Papirus Dergisi Nisan Mayıs 2016 sayısında yayınlanmıştır.

BABASIZ BİR ROMAN KİŞİLİĞİ YARATMAK

Yayına hazırlanan son romanınız nasıl oluştu?

Romanın bütün olay örgüsü babasızlığa dayanıyor aslında. Başkişi, babalı olduğu yıllara, 1980’lerin ilk yarısının Üsküdar’ına dönmeye çalışıyor 25 yıl sonra. Bu dönüş yalnızca zamansal bir yolculuğa karşılık gelmiyor; aynı zamanda yirmili yaşlardan başlayarak uzun yıllar yurt dışında yaşayıp ülkesine dönememiş olan kişiliğin anayurda dönüş anlatısıyla iç içe geçiyor. Dolayısıyla, başkişinin babasızlığı, anlatı için rastlantısal değil. Peki ama neden başka bir anlatısal sıçrama noktası değil? Bu tür sorulara elbette psikanalitik açılardan yanıt aranabilir; ancak metnin yaratım sürecine dair içsel bilgi olmadan yapılacak bir çözümleme eksik ve yüzeysel kalacaktır.

Yaşadıklarınızı romana taşıdınız mı ya da ne kadarını taşıdınız?

Romanların birçoğu, yazarının kendi yaşantısından ve/ya da bireysel ve toplumsal gözlemlerinden izler taşır. Romancı için hayatın hiç bir anı boşa gitmiş sayılmaz; ancak o an yaşanırken boşa gitmiş gibi yanlış bir algı oluşabilir. Romanın görsel sanatlarda retrospektif neyse yazma edimi için ona karşılık geldiğini söyleyebiliriz.

Dahası, babasız bir başkişi yaratmak kolay geldi açıkçası; çünkü babasızım ve Darüşşafaka’da 7 yıl yatılı okuyarak ve sonrasında ‘Türkiye’nin en büyük ailesi’ olarak tariflediğimiz Darüşşafaka camiasından[1] hiç kopmayarak babasızların çoğunluk olduğu bir topluluk ortamında yer aldım ve alıyorum. Geçtiğimiz yıllarda çokça babasızlık öyküsü dinlemiş ve anlatmıştım sohbetlerde. Dolayısıyla, bilişsel/zihinsel olarak daha kolay bir konuydu babasızlık izleği. Ancak duygusal olarak hiç de öyle değildi.

Kendi hikayenizden izler taşıması nedeniyle mi ben anlatıcıyı seçtiniz?

Deneyimlerin birikip bir bütünlük kazanmasıyla oluşan romanlarda en yaygın olarak 1. tekil anlatım ve 3. tekil anlatım biçimlerinin kullanıldığı görürüz. 3. tekil, başkişiye ve diğer kişiliklere dışarıdan baktığı için psikolojide davranışçılık akımına yani gözlemlenebilir olan davranışa yapılan vurguya karşılık gelmektedir. 3. tekil, bu nedenle, kişiliklerin içsel derinliklerini vermeye olanak sağlasa da, okuru gözlemci statüsünden nadiren öteye taşımaktadır. 1. tekil anlatım ise içeriden bir seda yankılatmaktadır okurda. Bunun babasızlık gibi anlatımında içtenlik/sahicilik gerektiren bir izlek için daha uygun olduğunu düşündüm.

Duyguların günlük yaşamımızdaki rolü, sandığımızdan daha fazla. Bir kere, her kararımızı mantıksal olarak ölçüp biçecek kadar ne zamanımız var ne de kapasitemiz. Kararlarımızın çok azı mantıksal ve en zoru da tarifleyemediğimiz duygular. Roman, işte babasızlıkla ilgili tarifleyemediğim duyguları bir bilince çıkarma denemesiydi. Kendi yaşamımı tümüyle anlatmadım; ama babasız büyüdüğümü bilenler kendimi anlattığımı sandılar/sanıyorlar. Başkişi birkaç babasız kişiliğin birleşimi gibi oldu bir ölçüde. Ayrıca başkişi dışında başka babasızlar da yer alıyor metinde. Romandan babayla bireysel bir hesaplaşma gibi beklentileri olanların beklentilerini karşılamaktan uzak bir metin bu anlamıyla…

“Tarifleyemediğimiz duygular”ın var olmasının nedenleri nedir?

