Papirus Dergisi Nisan Mayıs 2016 sayısında yayınlanmıştır

BİR SUSMA USTASIYDI BABAM

Yasemin Öztürk

Şair Şükrü Erbaş, şiirleri ve denemeleriyle edebiyatseverlerin yakından tanıdığı bir isim. Erbaş; ‘Yolculuk’ adlı şiir kitabıyla, 1987 Ceyhun Atıf Kansu şiir ödülüne, ‘Dicle Üstü Ay Bulanık’ adlı şiir kitabıyla 1996 Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülüne, ‘Üç Nokta Beş Harf’ adlı şiir kitabıyla 2002 Ahmet Arif şiir ödülüne, ‘Gölge Masalı’ adlı şiir kitabıyla 2005 Ömer Asım Aksoy şiir ödülüne, “Bağbozumu Şarkıları” kitabıyla 2012 Akdeniz Altın Portakal şiir ödülüne ve “Pervane” isimli kitabıyla 2016 Birinci Dağlarca Şiir Ödülü’ne değer görüldü. Şükrü Erbaş’la şiirindeki ‘baba’ imgesini konuştuk.

Papirüs: Kan pıhtısı kasabalar, erken inen akşamlarda ıssız avlular, bozkırın uzun soluğunda içeriye kapalı kara kalem evler, kalbin incinme atlasında tenha, ezik çocuklar… İnsan zamanın içinden mi geçer, kendi suretinin mi? Kötü çocukluk, iyi bir yalnızlık yetiştirir mi? Sözün özü, Şükrü Erbaş nasıl bir çocukluk yaşadı, şiirine ne geçti çocukluğundan?

Şükrü Erbaş: Necatigil ustayla başlayalım: Şimdi hangi kitaplardan / Öğreneceksiniz onu, / Gelmiyorsa bazı şeyler /Çocukluktan geçerek. Bir de Cansever’den iki dize: Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor. Bu iki güzel sözün yol göstericiliğinde… daha önce de sordular, kısacık söyledim. (Uzunu, bütün bir yaşamınızı ortalığa saçıp savurmak demektir.) Sanatsal ya da bilimsel, her türlü yaratıcılıkta, sonsuz bir hazine gibi durur diplerde derinlerde çocukluğumuz. Biz hangi yaşları sürersek sürelim, geçmişimizi yaşadığımız günlerin değer yargılarıyla, olgularıyla, olaylarıyla bir daha gönül ve akıl süzgeçlerinden geçiririz. Bugünkü varoluşumuzu sevmek için, anlamak için, geçmişin ya da bugünün boşluklarını doldurmak için sezgisel bir bilgiyle yaparız bunu. Kimimiz bunun farkındadır, kimimiz sadece yaşadığı günleri yaşamak sanır. (Makarenko geldi aklıma: Bütün yaşamım güzel geçti, çünkü beni bugüne getirdi, der.)

Bugün Anadolu’da, başka coğrafyaların bozkırında çocuklar nasıl büyüyorsa, onlardan zaman itibariyle daha zor, daha ağır bir çocukluktu, büyümeydi yaşadığım. Bütün heveslerinizi içinize gömen, neredeyse ağaçların kuşların suların otların bile size karşı olduğu, ev içi korkular ve tarla bağ bahçe işleriyle örselenmiş, babanın göklerden geldiği, anne ve kardeşlerin çırpındıkça sessizliğe dönüştüğü, bu nedenle de bir o kadar hayaller masallar türküler ve halk hikâyeleriyle menevişlenmiş bir çocukluktu yaşadığım.

Papirüs: “Benim mutsuz çocukluğum, bulanık / Bir asık yüz gölgesinde titreyerek / Baba korkusuyla geçti” diyorsunuz bir şiirinizde. “Babamdan yapılmış bir korkuydu dünya” dizeleri de başka bir şiirinizden. Şiirlerinizdeki baba imgesi aslında bu toprakların, bizlerin babaları; sert, hoyrat, suskun, kendisini göstermeyen, sevgisini göstermeyen babalar… Babanızla ilişkiniz nasıl biçimlendirdi sizi?

Şükrü Erbaş: Keşke benim babam sadece benim babam olsaydı. Sadece bana acı verseydi. Sadece beni dövseydi. Sadece benim küçücük kalbimi şiddetle, korkuyla terbiye etmiş olsaydı. Ne yazık ki bizim kültürümüzün babasıdır, babam diye yazdığım baba… Bütün bir toplum ruhen ve bedenen sakat büyüyor. Bu korkudan, bu dayaktan, bu adaletsiz ve sevgisiz tutumdan nasıl bir özgür akıl doğar düşünsenize. Tanrıya eklenmiş bir devlet, devlete eklenmiş bir baba, babaya eklenmiş bütün bir ülke… Geldiğimiz siyasi, kültürel, toplumsal alçalmaya bakar mısınız? Babasından dedeme, dedemden babama geçen bu cehennemden şiirle ve devrim düşüncesiyle ancak kurtulabildim. Bu kısır döngünün bir yerde kırılması gerekiyordu. Bende kırıldı diyebilirim. Bunu yapamayan herkes, devraldığı bin yıllık şiddete kendi zavallılığını da ekleyerek çocuklarına aktarıyor.

Papirüs: “Saklı Su” isimli şiirinizde; “Bir susma ustasıydı babam / Ölümünden on yıl sonra acıyla sevdim” dizeleri. “Ölümün Yaşı” isimli şiirinizde ise; “Yaşlı bir adamı gömmüştük / Uzundu, zordu, bulanık ve tenha / Öldükten sonra da babamdı.” dizeleri karşılıyor bizi. İnsan ne zaman hesaplaşır babasıyla, ne zaman gerçekten sever, affeder geçmişi?

Şükrü Erbaş: Kim, ne zaman başarır bu sevgisizliği bir yaşama gücüne dönüştürmeyi, giderek babasını sevmeyi, bağışlamayı, tek tek bilmek mümkün değil. Ben şunu söyleyebilirim: şiir yazmaya başladıktan nice yıllar sonra oldu bu dönüştürme. Babam yaşarken ondan yola çıkarak şiirler yazdım elbette ama esas iyileşme, babamın ölümünden sonra oldu. Öyle ağır bir korku ile kırılmıştım ki, öğrencilikte sınıf arkadaşlarımla, evlilikte çocuklarımla eşimle, devrimci mücadele içinde yoldaşlarımla kurduğum bütün ilişkilere akıl almaz bir eziklik olarak yansıyordu bu incinme. En iyi bildiğin konuda bile konuşamamanın, duygunu düşünceni ifade edememenin ağzında taşa dönen yanlış yapma endişesi her durumda yenik düşürüyordu. Bunun nedenlerini elbette anlıyordum ama nasıl kurtulacaktım. Sanırım yaptım sonunda: babamın yaşarken bana vermediği sevgiyi, övgüyü, cesareti, şefkati, yaza yaza yıllar sonra ölmüş babamdan aldım. Yetmedi, bana çektirdiklerinin kendi hayatına ettiği zulüm yanında çocuk oyuncağı kaldığını gördüm. Yaşadığı bu sevgisiz zamanı, daha doğrusu sevgisini kalbinde boğan bu simsiyah adamı acıyla sevdim. Ancak bundan sonra özgür olduğumu duyumsadım. Korkmadan sevdim insanları.

Papirüs: Acıyla yıkanmış toprakların şairi olmak zor. “Yutkunma” isimli şiirinizdeki; “Baba yirmi yıldır aynalara bakmıyor / Baba yirmi yıldır bir meydan ateşi / Baba yirmi yıldır bütün harfleri tüketti” dizeleri babaların evladının kaybıyla yanışını öyle güzel anlatıyor ki. “Baş Dönmesi” adlı şiirinizdeki “Ve biz çocuklarımızın kirpiklerine astık babalarını” aynı gerçeği döküyor dizelere. Babalarımızın o soğuk, uzak duruşları, uzun susuşları acıyla parçalanıyor. Neyi saklıyor babalarımız, neyi sürdürüyor sizce?

