Papirus Dergisi Nisan Mayıs 2016 sayısında yayınlanmıştır
Berrin Vargel
Edebiyatta baba imgesi dendiği zaman akla gelen yazarların başında Kafka gelir. 1883 yıllında doğup 1924 yılında hayatını kaybeden; kırk bir yıllık hayatı boyunca yazdıklarının neredeyse yüzde doksanını yakan bu büyük yazarı, ölmeden önce yayınlanmış birkaç eseri dışında tüm yazdıklarının yakılmasını vasiyet ettiği arkadaşı Max Brod ona ihanet etmeseydi, muhtemelen pek tanımayacak, belki de adını bile duymayacaktık.
Yazdıklarından, onun kişiliği, hayatı ve edebiyatında belirleyici etkisi olduğunu bildiğimiz baba Hermann Kafka’yı, en çok Kafka’nın 1919 yılında yazdığı Babaya Mektup’dan tanırız. En etkileyici otobiyografik metinlerden biri olan Babaya Mektup, Kafka’yla babası arasında üçüncü evlilik girişimiyle ilgili yaşadığı bir çatışma sonucu yazılır. Bu bir mektuptur, fakat içeriğinden, karşı taraftan bir cevap beklentisi içerisinde olunduğu izlenimi vermez. Hatta mektubun sonlarında kendisi susar, babasını konuşturur, yani vereceği cevabı biliyor gibidir. Ayrıca mektup çok uzundur, edebi bir kaygıyla yazıldığı da ortadadır. Zaten alıcısına da ulaşmamıştır.
Bohemya’nın bir köyünde doğup, çocukluğu yoksulluk içinde geçen, ilkokulu bitirdikten sonra çalışmak zorunda kalan ve bundan sonra da hayatı hep çalışmakla geçecek olan baba Hermann Kafka, Prag’a yerleşir ve eşi Julie Löwy ile birlikte çalışarak perakendecilikle başladıkları giysi işini geliştirip toptancılığa dönüştürür. Hermann Kafka çok çalışarak kendini yoktan var edip toplumda saygın bir konuma gelmiştir. Franz Kafka ise varlıklı bir ailenin çocuğu olarak iyi koşullarda yetişir ve hukuk eğitimi alıp doktora yapar. Baba Kafka’nın, kendi işi sayesinde böyle rahat yaşadıklarını her fırsatta hatırlattığı çocuklarıyla aralarında, yetişme koşulları açısından çok fark vardır.
İçinde yaşadıkları çağ, büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Baba kırsal Yahudiliğin temsilcisi, muhafazakâr bir toplumun parçasıdır. Şehre göçlerle Yahudiler de değişime uğrayıp asimile olmaya başlamıştır. Kafkalar’ın yaşadığı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, ekonomik ve sosyal değişimlere paralel olarak düşünce ve anlayışlar da hızla değişip dönüşmektedir. Baba-oğul arasında, normal sayılabilecek bir kuşak çatışmasının çok ötesinde bir kopuş yaşanır. Bunun yanında eğitim ve kişilik farkları, babanın baskıcı yapısı gibi etkenler de aradaki gerilimin bu kadar sert yaşanmasına neden olur.
Babaya Mektup’ta, babasıyla farklılıkları, Kafka’nın çocuk gözüyle aralarında yaşanan sorunları algılayışı, onun çocuk zihninde bıraktığı izler, başlangıçta daha yumuşak bir tonlamayla anlatılırken, ilerleyen bölümlerde gittikçe dozu artan suçlamalar ve çatışmalarla gerilim tırmanır.
Amacı onun dünyanın en kötü babası olduğunu anlatmak değildir. Zaten mektupta, onun etkisinde büyümemiş olsa bile, şu anki durumundan çok farklı olmakla beraber; büyük olasılıkla yine zayıf, ürkek, kararsız, huzursuz bir insan olacağını söyler. Aslında kendi babasından yola çıkarak baba otoritesini sorgular. Zararsız gibi görünen pek çok davranışın (alay etmek, küçük düşürmek, suçlamak gibi), kişiliğini derinden yaraladığını, kendine güvenini kaybettirdiğini, hayata küsmesine sebep olduğunu anlatır. Ondan bir tokat bile yememiştir, fakat kızgınlıkla pantolon askılarını çözüp hazır bekletmesi karşısında kendi durumunu, idam cezasının infaz edilmesini bekleyen mahkûma benzetir. Böyle ilmik boynundayken bağışlandığını öğrenerek daha çok acı çektiğini; bu acıların onda kalıcı izler bıraktığını; sonrasında affedildiği için de ayrıca suçluluk bilincinin geliştiğini söyler. Bu suçluluk duygusu artık bir daha peşini bırakmayacaktır.
