Kendinden söz etme

sadece gülümse ve iyiyim de

Çok canın sıkılırsa

kedinden söz edebilirsin…

Reyhan Hanım, yatak odasının kapısını usulca açtı. Çarşafa dolanmış, yorganın yumuşaklığında yitip gitmiş, mışıl mışıl uyuyan Paşa’sını uzunca bir süre seyretti.  Kim bilir ne güzel bir rüyanın içindeydi?  Nefes dahi almadan parmak uçlarında süzüldü, dilsiz uşaktan çantasını alıp çıktı.

Sabırsızlanan haciz memurlarından genç olanı, “Çabuk olun lütfen!” diye seslendi.

 “Şişşt, geldim işte. Aman sessiz olun. Paşa uyanmasın”

“Uyanıversin efendim, incileri mi dökülür!”

“Teessüf ederim beyefendi. Ne diye uyanacakmış?”

Biri genç diğeri yaşlı iki haciz memuru; maskeleri, eldivenleri, ritmik aralıklarla çevrelerine püskürttükleri dezenfektanları ile salonun ortasında ayakta dikiliyorlardı. Eski bir pikapta Neşe Karaböcek’in cızırtılı 45’liği 2.turunu tamamlıyordu.

Reyhan Hanım,  genç adama ters ters baktı. Çantasından çıkardığı pembe karton dosyaları diğer memura uzattı. “Sonuç değişmeyecek nasılsa ama alın bakın madem…”

Memurlar kavuştukları evraklara gömüldüler. Reyhan Hanım çay, kahve teklifini kabul etmeyen bir bardak suyunu bile içmeyen bu iki adama bakakaldı. “Aman ne suratsız şeylersiniz” diyecek oldu, cesaret edemedi. Pikabın sesini biraz daha açtı. “Kapatalım şunu lütfen”,  konuşan yine şu meymenetsiz genç memurdu, içinden söylene söylene pikabın sesini kıstı.

Yaşlı memur, telesekreter sesinin mekanikliği ile eşyaların haciz edilmeyeceğini, evin satışının yeterli olduğunu açıkladı. Sonrasında yazıp çizdikleri kâğıtları imzalattı, birçok form doldurttu.

Reyhan Hanım,  durumu kabullenmiş görünüyordu. Onun ağlanıp sızlanmasından, biraz daha zaman istemesinden, en fenası da yalvarmasından korkan memurlara kedisinden söz edip durdu.   

“Odaya girdiğimde, Paşa öylesine kendinden geçmişti ki bir an baygın sandım, aklım çıktı. Ondan sebep hemen çıkamadım odadan, başında bekledim biraz,  bıyıklarını titretince bir oh çektim içimden. Bıyıklar titriyorsa keyifler yerindedir, hah ha. Ben hemen anlarım bizim Paşa kesin güzel bir rüya görüyordur, yüzüne mutluluk konuverir. Keşke kedi rüyaları gibi rüyalarım olsa… Çok uzun yıllar vardır ki şöyle rahat, tatlı bir uyku çekemedim. Ya siz?”

Genç memur,  çok iyi bir gözlem yetisine sahip olduğuna ve böylelikle erken yaşta engin bir yaşam tecrübesi kazandığına inanıyordu. Onun düşüncesine göre;  orta yaşlı kadınlar ilk sorularını hep çok kolay yerden sorarlardı ama yanılgıya kapılıp cevapladığınızda zorlaşarak ve çoğalarak ardından gelecek yeni soruları ile yakanıza yapışırlardı. Bu yüzden onlar bir kez konuşmaya başladığında çok önemli bir işi varmış da onunla ilgilenmesi gerekiyormuş gibi davranır, cevap verme zahmetine girmezdi. