Zamanın kendisini gizlediği bir dönemde Thales dede ile Miletli Aspasia nene çocuklarını toplamış, Ay’ın sırtına binmiş dünya turuna çıkmıştı. Yanlarına kimleri mi almışlar? Kibele ile Yunanlı Gaia baş köşedeymiş. Mısırlı Hypatia, Efes’ten Heraklaitos, Anadolu’dan Hayettin Karaca ve Ömer Madra, Kanada’dan Naomi Klein gibi düşünür ve aktivistler varmış. Biraz daha çokmuşlar ama o kadar da fazla değilmişler. Thales dede ile Aspasia nene onlara masal anlatmak istiyorlarmış.
Az varmış çok yokmuş. Olmadı. Bir varmış bir yokmuş. Bu başlangıcı duyan çocuklar merakla dedenin ve nenenin etrafındaki çemberi daraltmış. Ay dünyanın üzerindeki her turunda bazı noktalarda durmuş. Aslında durmazmış hiç ama duruyormuş gibi gözükürmüş. O da çocukların kah meraklı kah endişeli bakışları arasında anlatılanları iyice anlamalarını istiyormuş. Çok kötü şeyler oluyormuş aşağıda. Masal anlatılırken dinleyicilerden uyuklayan Aristo’yu, yüzünü çeviren Platon’u dürtmekten Kibele’in canı çıkıyormuş her seferinde.
Zamanın akışı içinde yer almış iki güzel arkadaş varmış. Tabi sadece onlar yokmuş. Bir çokları varmış. Ne olmuşsa olmuş. Herkes güzel güzel yaşamı paylaşırken toprağın üzerinde bazı işaretler, çizgiler belirmeye başlamış. Bu işaretler yüzünden iki arkadaş “Sınır” hastalığına yakalanmışmış. Diğer herkes gibi. Aralarına çizilmiş olan çizgiyi aşmak hastalığın artmasına neden olmaktaymış. Hatta ölümlere bile yol açıyormuş. Bu hastalıktan kurtulmak için bir ilaç bulmak zorunda olduklarını düşünmüşler. Çok kolaymış ilacı elde etmek aslında. Ama önce doğanın bazı kadim çocuklarından izin almalıymışlar. Binlerce yılın tanıkları olan bu dostlar umutsuzca da olsa her türlü desteği vermeye hazırmış. Yaprakları çok savaşlar görmüş, dalları istemedikleri halde bir çok et ve kemik parçasına konukluk etmişmiş. Oysa onlar kuşlara,böceklere yuva olmayı çok severlermiş. Yorulanlara da gölge. Bilgelik yaşına erişenler Thales dedelerine saygılarını Miletli Aspasia’ya sevgi bağlılıklarını göstermek için gövdelerini gizlenen aşıklara açarlarmış. Birçoğu da zulümden özellikle insanın zulmünden kaçanlara kalkan olurmuş. Çok gürültü çıkaran araçların ormanlar tarafından ağırlanıp sonra yine o araçlar tarafından yutulduğuna binlerce defa tanıklık etmiş, dallarından, yapraklarından akan gözyaşlarına engel olamamışlarmış. Sıranın kendilerine de gelebileceğini birbirlerine anlatmış , hatta aralarına çekilen tellerin engelleyemediği fısıltılar, kokular ve postacı kuşlarıyla dostlarını uyarmışlarmış. Bazen şimşeklerden, yıldızlardan ve güneşin ışığından bile yardım talep etmişlermiş. Çünkü onların hiç biri sınır tanımıyormuş zaten. Etrafı çizili “burası benim” denilen saçmalıklar yokmuş zamanın o diliminde. Her yer yaşam alanıymış nasıl olsa. Deyince Platon yüzünü ekşitmiş. Işıklarını, ısılarını, seslerini ve yağmurlarını istedikleri zaman istedikleri yerle paylaşabiliyorlarmış. İşte bu toprağın kadim dostları, sevgili çocukları yine yardıma hazırmış. İki afacan, kelebeğin bir bahçeden diğerine gidene kadar ki süre içinde buluşlarını gerçekleştirince çok mutlu olmuşlar. Zeytin ağacı yaprağından yapılan ilacı kullanmak doğanın çocuklarına bulaşmış olan bu hastalığı gidermeye yetecekmiş. Bu defa harekete geçen küçük arkadaşlarıymış ama hedefleri büyükmüş. Gül ve Diken’miş bu kahramanlar. Koku’nun en güzeline sahip olanı ile ondan hiç ayrılmayan Diken bundan çok mutluluk duymaktaymış. Bu ikili sevgilerini ve şefkatlerini katarak elde ettikleri ilacın adını da “Sınır” koymuşlar. Böylece hastalığın da ilacın da adı “Sınır” olmuş. Kendi üzerlerinde denediklerinde olumlu sonuçlarının görünce çok sevinmişler. Gül daha çok koku yayıp herkesi büyülemeye Diken ise onu korumaya daha güçlü bir şekilde devam etmiş. Artık hayvanlar birbirlerine rahat bir şekilde gidip gelebilecek, birbirlerine sarılabilecek ve kendilerine yetecek akla sahip olmanın özelliklerini gösterebileceklermiş. Bazıları da gagalarında, kakalarında taşıdıkları tohumları onları sevgiyle bekleyen toprağın kucağına rahatlıkla bırakabilecekmiş. Doğanın bir başka çocuğu olan insan denen varlık da en çok buna şaşırıyormuş zaten. Akıl fazlalığı yaşıyorlarmış ya ondan. Nasıl olur da kendilerinin çabası olmadan bir bitki büyüyebiliyormuşmuş. Bu sözün ardından Ay’ın küçük konukları birbirlerine bakarak tebessüm etmişler. Kah orada kah burada kah binlerce kilometre ötede aynı ağaçları, çiçekleri bitkileri görmek onları şaşırtıyor bazılarını çileden çıkarıyormuş. Diken ile Gül yarattıkları bu ilacı aldıkça birbirleri ile olan ilişkilerini daha güzel bir şekilde sürdürebiliyor ve hatta kendilerini ayıran çizgiyi bile görmüyorlarmış artık. Bunu başarmışlarmış. “Sınır” adlı ilacın “kötü düşünce” hastalıklarına iyi geliyor olması onları çok mutlu etmiş. Şimdi yapmaları gereken şey “diğerleri”ne de bu ilacı bulaştırmak olmalıymış. O kadar çok vardı ki “diğerleri”nden. Hayattakilerin sayısı kadar “sınır” hastalığı varmış. Herkesin “Sınır”ı hastalık sayısına denk düşüyormuş. Onları ikna edip ilacı bulaştırmanın çok kolay olmayacağının farkındaymış iki afacan. Ama başka çareleri olmadığı için sıkı bir şekilde çalışmaları gerekmekteymiş. Bu nedenle zeytin ağacı tarlalarının ortasında kamp kurmaya karar vermişler. Olabildiğince çok miktarda ilaç üretmeliymişler. Aynı zamanda “sınır” hastalığını yayanlar da boş durmuyormuş elbette. Onlar da gözlerini zeytin tarlalarına dikmişlermiş. Hatta denizlere bile göz dikmiş, biri bir taraftan öteki diğer taraftan çekiştirip kendilerine ait olduğunu iddia ediyormuş. Poseidon bunu duyunca çok öfkelenmiş tabi. Neyse ki şairin dediği gibi deniz yırtılmıyormuş. İlacın üretilmesinin önüne geçmeliydiler. Deyince Naomi Klein hemen notlarını tutmaya başlamış. Diken ve Gül çok çalışmaktan yorgun düştükleri bir gecenin sabahında makine sesiyle uyanmış ve hemen yattıkları yerden fırlamışlar. Gördükleri olay karşısında Gül yapraklarını Diken ise dallarını yutacakmış az daha. Koca bir makine, ilacı üretmekte kullandıkları zeytin ağaçlarını sökmekteymiş. Anadolu’lu Hayrettin neredeyse kalp krizi geçirecekmiş bunu duyunca. Ömer hemen onu sakinleştirmeye çalışmış. “Dur bakalım sonunda ne olacak?” demiş. İşte şimdi mahvolacaklarmış. İlacı üretemezlerse