Kafka’da babasının temsil ettiği her şeye karşı tepkisel bir duruş söz konusudur, bunu şöyle anlatır: “Bazen dünya haritasının önüme serilmiş olduğunu ve senin boylu boyunca bu haritanın üzerine uzandığını hayal ediyorum. Ve o zaman benim hayatım açısından, yalnızca senin kaplamadığın ya da ulaşabileceğin mesafenin dışındaki bölgeler değerlendirilebilir görünüyor. Ve bunlar da senin heybetine ilişkin düşünceme uygun olarak, pek fazla sayıda ve pek huzurlu bölgeler değil; özellikle de evlilik bu bölgeler arasında bulunmuyor.”1 Üç kez nişanlandığı halde evlenmemesinde, kendine duyduğu güvensizlik, korkuları, kaygıları, yazma hayatını olumsuz etkileyebilecek olması gibi nedenler etkilidir. Bununla birlikte, sadece babasıyla aynı kategoride olma düşüncesi bile, evlenmemesi için yeterlidir. Gerçekten Kafka, babasının değillemesi gibidir: Hermann Kafka güçlü, kuvvetli, iri, sağlıklı, iştahlı bir adam, oğul Kafka ise zayıf, hastalıklı, vejeteryan; baba Kafka iyi konuşan, özgüvenli, tuttuğunu koparan birisi, oğlu ise tutuk, güvensiz, kararsız, hastalık hastası. Kafka’nın dinle fazla alakası olmadığı gibi, babasının iş adamı olma merakı ve becerisi de onda yok; en sevdiği iş, babasının hiç de ilgilenmediği, anlamadığı bir şey, edebiyat ve yazmak.
Yazmak onun için her şeydir; babasının kapsama alanı dışında kalan, kendisini özgür ve güvende hissettiği, soluk alabildiği en önemli etkinliği, belki de varoluş sebebidir. Ailecek yedikleri akşam yemeklerinden sonra yazı masasının başına oturup saatlerce yazar. İşte Yargı(Hüküm) adlıöyküsü de 1912 Eylül’ünün 22’sini 23’e bağlayan gece saat 10’dan sabah saat 6’ya kadar sekiz saatlik bir çalışmanın sonunda ortaya çıkar. Yarattığı eserinden ilk kez bu kadar hoşnuttur, coşku içindedir. Ertesi gün kız kardeşlerine, arkadaşlarına da okur öyküsünü. Oysaki Kafka yazdıklarını çoğu zaman beğenmez, oturma odasındaki sobada yıllarca emek verdiği binlerce sayfayı tereddütsüz yakmıştır. Bu eser, onun kendine özgü üslubunun tüm unsurlarını içerir. Artık kendi tarzını, dilini bulmuştur. Yargı, aynı zamanda –Babaya Mektup‘ta “Yazdıklarım seninle ilgiliydi,”2 diye itiraf ettiği gibi- babasını yazdığı esere bu kadar çok kattığı ilk öyküsüdür. Baba; yazma nedeni, üsluba verdiği yön, tema ve kahraman olarak öykünün tam içindedir.