Bir kere ölüm nedenleri çok önemli. Babasızlık, içinden genel ilkeler çıkaramayacağımız kadar karmaşık bir konu; aslında hayatın birçok boyutu böyle, ama babasızlık çok daha muğlak… Cinayet, kaza, çatışma, siyaset, kan davası, hastalık, ilk akla gelen nedenler… Bunların hepsinin çocuğun büyümesine etkileri farklı farklı oluyor. Kimi ailelerde nedenler gizleniyor; yıllar sonra ortaya çıkıyor. Kimilerinde hiç ortaya çıkmıyor bile.

Bir diğer önemli nokta da, kayıp yaşı. Ana karnındayken yetim kalanlar var. 5 yaşındayken, ilkokul yaşlarındayken, ortaokul yaşlarındayken, lise yaşlarındayken… 18-19 yaşından sonra babasızlık hissi çok daha farklı oluyor; çünkü artık genç bir yetişkin olan çocukta büyüme yaşlarına etki eden bir babasızlık etmeni söz konusu değil. Kaybın etkisi duruma göre daha çok da daha az da olabiliyor. Babasını özellikle hayatın ilk 12 yaşında kaybeden çocukların ölümü ve kaybı anlamlandırmaya başlamaları yıllar sonra olabiliyor. Babasızlığın daha iyi anlaşıldığı zamanlar ise, babasız büyüyen çocuğun baba olduğu yaşta oluyor. Dolayısıyla, babasızlık algısı, tarihyazımı gibi yeniden ve yeniden elden geçirilen bir hamura sahip. Babasız büyümüş olan çocuk, baba olduğu zaman kendisinin nasıl olup da büyümüş olabildiğine şaşabiliyor; çünkü kendi çocuğunun kendisi olmadan nasıl büyüyebileceğine inanamıyor. Aynısı, babasız büyüyen kız çocukları için de bir ölçüde geçerli olabilir.

Üçüncü bir nokta, kardeşlerin varlığı ve var(lar)sa aralarındaki ilişkiler. Babasız çocuğun kardeşleri, özellikle de abisi ablası varsa, kayıp sürecini atlatmak daha kolay olabiliyor. Özellikle abiler babaların üstlenmesi gereken birçok rolü üstlenebiliyor. Ancak küçük yaşta baba kaybı yaşayan kardeşler için durum çok daha zor. Hayat birçokları için merhametli değil.

Dördüncü bir nokta, (belki bunu en başta ele almalıydık) gelir düzeyi. Hali vakti yerinde olan ailelerde babasızlığın daha kolay başa çıkılabilen bir kayıp olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla ilişkili olarak beşinci bir nokta, annenin durumu, daha sonra evlenip evlenmediği ve iş durumu.

Altıncı bir nokta ise, geniş ailenin babasız büyüyen çocukla ilişkileri: Anneanneler, babaanneler, dayılar, amcalar, teyzeler, halalar… Bu noktalar arttırılabilir elbette; sokağa ya da cami avlusuna bırakılmış, anne-babasını hiç bilmeyenler var. Yuvada büyüyenler var, yetiştirme yurtlarında. Anne-babasını yanlış bilenler var; savaşta, iç savaşta anne ve/ya da babası ölmüş/öldürülmüş evlatlık verilmişler ve diğerleri…

Özetle, bir genelleme yapmak gerçekten çok zor.

Romanda babasızlık hallerini nasıl görüyoruz?

