Papirus Dergisi Nisan Mayıs 2016 sayısında yayınlanmıştır

Derya Yılmaz Uçar

Gülümsemenin İçindeki Sevgi

Canım Yazar,

Benim nerede olduğumu sorduğun vakit, ben üç yaşında bir çocuk olarak, annemle babamın dizinin dibinde vakit geçiriyordum.

O zamanlar daha Olric yoktu. Annem ev işlerini yaparken, babam beni elimden tutup evimizin karşı sokağındaki parka, oyun oynamaya götürüyordu. O zamanlar daha babamla aramızdaki kuşak çatışması, fikir çatışması ve diğer çatışmalar başlamamıştı.

Annem de babam da babasız büyümüşler. O nedenle ben, kuşak çatışması denen şeyin, kendi kuşağımla birlikte icat edildiğini sanırdım. Sen de kendi babana yazdığın mektupta, “Sizin zamanında daha böyle şeyler icat edilmemişti.” demişsin. Anlaşılıyor ki, benden önceki kuşaklar da, kendinden öncekilerle çelişmişler.

Ne de olsa sen, aşağı yukarı babamın yaşındasın.

Belki de, zamanın akışında, kimimiz erken, kimimiz de geç bulunuyoruz, hayat sahnesinde.

Örneğin senin yazdıkların, babamın kuşağından birinin kaleminden çıkmış gibi değil. Sanki sen ’80 öncesini değil de, neo-liberal yalnızlıklar zamanını dile getiriyorsun.

Babamın zamanında değil de şimdi yaşasaydın, ya da en azından azıcık daha uzun bir ömrün olsaydı, değerin mutlaka bilinirdi. Edebiyat âleminde yapayalnız kalmazdın; etrafın, sevgili okurlarınla çevrili olurdu. İmza günlerin düzenlenirdi, kuyruğa girip saygılı bir ifadeyle sıramızın gelmesini bekler, elimizdeki yeni alınmış gıcır gıcır kitaplarını imzalatırdık. Söyleşilerine katılırdık. Bu kadar çok şeyi nasıl öğrendiğini sorardık. Nasıl bu kadar çok alanda başarılı olunabileceğini anlamaya çalışırdık. Seni ne çok sevdiğimizi, apaçık, yüzüne söyleyiverirdik.

Bugün, kitaplarını okuyan pek çok kişi, onlara hayran kalıyor. Tarihsel bilgilerin gündelik olaylarla harmanlanışındaki zarafet, kendimize benzettiğimiz insanların iç dünyalarını anlatışındaki ince mizah, kayıtsız kalabileceğimiz gibi değil. Sonra bir pop ikonuymuşsun gibi, özel hayatını inceliyoruz; nasıl bir ailen olduğunu, eğitimini, yaptığın işleri, hobilerini, kimlerle birlikte olduğunu falan filan. Görüyoruz ki, bir dâhisin.

Ve yine görüyoruz ki, dâhi çocuklar da, aynı sıradan çocuklar gibi, dönüp dolaşıp kendilerini babalarıyla karşılaştırırlar. Tabii, haklısın, o senin bir tanecik baban. Üstelik kendisi böyle saygıdeğer ve seçkin bir zat olmasaydı dahi, kendini onunla karşılaştıracaktın. Bu kaçınılmaz.

Oysaki bizim gözümüzde, Cemil Bey TBMM sıralarından geçmiş yüzlerce milletvekilinin birinden öte bir şahsiyet değilken; sen, kitaplarını okumalara doyamadığımız, her okuyuşta kutsal kitaplardaki gibi, yeni gizemler keşfettiğimiz, yeteneklerinin çeşitliliğine şaştığımız, edebiyat ve felsefe dehâsına hayran kaldığımız, biricik ‘Oğuz Atayımız’sın. Bir de kişisel tahminimi paylaşacak olursam; yıllar geçtikçe, Cemil Bey diğer fâniler gibi daha çok unutulacakken, sen gittikçe daha çok okunacak ve daha çok anlaşılacaksın.

Bu iki insan karşılaştırılabilir mi hiç?

Yalnız sen değil, senin baban yaşındaki Franzcığım Kafka da yazmış babasına, seninki gibi bir mektup. Senden bile az yaşamış olan bu kıymetli yazarımızı tanımayan var mıdır? Ya babasını? Pek çok benzeri gibi, iyi bir Yahudi tüccar olmaktan başka bir özelliği olmayan Hermann Bey’i? Üstelik bu Cemil ve Hermann Beyler, oğullarının iki katı uzunluğunda birer ömür sürebilmişler.

Ama anlaşılan o ki, büyük dehâların da biz sıradan fâniler gibi, küçükken elini tutup parka gidecekleri, büyüyüp de büyük işler yapınca aferinini alacakları bir babaya ihtiyaçları var!

İnsanın gülesi geliyor.

Sen de gülüyorsun aslında çoğu kez… Hatta mektubunda yazmışsın ki, annenle birlikte “Senin aynadan gördüğünü, ben dıvardan görürüm.”cümlesinde, babanın duvar yerine ‘dıvar’ deyişiyle alay edermişsiniz. Üstelik bu cümleyi sen de kendinden küçüklere karşı kullanmışsın ilerleyen zamanda. Ama bu cümleyi kurarken, babanı küçük düşürmek istemediğini ve eski kuşakları alaya almadığını açıklamak zorunda hissetmişsin kendini. “Herhalde, ben tam belirtemiyorum ne demek istediğimi. Gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum.” demişsin bir de… Ben çok iyi anlıyorum gülümsemenin içindeki sevgiyi. Gülümsemenin içindeki sevgi bence kuşaklar üstü bir kavram.