hastalık derinleşecek ve birbirlerine küsenlerin, birbirlerini öldürenlerin, kıskananların ve bencilliklerin sayısı artacakmış. Bu da yeryüzünün yok olması demekmiş. Diken ile Gül kafa kafaya verip yapılması gerekenleri düşünmeye ve bir plan geliştirmeye çalışmış. İlk akıllarına gelen zeytin ağaçlarını tek tek kurtarmak olmuş. Hypatia hiç boş durur mu hemen hesap yapmış kaç yıl sürer bu iş diye. Thales ona şefkatle bakmış ve anlatmaya devam etmiş. Bunun için her ağacın etrafını dikenlerle çevireceklermiş. Bu da bir “Sınır” hastalığı imiş ama geçici olacak ve yaşamın yararına, herkesin yararına olacakmış. İkinci aşamada kendileri gibi düşünenleri bulmaları gerekecekmiş. “Sınır” hastalığına yakalanmamış ya da onu yenmiş olanları bulmak kolay olmayacakmış ama mutlaka bulmalı ve yardıma çağırmalıymışlar. Birlikten güç doğarmış ya. Önce yanı başlarında yaşanmakta olan tehlikeyi durdurmak gerekmekteymiş tabi.. Bunun için makineleri kullanmakta olanlara ilacı bulaştırmayı denemeliymişler. Hemen işe koyulmuşlar. Gül’ün kokusu karşısında yumuşayan iki sürücü ilacı kullanmaya çok çabuk ikna olmuşmuş. Sonuçta onlar da hastalığı yayanların etkisinde olan bilinçsiz kişilermiş. İlacın etkisi ile araçları kullanmaktan vazgeçmişler. İlk raundu kolay bir şekilde atlatan sınır tanımayan ikili hemen kendileri gibi düşünenleri bulmak için yola koyulmuş. Ömer Madra hiç durur mu? Hemen avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı herkes uyansın diye ama öyle olmadı ne yazık ki. Gül ve Diken şehre doğru giderken sağda solda kurumakta olan zeytin ağaçları ile karşılaşınca bir kez daha şok olmuşlar. Yeryüzünün kiracısı olmayan toprağın çocukları yok edilmektense yaşamlarına son vermeyi tercih etmişmiş. Bu yayılırsa tehlike derinleşecekmiş. Toprak ana küsecekmiş. Deyince Hayrettin ile Gaia göz göze geldiler. Kısmen kurumuş ağaçları bu düşüncelerinden Gül’ün kokusu, Diken’in “Sınır” ilacı ile bezenmiş yumuşak dokunuşu vaz geçirmiş. Teslim olmak dünyanın sonu demekmiş. İki kafadar yeniden yola koyulmuş. Kendileri gibi düşünenleri bulup tehlike altındaki zeytin tarlasına büyük bir yürüyüş gerçekleştirmeyi düşünüyorlarmış.. Konuştuklarından bazıları korku sınırını aşamadıkları için sadece seyretmeyi tercih etmiş. Bazıları sevgiyi sınırlı tuttukları için bu yürüyüşü anlamsız bulmuş. Ay dedenin üstündekileri bir hüzün kapladı tabi Ama yine de iyi bir kalabalık Gül ile Diken’in peşine takılmış. Ömer biraz rahatlamıştı şimdi. Çünkü insan kendisini sarmalayan doğasıyla anlamlıdır, onun bir parçasıdır efendisi değil. Aristo son sözcüğü duyar duymaz sırtını döndü masalcılara.. İki kahraman ve arkadaşları tarlaya geldiklerinde kendilerine ”sınır bekçileri” denilen tuhaf giysili adamların zeytin tarlasını kuşattığını görmüşler. Bir sınır daha çekilmişti. Arkalarında da yeni makineler duruyormuş. En üstte ise bu “Sınır” bekçilerini yönetenler varmış. Ellerini ovuşturarak olacakları izlemek için bekliyorlarmış. Gül ve Diken bu durum karşısında yapılması gerekenin “sınır” bekçileriyle uğraşmak olmadığı kararına varmışlar. Kendilerini “efendi” diye nitelendirenlere