Babasızlık halleri romanda şöyle veriliyor:

O babalı birkaç yıldan sonra geriye kalan o babasızlıkta, o kimsesizlikte önce çevremdeki acıma duygusuyla nasıl baş edeceğimi öğrenmekti ilk yapmam gereken. Birkaç yıl sonra ise, bu, benim de başkalarının da konuşamayacağı bir konu olup çıkmıştı. Başka çocukların babası vardı; hem hergün bunun tadını çıkarıyorlardı hem de onları daha parlak bir gelecek bekliyordu. Babaları var güçleriyle çalışıp onları okutacaktı; belki ben de okuyacaktım, belki de okumayacaktım. Ama kendime bile yalan söyledim. Savunma düzeneklerim öyle gelişkindi. Hayatın sonu değildi ya babasızlık. Babasız da herşeyi yapabilirdim hayatta. Hatta belki bazı şeyleri babasız daha iyi yapardım. Ama baba olduğumda tüm kalkanlarım düştüler. Çocuk büyüdükçe, “nasıl ya, ben nasıl babasız büyüyebildim? Bu çocuğun babasız büyüyebileceğini düşünemiyorum bile” demeye başladım. Ve iç konuşmalarım başladı babamla. Hayatta tökezlediğimde “baba, baba” diye sayıklamaya başladım. Onunla saatlerce konuştuğum oluyordu.”

(…)

“Hepimizin babası ölmüştü. Babasız çocukları okutan aynı okuldandık hepimiz, yatılıydık. Babasızlığımıza alışmıştık; onu zayıf bir noktamız olarak görmüyorduk; hatta gülüyorduk. Hepimiz babasız olduğumuz için doğal geliyordu bu. Oysa onun en zayıf noktamız olduğunu yıllar sonra öğrenecektik. Babasızlıkla ilgili şakalarımız hep yüzeyseldi. Gülerdik, sanki bir savunma mekanizması gibi. Ama hiç derinliğine inmezdik bu konunun. Çoğu, en yakın arkadaşının bile babasının neden öldüğünü bilmezdi. Kaç yaşındayken öldüğünü bilirdik daha çok.”

(…)

“Bir insanı arayışa iten çokça neden olabilir. Babasız büyümüştür belki; belki annesiz. Sevgisiz büyümüştür belki, belki saygısız. Sevilmemiştir demek ki ya da sayılmamıştır. Bir kaybı olmuştur belki ya da bir kazancı. Bir eksiği de olabilir; belki de bir fazlası. Belki sıkılmıştır hayatın tekdüzeliğinden. Belki kaçtığı birşeyler vardır aile gibi, yoksulluk gibi, baskı gibi…”

(…)

“Mezarlıktan ayrılmadan önce, duvarla taş merdiven arasında oturdum biraz. Selvilere baktım ve onların arasında uçup da duran kuşlara. Birçok mezarlıkta görmüştüm bu selvileri memlekette ve memleket dışında. Onların rüzgarla hafif hafif salınmalarına anlamlar biçmiştim. Kökleri bu selvilerin, ölülerin arasında yolculuk etmişti, büyümüştü, serpilmişti onyıllar, yüzyıllar boyu. Babamdan beslenmişti bu ağaçlar, Beril’in babasından, bağışçılardan, o protestoda öldürülen gençten, kavuklu sarıklı mezarları üst üste dizilmiş o ecdatlardan, o Alevi-Bektaşi askerlerden… Hepsinin birleştiğini gördüm onlarda, o selvilerde, bütün ölü canların. Ve emin oldum o kuşların bu selvilerden Natali’lerin mezarlığındaki selvilere sürekli uçup uçup durduğunu. Değiştokuş ettiklerini ağaçları kimi zaman. Emin oldum Sivas’ta yakılanların, o Budist ülkelerden gelen ölü küllerinin hepsinin bir Noel ağacı gibi bu selvilerin üstüne süs olarak konduklarına ve diğer selvilere, tüm selvilere, Uzunçayır’daki Tatyos Efendi’nin selvisine de…”

Hayatta çeşit çeşit travma var. Babasızlık bunlardan yalnızca biri; ama bu, onun etkisini de önemini de azaltmıyor. Herkesin analı babalı büyüyebildiği barış dolu bir dünya dileğiyle…


[1] ‘Yolu bir biçimde Darüşşafaka’dan geçenler’ anlamında. Örneğin, öğrenciler, mezunlar, çalışanlar, yöneticiler, öğretmenler, veliler ve belki de hepsinde önce bağışçılar ve gönüllüler.