Papirus Dergisi Kasım Aralık 2016 sayısında yayınlanmıştır.

Hal, ayıp oluyor ama, azıcık az konuş be oğlum, canlarını sıkmayalım dostlarımızın.

-Bakın Fal böyle diyor ama Türkçesi şu; çok konuşma, şimdi bizi en yakın yerde postalarlar, işin yoksa yeniden oto stop yap, nereden bulacağız böyle iyi iki enayiyi yeniden.

-Hal, fazla oluyorsun ama, enayi falan, kibar ol lütfen. Gerçi yolda  birlikte yemek yeme davetiniz çok mutlu etti beni, ama inanın hesabım bu değil.

-Hadi itiraf et yaşlı ayyaş,  dostlarımız yemek eşliğinde bir şişe beyaz şarap da açar umudundasın.

-Ama  şarap önemli bir mevzu tabi. Bakın yemeden durabilirim ama şarapsız asla. Bir kere şarap içen adam mutlu adamdır, yüzü güler. Şarap içmeyen adam suratsız olur.  İyi bir beyaz şarabın çifte yararı vardır.  Bir kere beyne çıkar ve orada ne kadar dangalak, avanak ve çökelmiş gaz, duman varsa hepsini kurutur  ve dağıtır; zihni kıvrak ve canlı yapar; fıkır fıkır, harika heyecanlı fikirlerle doldurur.

-Vay be, felsefe de yaparmış. Bakın bu Fal gerçekten  felsefe okumuştur vakti zamanında ama tek bir hayat felsefesi edinmiştir;  çalışma, çal.  Her gece içer, kumar oynar, çalar ve yüzüne bakacak biri olur da düşerse kısmetine günübirlik sevgililere de yok demez. Durmadan şarap içip akşam yemeğinden sonra düğmelerini çözmekten, öğleden sonra banklara kıvrılıp uyumaktan kafası kalınlaşmıştır aslında.  

-Efendim, çalarım ara sıra, zira yasa denen o küflenmiş soytarıya uygun yaşamak bana göre değil. Ama can baldan tatlı tabii, Allahtan güçlü dostlarımız var da enselenmiyoruz.

Can’la ön tarafta korku ve endişe içinde birbirimize bakıp duruyorduk.  Nereden almıştık bu adamları arabaya. Evlendikten sonra  ilk uzun seyahatimizdi. İstanbul’dan bir kuş gibi hafif ve mutlu binmiştik arabamıza. Aylardan Mayıstı, istikamet Bodrumcuk’du. İzmir çıkışında gördük onları. Biri ak saçlı, ak sakallı, şişman bir adam, diğeri uzun saçlı,  yakışıklı bir genç. Kıyafetleri perişandı ama ciddi, düşünceli, asil bir duruşları vardı. İkimiz de aynı anda birbirimize baktık, gülümsedik ve duralım dedik. Başta her şey normaldi, Bodrumcuk’a gidiyorlardı, sıkıcı otobüs yolculuklarını sevmiyorlardı, otostop hem keyifli, hem hızlı ve tabii hem de bedavaydı.  Birbirlerine Fal ve Hal diye hitap ediyorlardı. Bir iki nezaket cümlesinden sonra çeneler açılmış, hayatlar ortalığa saçılmış, karşımızda kurulu düzene kafa tutan iki hippi bulmayı umarken iki serseri bulmuştuk. Her şey çok garipti. Artık sağ salim Bodrum’a ulaşmaktan başka bir şey düşünmüyorduk. Bunlar arabayı elimizden alıp, bizi de soyup yola devam edebilirlerdi. Can’a çaktırmadan çantamın içinde kesici bir şeyler aramaya başladım, yoktu. O ise farklı bir konu açmayı denedi: Neden Bodrumcuk’a gidiyorsunuz?

-Bu Hal varya, ne kısmetli hergeledir bir bilseniz. Bodrumcuk Belediye Başkanının oğlu olur kendileri, Bodrumcuk’da arazileri, otelleri falan da var babasının,  dün İzmir’de buldu bizi adamları, babası bizimkini çağırıyor. Bir de araba yollamıştı aslında ama kısmet sizeymiş.

-Niye onlarla gitmediniz?

-Muhabbetin tam ortasındaydık, kırk yılın başı bir sofra bulmuşuz beleşten, rakılar gırla gidiyor, Fal’a bardaki bir kadın tatlı tatlı bakıyor, kaldıramadık bizim ihtiyar keçiyi. Gelirim 1-2 güne diye saldım adamları.

-Eh parasız günler bitiyor herhalde, otellerin birine yerleşirsiniz ne güzel.

-Doğru be oğlum Hal, kumarhanesi olan oteli var mı babanın, kumara da para vermeyiz, yer içer, yüzer, eğleniriz bütün yaz. Söğüşleyecek bir iki enayi de bulduk mu, değme keyfimize.

-Bakın babam zengindir gerçekten ama ben sevmiyorum o hayatı;  takım elbiyse, ciddi iş görüşmeleri falan beni bozar. Gerçi bir gün olacak mecburen, iş başa kalacak, bari hayatın tadını alayım o güne dek.

-Ah, o gün bir gelse de şu ihtiyar dostunun kemikleri rahat yüzü görse. Ne dersin Hal, beni de görürsün artık.

-Yok öyle, o hayat başlayınca eski hayatımı tozlanmaya bırakacağım bir tavan arasında, eski dostlarda anı olacak.  Ben altın gibiyim dostum, çöplükte bile parlarım ışıl ışıl, gün gelir yerimi bulurum, ama sen kalp parasın işte Fal,  yerin hep sokaklar olacak dostum.

Can’la yine birbirimize baktık. Doğrumuydu bütün bu duyduklarımız. Bu dilinin zembereği boşalmış serseri genç adam zengin bir ailenin oğlu olabilir miydi? Mümkün değildi bu, birazdan kahkahalarla gülecek, şaka yaptıklarını söyleyeceklerdi. Onlar ya iki çevreci, aktivist falan olmalıydı ya da tüm bu saçmalıklarına verilecek tepkiyi test etmeye çalışan iki akademisyendiler. Belki de bu bir saha çalışmasıydı ya da gizli kamera şakası. Şoktaydık. Allahtan mola yerine yaklaşmıştık, göl kıyısında durduk. Lokanta çok sakindi. Onlar masada demlenirken gizlice kaçabilirdik kaçmasına ama yaşadığımız maceradan korkuyla karışık bir heyecan duymaya başlamıştık. Özellikle Fal, doğrusu tatlısı bir adamdı. Onda şeytan tüyü vardı sanki, hırsız, kumarbaz, ayyaş olabilirdi ama çok sevimliydi. Madem bunlardan kurtuluş yok, bari sarhoş edelim dedik. Dostlarımız yiyip içtiler, hatta o kadar yiyip içtiler ki, tatil bütçemizin neredeyse üçte birlik kısmını masada bırakıp çıktık. Keyifleri iyice yerine gelmişti, Fal açtı bu sefer konuyu:

-Siz ne iş yaparsınız gençler?

-Bankacıyız ikimizde, ben kredilerdeyim, Gül dış ilişkilerde

-Ah ne yazık, ne güzel gençlersiniz oysa. Dolap beygiri gibi dön dur işin yoksa ömür boyu. Para biriktir, ev al, para biriktir, yazlık al, para biriktir araba al, para biriktir, o ne, ölüm gelip almış seni. Yol yakınken dönün bence.

-Nasıl yani, işi mi bırakalım? Nasıl yaşarız?

-Bırakın tabii. Yerleşin şu güzel Bodrumcuk’a. Bir dam, bir tabak, bir de şarap, başka ne gerekir ki insana? Şu kabzımallık çağında erdemin, aklın ne değeri kaldı ki. İki zeki insan kafasını sistemin çarkını çalıştırmaya değil, kendi çarkını mutlu mesut döndürmeye harcamalı.

-Seviyoruz ama işimizi, çalışmayı seviyoruz.

-Çalışmanın nesi güzel? Sen eşşek gibi çalış, patron aslanlar gibi yesin. Bak kaç yıllık kumarbazım, arada yağlı enayi buldu mu kaçırmam, söğüşlerim, daha cebi para dolu namuslu tek adam görmedim. Bence namussuzlardan çalarak yaşamak dünyanın en namuslu işidir gençler.

Biraz daha tartıştık ama Fal’a laf yetiştirmek mümkün değildi. Sonra içkinin de etkisiyle derin ve gürültülü bir uykuya daldılar arabanın arkasında.  Bodrumcuk’a vardığımızda biz de rahat bir nefes aldık; onları Belediye Binası önünde indirdik. O kadar rahatladık ki, inip ikisini de sarılıp öptüm, hala bu hikayeye inanamıyorduk, yarı sarhoş, sallanarak Belediye kapısına doğru yöneldiler, bekleyip onları izlemek istedim, 10-15 dakika sonra tekme tokat dışarı mı  atılacaklardı nasıl olsa, ısrarla o hallerini görelim diyordum ama Can, “kaçalım hemen” dedi, başımıza bela olmalarından korkuyordu.

Sürekli onları konuşarak bir haftayı devirdik. Bize bütün anlattıklarının yalan olduğunu düşünüyorduk. Sadece iki serseriydiler, iki hırsız, ama söyledikleri şeyler yalandıysa da zekalarına  şapka çıkarmak lazımdı.

Bir akşam Can’la limanda bir balıkçıda yemeğe gittik. Güzel bir ilk yaz akşamıydı, her şey harikaydı. Biz tam balıklarımızı sipariş etmiştik ki, içeri  7-8 kişilik kadınlı, erkekli bir grup girdi. Erkekler takım elbise, kadınlar şık giysiler içinde parıldıyorlardı, bütün gözler onlara döndü. Gözlerime inanamıyordum, takım elbiselilerden biri Hal’dı, traş olmuş, bembeyaz tril tril bir gömlek, ince ketenden güzel yazlık bir kıyafet giymişti. O arada iki adam yaklaştı yanına, koruma görevlisi gibiydiler, kulağına bir şeyler söylediler, yüzündeki ifade hiç değişmeden bir şeyler söyledi, eliyle bir işaret yaptı. Can’la birbirimize baktık, demek ki doğruymuş bakışıydı bu. Ama Fal neredeydi, o sevimli yaşlı ihtiyarın bu güzel ziyafeti kaçırması olacak iş değildi. Can’la “hadi” dedik, emin olmalıydık, Hal’a doğru yaklaştık, araya yine iki adam giriyordu ki Hal bizi görünce eliyle bırakın gibi bir işaret yaptı.

-Hal, merhaba, seni bu kıyafet içinde tanıyamadık.

-Haldun ben, selam, o gün babamla görüştükten sonra bütün hayatım değişti, babam ölmek üzere,  burada kalıp tüm işleri devralacağım.

-Peki Fal, o nerede?

-Faysal’ı mı diyorsunuz, ait olduğu yerde, her neresiyse orası.

-Ama yani nasıl olur, yaşlı bir adam o, senin de dostun?

-Dostluk mu? Güldük, eğlendik, çaldık, içtik. Yaşadık rahat ve dertsiz, ama gençlikte yaşanmalı.  Allah biliyor ve herkes görecek  ki, önceki benliğimi kovdum yanımdan, önceki yoldaşlarıma da aynısı yapacağım. Yiyip içip şişmiş, kocamış azgın biri Fal. Mezarlar onun gibiler için ağızlarını üç kat açmış bekliyor. Ancak Fal gibi aptallar yaşlılığın geleceğini bilmeden yaşar.  Müsadenizle.

Hal ya da korumalarının seslendiği isimle Haldun Bey yanımızdan uzaklaştı. Biz Can’la yeni bir heyecan içinde bitirdik yemeğimizi. Demek ki bu adamların anlattığı her şey doğruydu, Hal’in sözlerini hatırladık, çöplükte de olsa altın gibi parlarım ben diyordu, Fal ya da yeni öğrendiğimiz ismiyle Faysal, kalp para, sahi o neredeydi.

Yemeğimizi bitirip lokantadan çıktığımızda hala karmakarışıktık. Otele doğru biraz yürümek istedik. Restorandan 50 metre falan uzaklaşmıştık ki, Fal’ı gördük. İki adam yakasına yapışmış, “bak Haldun Beyin kesin emri var, görüşmek istemiyor, Faysal  İstanbul’a dönsün dedi, buralarda istemiyorum dedi, sana bilet alıp otobüsü bindireceğiz, aydan aya harçlığın da gelecek”. Fal, “yapmayın, ama o evladım gibidir benim, biraz burada kalayım kesin değiştirir fikrini” dediyse de adamlar zorla götürdüler Onu.

Çok üzgündük, ne yapacağımızı bilemiyorduk, hırsızdı, serseriydi falan ama tatlı adamdı Fal. Ona ne faydamız olabilirdi, en fazla 1-2 akşam bir otelde misafir edebilirdik o kadar. İki adam Fal’ı alıp gittiler, izini kaybettik ama Haldun’u gazetelerden bolca izledik. Babasının servetini daha da büyüttü, milletvekili bile oldu. Arada eski günlerini deşen gazetecilere, “gençtim, böyle bir dönemim oldu, ama doğruyu buldum” diyordu.

Yasemin Öztürk Çamur

(*)Shakespeare’in 1597 yılında yazdığı  “IV. Henry” isimli oyunundaki karakterler Prens Henry  (Hal) ve Sir John Falstaff (Fal) karakterlerinden esinlenilmiştir. Öyküdeki italikler; IV. Henry isimli  oyunda geçen Hal’in ve Fal’in gerçek sözcükleridir.