ulaşmak ve onları doğru yola getirmek gerekiyormuş. En doğrusu buymuş. O halde geçmişte, çok eski geçmişte olduğu gibi yukarıdakilere ulaşabilmelerine yardımcı olacak bir şey inşa etmenin yararlı ve kökten çözüm olacağına karar vermişler. Yüksek bir kule onları hedeflerine ulaştırabilirmiş. Akıllarına “Babil Kulesi” gelmiş. Yeterli sayıları varmış. Yeter ki peşlerine takılanların bazıları korku “Sınırı”nı aşmayı başarsınmış. Bunun için kendilerine yakın olan ağaçlardan ilaç üretmeye başlamışlar. İlacı alan herkes kule yapımı tarafına güle oynaya geçmiş. Birbirlerinin üzerine çıkacak ve ipleri ellerinde tutanlarla görüşüp onları ikna edeceklermiş. Onlarda da “Sınır” hastalığı varmış nede olsa. Belki “Sınır” ilacını bile bulaştırabilirlerdi tepedekilere. O halde kulenin yapımı hızlanmalıymış. Aşağıdakilerin amacını anlayan tepedekiler “Sınır” askerlerini harekete geçirme kararı almışlar. İlk aşamada kalabalığı dağıtmak için su kullanılacak olmazsa birkaçı tutuklanacak daha da olmazsa ellerindeki ölüm kusan araçlarla saldırılacakmış. Gül ve Diken bu planı anlamış tabi ki. Hemen ağaçların kendilerine uzattıkları dallarla yay ve ok yapmaları için kalabalığa talimat vermişler. Her okun ucuna “Sınır” ilacı sürülecek ve daha sonra saldırganlara atılacakmış. Okun ucundaki ilaç her değdiğine etkisini gösterecek ve doğanın bir parçası olan inkarcıların “sınır” hastalığını yenmesine yardımcı olacakmış. Kalabalık işe başlamış ve ilk aşamada onlarca silah elde etmişler. Okların bazıları saldırganlara ulaşmadan yere düştüğünden yeterli sayıda kişiyi yanlarına çekememişler. Tepedekiler bu tehlikeyi atlatmak için ordularına ok geçirmez yelekler atmış. Gül ve Diken bu hazırlık karşısında şaşkına dönmüş hemen bir komite kurup yapılması gerekenler üzerine toplantı yapmışlar. Toplantı sürerken arkadakiler de getirmiş oldukları müzik aletleri ile dans etmeye başlamış. Lir bile getirmişlermiş. Bu onları daha güçlü hale getiriyor ve kararlılıklarını arttırıyormuş. ”Kararsızlık” “Sınırı”nı aşmaya danslar da yardım etmeye başlamış. Tepedekileri en çok kızdıran da bu müzikler ve danslarmış. Ses için bir sınır çekememişlermiş henüz. Bu da daha çok sayıda doğa severin bir araya gelmesi demekmiş. Yukarıdakilerden bazıları insaflıymış tabi. Bu nedenle saldırı emri vermeleri için çokça dil dökmeleri gerekiyormuş. Öte yandan Gül ve Diken toplantıda kule yapımını hızlandırmanın yanı sıra okları hedefe ulaştırma eğitiminin de yapılmasına karar vermişler. Bir de kendilerini doğanın efendisi olarak kabul edenlerle görüşme yollarını araştıracaklarmış. Zeytin ağaçlarından kule yapımı için destek istemişler. Yüzyılların ağaçları altta kalmayı kabul ederek kuleye destek vermeye razı olmuş. Gül görüşme için temsilci olarak atanırken Diken büyük grubu yönetecekmiş. Gruptan bazıları hareketin nedenini anlatmak ve destek çağrısında bulunmak için ülke sınırlarının dışına gönderilecekmiş. Ömer’in çok hoşuna gitti bu plan. Yanlarına “sınır” ilacı verilecek orada da kullanılmasını sağlayacaklarmış. Önemli olan hayatı kurtarmaktı kendi “Sınırlarımız” ile çevrelediğimiz “ben”i değil.