Yargı öyküsünün kahramanı genç iş adamı Georg Bendemann, annesinin ölümünden sonra yaşlı babasıyla mağazayı yönetmek zorunda kalmıştır. Yıllar önce Petersburg’a yerleşen çocukluk arkadaşıyla mektuplaşmasının hayatında önemli bir yeri vardır. (Muhtemelen bu genç yaşta yurt dışına gidip bağımsız yaşayarak onun hayallerini gerçekleştiren hayali bir arkadaştır ve Georg’un kişiliğinin farklı bir yönünü temsil eder.) İşleri iyi gitmektedir, varlıklı bir ailenin kızıyla da nişanlanmıştır. Arkadaşını düğüne davet ettiği mektubu göstermek için zamanının çoğunu karanlık odasında geçiren, artık iyice yaşlanmış babasının yanına gider. Babası, önce böyle birisinin olmadığını söyler. Oğlu onun bitkin halini görünce yatağına yatırır, üstünü örter. Birden örtüsünü atıp ayağa fırlayan adam, henüz ayakta olduğunu söyleyip oğluna içindeki bütün zehri kusar ve onu suda boğularak ölmeye mahkûm eder. Babasının konuşmasını bir köşeye sinmiş, dehşet içinde dinleyen Georg hiç itiraz etmeden koşar ve “Sevgili anneciğim, babacığım! Doğrusu her vakit sevdim sizleri!”3 diyerek kendini nehre bırakır. Çok farklı okumaların yapılabileceği bu karmaşık öyküde birinin iktidarının yükselişi diğerinin düşüşünü gösterir. Bir arada var olamayan baba-oğlun ilişkisinde öykü, oğlun teslimiyeti ile bitmiş görünür.
Kafka’nın elbette ki kurgu olmakla birlikte içinde öz yaşamsal izlerini gördüğümüz bir diğer öyküsü de 1912 yılında yazıp 1915 yılında yayınladığı Dönüşüm‘dür. Nitekim bu uzun öyküyü henüz yazmadan önce kız arkadaşı Felice’ye şunları yazar: “Yaşamım, temelinde çoğu zaman başarısız kalan yazma denemelerinden oluşuyor ve oluşmaktaydı. Ama yazmadığımda da hemen yere seriliyordum, süpürülmeyi hak ediyordum.”4
Dönüşüm‘de, Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Anne, baba ve kız kardeşinden oluşan ailesine bakabilmek için kumaş pazarlamacısı olarak gecesini gündüzüne katarak çalıştığı hayat ona ait değildir aslında, kendine yabancılaşmış, kendi dışında bir varlığa, bir böceğe dönüşmüştür. Ailesinin gözünde tiksinilen bir varlıktır, görmeye bile tahammül edemezler. Kafka’nın öyküde babaya kötü bir rol vermesi çok şaşırtıcı değildir. Başından beri ona karşı acımasız davranan, onu tekmeleyip ya da elma fırlatıp iki kez yaralanmasına sebep olan hep babasıdır. Bir kalkan gibi kalın kabuğu bile onu koruyamamıştır. Önce odası boşaltılarak onun geçmiş yaşamına dair izler yok edilmeye başlanır, sonra da kullanılmayan eşyalarla doldurulup yaşam alanı daraltılır, adeta yok edilir. Önceleri ona iyi davranan kız kardeşi bile herkesten önce onun çekip gitmesini istemiştir. Artık yaşama amacı kalmayan, hasta, yaralı böcek Samsa sonunda ölür ve hizmetçi tarafından süpürülür. Bu öyküde Kafka, Gregor Samsa’yı bir hayvana, üstelik de en tiksindirici, ürkütücü ve değersiz olan bir hayvana, böceğe dönüştürerek aile kurumunun insanı nasıl yabancılaştırdığını büyük bir ustalıkla anlattığı gibi, hayvanlar karşısında hep yücelttiğimiz insanlığımızı da sorgular. Buradaki kız kardeş karakteri de Kafka’nın en çok anlaştığı küçük kardeşi Ottla ile örtüşür, çünkü kısa bir süre önce anlaşmazlık yaşadığı kız kardeşi tarafından terk edilmiştir.
Babaya Mektup‘ta Kafka çocukluğunda geçen bir olayı anlatır. Bir gece vakti ‘su’ diye mızırdandığında, babası tarafından birkaç kez sertçe tehdit edildikten sonra bir süreliğine kapının önüne konur. Bu olay, içinde bir tahribata yol açar. “Anlamsızca su isteyip durmanın doğallığıyla, dışarıya taşınmanın olağandışı korkutuculuğunu kendi doğam gereği hiçbir zaman doğru ilişki içine sokmayı başaramadım,”5 der. Romanlarında da kişilerin doğal sayılması gereken bazı davranışları suç kategorisine girer, ya neden suçlandıklarını anlamazlar ya da aldıkları cezalar hatalarına göre çok orantısızdır.
