlık geçirdiniz, ben size yardım ederim” dedikten sonra kollarından tuttuğu kadının kalkmasına yardımcı oldu. Bir başka kadın ise yere düşen çantayla karanfilleri topluyordu. “Ambulans çağıralım iyi gözükmüyor” diye seslendi etraftakilerden biri. Fısıltıyla konuşan kadın, “Yok yok iyiyim, sağ olun. Birazdan toparlanırım. Çocuklarımı yitirdim ben, bir anne bu acıya nasıl dayanır? Dayanamıyorum, ağlamaktan gözyaşlarım kurudu.” diyebildi. Etrafında toplananlar kadını dinlemeye başladı. “Beş yıl önce 10 Ekim 2015 tarihinde Barış Mitingi’ne gelen evlatlarımı yitirdim ben. Suruç’ta öldürülen otuz üç genç için barış köprüsü kuracaklardı. Birinin adı Güneş, diğerinin adı Ay’dı. Sanki hiç ölmediler, her gün yanımdalar. Geceleri uyuyamıyorum, bu acıya dayanılmaz. 103 can gitti, 103 eve ateş düştü. Söyleyin analar, bu acıya nasıl dayanılır? Çocuklarımızı elimizden aldılar, analar her gün ağlıyor artık. Ağlamaktan gözyaşlarım kurudu.”
“Lütfen, kendinizi bırakmayın.” diyen kadının da gözleri dolmuş, yaşlı kadına moral vermeye çalışıyordu. Kadın elbisesinin üzerindeki tozları silkelerken, “Son beş yıldır her gün buraya geliyorum. Polisler her gün gelip, tehdit ediyor, gözaltına alıyor ama ben buraya karanfil bırakmaktan yorulmadım. Her gün gelmeye devam edeceğim, kızlarımın katilleri bulununcaya kadar buradan ayrılmayacağım.” dedi. Yaşlı kadını dinlemiyor gibiydiler. “Teyze kusura bakmayın, gitmem gerekiyor” diyerek uzaklaşan bu kadının tavrı, yaşlı kadının hislerinde yanılmadığını gösteriyordu. Diğer kadın da elindeki çantayla karanfilleri yaşlı kadına verip, otobüs durağına doğru yürümeye başladı. “Sağ olun kızım yardımınız için” diye fısıldadı usulca. Kendisinden başka kimseye duyuramamıştı sesini. Etrafındakilere derdini anlatamadığını düşünüyor olmalıydı. Katliamda çocuklarını yitiren annelerle gara geldiği günleri hatırlayıp, yalnız olmadığına sevindi. Acılar birleştiriyordu bütün aileleri. Her ay yaptıkları basın açıklamalarını düşündü. Bir araya geldiklerinde sesleri daha gür çıkıyordu. Birkaç gazetede haber oluyordu en azından…Sonra yine sessizlik…
Kadının söylediklerini dinlerken, “bu ülkede ne çok acılar yaşandı” diye düşündüm. Öylesine dalgınlaşmıştım ki benden para üstünü isteyen adamın yüzüne aptal aptal bakmaya başladım. Adam, “Paranın üstünü versene kardeşim, neden öyle aval aval bakıyorsun” dedi. Bir anlığına kendime gelip, “Pardon, kusura bakmayın, dalmışım.” diyebildim. “Tamam, tamam uzatma” diyen adam verdiğim parayı alıp, hızla uzaklaştı.
Yarım saat sonra kadın elindeki karanfilleri patlamanın olduğu yere atıp, gözyaşları yanağından süzülerek dua etmeye başladı. Birkaç kişiye gazete verirken, göz ucuyla baktığım kadın, yaklaşık yarım saat daha kaldı karanfillerin bulunduğu yerde. Sonra sessizce yerinden kalkıp, otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Etrafta kimsenin olmamasını fırsat bilerek büfeden ayrılıp, koşarak kadının yanına gittim. Durakta oturmuş sessizce ağlayan kadına bakıp, “Gelin size bir çay ikram edeyim. Karşıdaki büfe benim” dedim. Beni duymuyor gibiydi. Gözlerindeki yorgunluk öylesine belirgindi ki konuştuğuma pişman oldum bir anlığına da olsa. “Acının fotoğrafını çekemezsiniz” derlerdi ama Ankara Garı’ndaki katliamın ardından çocuğuna sarılan babanın yüzündeki ifade canlandı gözümde. Acı ve öfke öylesine belirgindi ki bu babanın fotoğrafında, hiçbir zaman belleğimden silinmemişti.