Şükrü Erbaş: Babalarımız sadece sevmekten korkuyor. Daha doğrusu sevmeyi bilmiyor. İçinde büyüdüğü kültürel ana rahmi ona, saygı duyulan olmanın, giderek iktidar olmanın tek yolunun, korkulan birisi olmaktan geçtiğini öğretmiş. Birisine sevgi gösterdiği zaman bütün saygınlığının, gücünün kaybolup gideceğini sanıyor. Herkes işi gücü bırakacak, bu zayıf çatlaktan içine girecek ve bütün varlığını yerle bir edecek. Sadece akranlarının değil çocuklarının gözünde de saygınlığı kalmayacakmış korkusuyla, için için çürümeyi, sevgiyle kendini ve çevresini yeniden var etmeye yeğliyor. Buradan bir gelecek doğmaz. Buradan iyilik doğmaz. Buradan eşitlik doğmaz. Buradan saygı doğmaz. Buradan güzellik hiç doğmaz. İnanmayan ülkeye şöyle bir baksın!

Papirüs: İki çocuğunuz var “Kızım mavi / Oğlum yağmur” diye seslendiğiniz; şair Şükrü Erbaş baba Şükrü Erbaş’ı nasıl anlatır?

Şükrü Erbaş: Hah, en sıkıntılı soruya geldik… vallahi herkes aklını pazara tutmuş da akşama doğru geri kendi aklını alıp dönmüş evine. Fena bir baba sayılmam sanıyorum. Azıcık sinirli, aceleci, vatanı kurtarmaktan eve ara sıra uğrayan, uğradığında da şiir ya da yazı yazacağım diye cehennem azabı gibi evin içinde dolanıp duran bir iyi baba işte!!! Babamın bana yaşattıklarını çocukluğuma gömdüm elbette. O anlamda bir kötülük olamazdı, olmadı. Çocuklar büyürken tek bir kural koymuştuk eşimle: bu evde yalan söylenmeyecek. Onun dışında istediğiniz her şeyde sonuna kadar özgürsünüz. “Şair” benden çocuklara ve eşime yansıyan ağırlıklı sıkıntı, yazmaktan ve yazmanın dışında hayata politik olarak müdahale etmekten kaynaklanan koşuşturmalar oldu daha çok. Ekonomik cehennemi saymıyorum. Özgürlüğünü, geleceğini, sevincini, acısını, insan onurunun harfleriyle başka hayatların hizasına yazmış birisi olarak yapabileceğim başka bir şey yoktu. Umarım bağışlanacak bir kusurdur bu da…

Papirüs: “Son insan da gezegenimizden yok olursa şiir o zaman biter” diyorsunuz bir röportajınızda. Peki, umutlu musunuz genç şairlerden? Ülkemizde şiirin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şükrü Erbaş: Ben, hiçbir dönemde şiirden ve şairden umudumu kesmedim. Bu, kendimin inkârı olurdu. Şiirin ibresi dönemin çalkantılarına bağlı olarak zaman zaman düşse de, yolu yok, en hızlı şekilde yukarı dönecektir, dönmüştür. Sonuçta şair de insanlar içinde bir insandır ve simsiyah kesilip gittiği zamanlar olacaktır. Hiç bitmeyen bir “umut”, plastik bir itiraz, bir saniye bile kararmayan bir yürek… sanırım esas saçma olan böyle bir tutumdur. “Gençler” sözünden hiç hoşlanmam, şöyle demek daha doğru olacak: benden nice zaman sonra şiir yazmaya başlayan yoldaşlarım, harfdaşlarım, benim ilk şiirlerimle karşılaştırınca, olağanüstü başarılı şiirler yazıyorlar. Bizim onları bir genel kabulle görüp sevmemiz birazcık zaman alıyor, hepsi bu…