Kafka’nın Amerika’ya hiç gitmeden yazdığı Amerika (Kayıp) adlı romanında, on altı yaşındaki Karl Rossmann gemiyle Newyork limanına girdiğinde, bu özgürlükler ülkesinin özgürlük heykeliyle karşılaşır önce, etrafında özgürlük rüzgârları esiyordur; oysaki kendisini pek de özgür hissedemeyeceği bir kader beklemektedir. Annesi ve babası tarafından içinde yaşadığı dünyadan başka bir dünyaya apar topar gönderilmiş, adeta atılmıştır, suçu da bir hizmetçi tarafından baştan çıkarılıp kızı hamile bırakmasıdır. Neyse ki senatör olan dayısı, yeğeninin geleceğini hizmetçi kız aracılığıyla öğrenmiştir, böylece onu karşılar. Bir süre rahatlık, bolluk, lüks ve konfor içerisinde sürdüreceği hayat, bu sefer de dayısı tarafından, neden suç olduğunu anlayamadığı bir davranışından ötürü sona erdirilir. Bu koskoca ülkede yapayalnız, kaderiyle baş başa kalır. Bir otele asansörcü olarak girer, çok disiplinlidir, işini çok da iyi yapar. Gecesini gündüzüne katarak durmaksızın çalıştığı halde, ne talihsizliktir ki asansörü birkaç dakikalığına bırakıp gitmesi misliyle cezalandırılır, hem onu işinden eder hem de başına türlü belalar açar. Metropollerin, devasa iş yerlerinin, modern yaşamın dev karmaşasında değersizleşip, yalnızlaşan, yabancılaşan Rossmann bir taraftan bir tarafa savrulur.
Kitabın ilk bölümünde, gemideki bir ateşçiyi kaptana karşı savunurken içinde bulunduğu ruhsal durum çok çarpıcıdır: “Karl o anda kendisini öylesine güçlü ve aklı başında hissediyordu ki, belki evdeyken böyle bir his hiç daha uyanmamıştı içinde. Onun yabancı bir ülkede hatırı sayılır kişilerin önünde nasıl iyi uğrunda savaştığını, işi henüz zafere kadar götürememiş olsa da son darbeyi vurmaya nasıl bayağı hazırlandığını, keşke şimdi anne ve babası görseydi! Kendisine ilişkin düşüncelerini değiştirirler miydi acaba? Aralarına oturtur, övücü sözler söylerler miydi ona? Bir defacık, bir defacık olsun, onun kendilerine öylesine sadakatle bağlı gözlerinin içine bakarlar mıydı?”6 O, hâlâ daha onu cezalandıran ailesine karşı kendini beğendirme gayreti içindedir.
Kafka’nın, en tanınan romanlarından Dava‘da başkahraman Josef K. kitabın en başında tutuklanır. Suçunu bilmez, öğrenmek için bütün çabaları boşunadır. Yasaları bilmemek de suçtur. Garip bir şekilde çevresindeki herkes davasıyla ilgili bilgi sahibidir. Tutukludur, ama dışarıda normal yaşamı devam eder. Ancak diken üstündedir, hep huzursuzdur, hayatı tümüyle davasının gölgesi altındadır; çatı katındaki garip mahkemeler, avukatlar, dava takibi yapan tuhaf kişiler, kadınlar, başka suçlularla oluşan garip atmosfer, zaten başından beri absürt olan havayı daha da dumanlı hale getirerek saçmalığın dozunu iyice artırır. Suçunu öğrenemeyiz, bir türlü yargılanamaz, ama cezası bellidir: Ölüm. Mahkemeler, tutukluluk, hepsinin metafor olduğu sembolik, olağanüstü güzellikte bir anlatım vardır. Kafka, babası tarafından maruz bırakıldığı ‘bir türlü aklının ermediği sürekli suçlanma halinin‘, gerçekte yalnız kendi kişisel talihsizliği olmadığını, tüm toplumun iliklerine kadar işlemiş bir yargısız infaz sisteminin sadece küçük bir uzantısı olduğunu anlamıştır. Dava’daki Josef K.’yı mahkûm eden de toplumdur. Şu an içinde yaşadığımız dünyada olduğu gibi azınlık olmak, farklı düşünmek, eşcinsel olmak ve hatta kadın olmak gibi öteki olma halleri çoğu zaman bir çeşit suçu sabit olmak anlamına gelir. Kafka da ülkesinde ötekiyi temsil eder. Almanca konuşur, yazar, Alman değildir; Prag’da yaşar, Çek değildir; Yahudi’dir, ama tümüyle Yahudi toplumuna da ait değildir.