Yaşlı kadın, “Yok oğlum, sağ ol. Ben burada biraz daha kalacağım” dedi. Yüzüne bakıp, onayladım, “Siz bilirsiniz ancak gitmeden önce bir çay içmek isterseniz ben karşıdayım” diyerek büfeye döndüm. İki saat boyunca otobüs durağında oturup, karanfillerin bulunduğu alandan ayrılmayan bu kadını bir başka polis otosu uzaktan gözlüyordu. Kadının orada olduğunu çoktan amirlerine bildirmiş olan polisler, amirin “bırakın, müdahale etmeyin” talimatı nedeniyle bekleyişini sürdürüyordu. Telsizlerinden sürekli rapor geçen polisleri unutup, işime devam ettim.
Kadın iki saatlik sessiz bekleyişin ardından yanıma doğru yürümeye başladı. Büfenin penceresinden başını uzatıp, “Teklifin hâlâ geçerliyse bir bardak çayını içerim oğlum!” dedi. “Tabii ki teyze ne demek, hemen hazırlarım.” diyerek tabureyi uzattım. Oturdu, sessizliğini koruyarak uzaklara dalıp gitti. Çayını uzattım. Aldı. Sımsıkı kavradığı bardakla ellerini ısıttı bir süre. Çayı yudumlarken, hikâyesini de anlatmaya başladı. Sanki bir şey söylesem ya da çıt çıkarsam susacak belki de hiç konuşmayacaktı. Çekip gitmesinden korktuğum için sessizce dinlemeye başladım.
“Biz Vanlıyız oğlum. Yirmi yıl önce memleketten ayrılıp, gurbete çıktık. Yazın Çukurova’da pamuk toplamaya, kışın da Adana’ya portakal, mandalina toplamaya giderdik ailecek. Van’dan çalışmaya giden çok olurdu. Biz de onlarla birlikte yollara düşer, yaşama tutunmak için canla başla çalışırdık. Kızlarım küçüktü o zamanlar. Tarlalarda büyüttüm ben çocuklarımı yalın ayakla. Babaları ilk evlendiğimiz yıllarda bir araba kazasında öldü. Çocuklarıma hem anne hem de baba oldum. Kızım bu zorluklara karşın, okuyup üniversiteyi kazandı. Hukuk fakültesi ikinci sınıfındaydı öldüğü zaman, öbür kızım da öğretmen olmuştu üç yıl önce. Biz Adana’da yaşarken, çocuklarım İstanbul’da yaşamaya başlamış, kızım öğretmen olduktan bir süre sonra beni de yanına aldırmıştı. Okmeydanı’nda bir gecekonduda oturuyorduk o zamanlar. Bütçemiz ancak bu eve yetiyordu. Yine de mutluyduk. Aç, açık kaldığımız günler geride kalmış, kızlarımla birlikte mutlu bir hayata başlamıştık. Taa ki beş yıl öncesine kadar. Barış Mitingi’nin Ankara’da yapılacağını duyan kızlarım da bu mitinge katılıp, barış sloganlarını hep bir ağızdan haykırmak istiyordu. Onlara güvenim sonsuzdu, bir dediğimi iki etmezlerdi. Yoksulluk içinde geçen hayatımızda bir de Kürt olduğumuz için dışlanmış, ötekileştirilmiştik. Her zaman haklının yanında durmayı görev edinmiş çocuklarımın, bu mitinge gitme kararını destekledim. Kızlarım sendikanın tuttuğu araçla buraya gelip, yürüyüşten sonra tekrar İstanbul’a döneceklerdi. Kapıdan sarılarak uğurladım ikisini de. Kızlarımın gözlerinde umudun, dayanışmanın, kararlılığın izleri vardı. Gülümseyerek gittiler. Akşam saatleri yaklaşırken, kızlarımın dönüşünü iple çekmeye başladım. Televizyonda haberleri sunan spikerin sesi odada yankılanmaya başladı. “Ankara Garı’nın önünde kortejler oluşturup Barış Mitingi’ne katılmak üzere toplanan kitleye yönelik intihar