Bence babanla senin arandaki fark, sen her ne kadar bazı bakımlardan ona benzediğini itiraf etsen de, Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet’in söylediği noktada: “Onlar yaşıyorlardı, kendilerini yaşıyorlardı.”. Seninse içine kurt düşmüştü bir kere.

İçinde kurt olan kişi, hangi zamanda yaşarsa yaşasın, kendini, düpedüz ve sadece kendini yaşayamaz artık. Öyle Cemil Bey gibi “egonun farkına varmadan egoist” olamaz. Hani kendisi mutfağa girip, “Burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez” deyip, “Kaynadığını görüyorsun, altını kıs Cemil Bey” diyen karısını duymazdan gelir, bir şey yapmadan mutfaktan çıkarmış ya; bunu hiç yapamaz. Çünkü durmadan Olric’le konuşur. Sürekli sorgular. Yapıp bitirdiklerini, yapmakta olduklarını, ileride yapmayı düşündüklerini… Oysa Olric’le tanışmamış olan inanmış milletvekilleri, oldukları gibi olmaktan gurur duyarlar. Gurur duymaları için gerekli altyapı, gerçekten vardır da; boşa bir gurur değildir bu… İçinde yaşadıkları topluma faydalı olmuşlardır, bulundukları mevkide çıkar sağlamayı düşünmeyip, görev bilinci içinde hareket etmişlerdir. Vicdanları rahattır. Yalınkat bir huzur içinde yaşayıp giderler.

Belli etmeseler de, yetiştirdikleri evlatlarla gurur da duymuşlardır belki.

Belki bu tip babalara duyulan tepki, karşımıza sanatın pek çok alanına ilgi gösteren bir Oğuz Atay’ın çıkmasını sağlamıştır. Kim bilir? Güzel Sanatlar Akademisi’ne gitmek istiyorsun, hatta bunu yetkili ağızlar öneriyor, babana göre bu olacak iş değil, mühendislik okuyorsun; ama edebiyat, sinema, felsefe tarihi çevrelerinden hiç kopmuyorsun. Cemil Bey’in “Kapat şunu.” diye tepki gösterdiği, Klasik Türk Müziği ve Batı Müziği’ni sevmeyi kendine görev sayıyorsun. Ya da sinemaya gitmeyip, roman okumayan, üstelik de bunların uydurma şeyler olduğunu düşünen babanın biricik oğlu olarak, yüzlerce sayfa edebiyat eseri verip, tiyatro oyunları sahnelemeye çalışıyorsun.

Görünüşteki bunca zıtlığa rağmen, gün geliyor, kendini babana benzetiyorsun. Benzetmekle kalmayıp “Seni sen olarak yaşamak istiyorum.” diyorsun.

Küçükken, sık sık babamın bana haksızlık ettiğini düşünürdüm. Bunun çocukça bir bencillik mi, yoksa rasyonel olarak açıklanabilecek bir adaletsizlik mi olduğundan emin değilim. Aradan yıllar geçti. Hayatta uğranan haksızlıklar biriktikçe, o duygular silikleşti. Sonra babana mektubunda okudum, sen de söz etmişsin böyle bir haksızlık durumundan. Başkası adına karar vermek, kendi adına karar vermekten daha kolay olduğundan, rahatlıkla söyleyebilirim ki; Cemil Bey sana gerçekten de haksızlık etmiş. “Bu çocuk kitap yüzü açmıyor.” bile demiş. Buna da Muazzez Hanım’la birlikte gülebiliyor muydunuz, bilmiyorum ama, ben güldüm. Haksızlığın içinden gülümsemeyi ve gülümsemenin içindeki sevgiyi bulduğumu sanıyorum.

Sonra da satırlarına “Bugün, belki de sen artık öldüğün için, bana bir zamanlar haksızlık ettiğini düşünemiyorsam da…” diye devam etmişsin.

Yaşımız ilerledikçe mi barışıyoruz babamızla? Yoksa babamızın yaşı artık bir daha değişmemecesine sabitlendiği zaman mı kolaylaşıyor onu -ve kendimizi- anlamak.

Franz Kafka vereme bu kadar erken teslim olmasaydı, birkaç yıl daha törpüleseydi ömrünü, babasına yazdığı mektubun sertlik derecesi biraz azalır mıydı acaba?

Kahramanımız Selim, senden de genç bir yaşta hayata veda etmeseydi, “Baba, beni yerin dibine geçiriyorsun.” demekten vazgeçer miydi? Hayatındaki deneyimler arttıkça, babasına olan kızgınlığı azalır mıydı?

Sen, babanla barışıyorsun. “İşte bütün ‘terakkinizi’ gördüm ve ‘aslıma rücu ediyorum’ (yani Cemil Bey’e dönüyorum)” da diyorsun, başkalarının bunu anlamayacağını bile bile.

Ve sonra, korktuğun oluyor, sen de onun gibi ölüyorsun.

Ben, aynı senin yaptığın gibi, hürmetle Cemil Bey’in ellerinden öpüyorum, çünkü o olmasaydı sen olmazdın.

Seni de sevgiyle kucaklıyorum, çünkü sen zamanlar üstü ve hep kalbimizde olansın.