Otorite kavramıyla, daha küçük bir çocukken babası aracılığıyla, her türlü olumsuz etkisine maruz kalarak tanışmıştır. Babası bir işverendir aynı zamanda. İş yerine gittiği zamanlar baba otoritesinin bu sefer de patron olarak “maaşlı düşmanlar” dediği çalışanlarına yöneldiğini görecektir. Baba artık onun için her türlü otoritenin cisimleşmiş halidir. Hukuk fakültesini bitirdiğinde çalışmaya başladığı kurumda ve aile zoruyla kız kardeşinin eşiyle ortak edildiği asbest fabrikasında da bu ilişkileri gözlemleyecektir. Ailede baba, işyerinde işveren, devlette bürokrasi, yargıda hukuk sistemi aracılığıyla var olan otorite arasında fark yoktur aslında. Hepsi de birbirini bütünleyen bir sistemin parçalarıdır. Bütün bu baskı mekanizmaları insanları ezip biçimlendirerek dönüştürür. Kendine ve her şeye yabancılaşan insan adeta bir rüyada gibi şaşkın, her türlü saçmalığı kanıksamış, kendine çizilen sınırlar içine hapsolmuş, çıkışı olmayan bir labirentte gibidir. Kafka’nın eserlerinde işte böyle bir atmosfer hâkimdir. Kafkaesk olarak adlandırılan bu dünyadan pek çıkış yoktur. Kafka’nın, bu dehşet verici dünyayı resmettiği dili ise ironik bir şekilde çok yalındır. Bu karşıtlık, anlatımı daha da güçlü kılar. Kafka; hayata bakışı, yarattığı üslubu, başta Dönüşüm, Amerika, Dava ve Şato olmak üzere yazdığı eserleriyle yirminci yüzyıla damgasını vurmuş, kendisinden sonra gelen pek çok yazarı da etkilemiştir.
Kafka’nın yüz yıl öncesinde yazdıkları bugün de güncelliğini koruyor. Günümüzde yaşadıklarımız bizi kafkaesk bir dünyada hissettirmiyor mu? Her türlü otorite, baba ya da farklı biçimlerde varlığımızı her taraftan sarıp kuşatarak bize kıpırdayacak alan bırakmıyor. Sözü yine Kafka’ya bırakalım, “Babaya Mektup”ta şöyle diyor babası için: “Koltuğundan dünyayı yönetirdin. Senin fikrin doğruydu, başka her fikir deli saçmasıydı, meschugge’ydi, anormaldi. Diğer taraftan senin özgüvenin öyle güçlüydü ki, tutarlı olmak zorunda bile değildin ve buna rağmen hep haklı çıkıyordun.”7
Ne diyelim? Tanrı bizi böyle babalardan korusun!
1 Franz Kafka, Babaya Mektup, çev. Cemal Ener, İstanbul, Can Yayınları, 2012
2 A.g.e, s.50
3 Franz Kafka, Kafka Hikâyeler, çev. Kamuran Şipal, İstanbul, Cem Yayınları, 1974
4 Reiner Stach, Karar Yılları, çev. Sezer Duru, İstanbul, Sel Yayınları, 2012
5 Franz Kafka, Babaya Mektup, çev. Cemal Ener, İstanbul, Can Yayınları, 2012 s.19
6 Franz Kafka, Amerika, çev. Kamuran Şipal, İstanbul, Cem Yayınları, 1988, 2012 s. 21
7 Franz Kafka, Babaya Mektup, çev. Cemal Ener, İstanbul, Can Yayınları