saldırısı düzenlendi. Yüzlerce ölü ve yaralı var.” Kulaklarıma inanamadım, kısa süre sonra kendimden geçmişim. Komşuların çabasıyla kendime geldim, sonra yine bayılmışım. Baygınlığım geçmeyince ambulans çağırmışlar. Hastanenin acil servisinde uyandım. Komşum Ayşe başımda durmuş bekliyordu. Bana söylemediler ama telefonla çocuklarıma ulaşmaya çalışmış ama ulaşamamış. Bütün bunları benden gizlediğini bakışlarından anlıyordum ama bir şey de diyemiyordum. Ağzımı açıp konuşmaya çalıştım ama sesimi yitirmiştim sanki. Yeniden kendimden geçmişim. Doktorlar hemen müdahale edip, beni uyandırmaya çalışmış. Odada açtım gözlerimi, koluma bir serum takılmış, hemen yanı başımda Ayşe, sessizce yüzüme bakıyordu. O zaman almışlar haberi, ölü sayısı doksanın üzerindeymiş, yüzlerce de yaralı varmış. Kol ve bacaklar havalarda uçuşmuş. Ölenlerin arasında kızlarımın da olduğunu öğrenince başımdan kaynar sular dökülmüş, yeniden bayılmıştım. Doktorlar yaşadığım şoktan beni günlerce çıkaramadı. Sağlık çalışanları ile doktorların çabasıyla on beş gün sonra hastaneden taburcu edildim. Çocuklarımı kaybetmiştim, artık yaşamıyordum. Günlerce uyuyamadım, dalgın bir şekilde sokaklarda dolaştım. Bir gün kapıyı çalıp, içeri girecekleri umuduyla yaşadım. Bekledim, bekledim ama gelen olmadı. Ayşe hep yanımdaydı. Çocuklarımın cenaze töreninden sonra İstanbul’da kalamayacağımı anlamıştım. Mamak’ta teyzemin kızı vardı, çok yakındık, telefonlaşırdık sürekli. İstanbul’dan taşınmak istediğimi anlattım ona, hemen kabul edip, “Bende kalabilirsin” dedi. Birkaç saatlik otobüs yolculuğunun ardından Ankara’ya gelip, teyzemin kızının evine yerleştim. Sonraki birkaç günde buraları biraz öğrenince çocuklarımın hayatını kaybettiği yere gelmeye başladım. Önceleri haftada bir geliyordum, sonra her gün gelmeye başladım. Defalarca gözaltına alındım, buradan uzak durmam konusunda uyarıldım, tehdit edildim. İstesem de ayrılamam ki buradan. O anda neler düşünüyorlardı, neler hayal ediyorlardı, hep bunları düşünüp, avutmaya çalıştım kendimi. Kendimde değilim ben, öfkem ve acım her geçen gün artıyor. Cenazelerimiz kaldırıldı ama acımızı yaşamamıza bile tahammül edemediler. Çocuklarım olmadan hayatın anlamı yok benim için. Katillerin bir an önce yargılanmasını istiyorum ama katliamdan önce ihmaller zinciriyle çevrili olduğumuzu biliyorum artık. Açtığımız davada katillerin üzerine gidilmedi. Saldırıda ihmali olanlar yargılanmadı. Her şeyi karanlıkta bırakıp, delilleri sakladılar. Acımıza saygı duymadılar, hedef gösterildik her yerde. Yine de sorumluların yargılanması için yaşadığım sürece mahkeme salonlarından ve sokaklardan ayrılmayacağım. Katiller ve onlara göz yumanlar yargılanıncaya kadar bu işin peşini bırakmayacağım.”
Kadın bir süre sonra sustu. Yeniden sessizliğe gömüldü. Ankara Garı’nın üzerinden havalanan üç güvercin, uzaklara kanat çırptılar. Birkaç dakika sonra gökyüzünde süzülerek gagalarında taşıdıkları zeytin dallarını, karanfillerin üzerine bırakıp, uzaklaştılar.
HAKAN KİZİR