Bu arada üsttekilerin arasında da tartışma başlamışmış. Bazıları zeytin ağaçlarını sökmekten vazgeçmeyi önermiş. Hastalık yayma yönteminin ilaç satmayla paralel gittiğini iyi bilen diğerleri ise ağaç sökme işine hız verilmesi gerektiği konusunda ısrarcıymışlar. Vazgeçmeyi önerenlere şüpheyle bakmaya başlamışlar. “Aşağıda kaynatılan ilaçların buharından etkilenmiş olabilirler miymiş?” Zeytin ağaçları ise birbirlerine sarılıp heyecanla olayların sonucu konusunda endişelerini dile getiriyormuş. Uçanların, sürünenlerin, yüzenlerin, yürüyenlerin heyecanı doruğa ulaşmaktaymış. Eski günlere döneceklerini düşünerek sevinmekteymişler. Onlar da nenelerinden dedelerinden dinledikleri yüzyıllardır süregelen bu mücadeleye yeniden tanık oluyorlarmış. “Umarız bu defa iyi sonuçlanır.” diyerek Gül ve Diken’e yardımcı olmak için ellerinden geleni yapmaya kararlıymışlar. “Sınır” hastalığı onlar için de kötü sonuçlara yol açmaktaydı ne de olsa. Araya çizilen “Çizgi” nin , çekilen “Tel”in, örülen “Duvar”ın ya da yaratılan “Düşmanlık”ların öteki tarafında kalan dostlarıyla buluşmaları zor oluyormuş zaten. Rüzgarın savurduğu yapraklar, polenler , kokular, akan su, suda ki balıklar o engelleri aşmaya yardımcı oluyormuş gerçi ama yetmiyormuş onlara. Hatta küçük bir kız çocuğunun çizmeyi başardığı gökkuşağı bile yetersiz kalıyormuş. Başkaları silmeye başlamış gökkuşağını. Birbirine “Dokunmak” ve birbirini “daha yakından hissetmek” canlılar için hayatın en güzel, en heyecan verici rengini oluşturmaktaymış. Bu nedenle nefes alıp veren her şey birbirini anlamaya, birbirine dokunmaya , birbirini sevmeye engel olan her “sınır”ı aşmak için çaba harcamalıymış.
Gül ve Diken üstlendikleri bu zorlu görev nedeniyle birbirlerinden ayrılmak zorundaymışlar. Son bir defa birbirlerine sarılmışlar. Neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlarmış. Bir daha birbirlerini görebileceklerinden emin değillermiş. Onlar vedalaşırken çevrelerinde bulunanlar büyük bir alkış koparmış. Evlerinde kalanlar, başını kuma sokanlar kendilerinin yarattıkları duvarları aşıp gelen gürültünün nedenini anlamaya çalışmış. Ne olduğunu anlayınca “bana ne” demenin oluşturduğu “Engel” nedeniyle utanmışlar. Çıkan “Ses” dalga dalga yayılarak “Sınır”ları aşmayı başarmışmış. Doğanın yurdu olur muymuş hiç? diye nene noktalayınca masalı Ay dedenin konukları gülüştüler. Biraz da buruk olmuş gülüşmeleri ya neyse. “Şimdilik bu kadar” diyerek masalı bitirmişler...
Hamit Ergüven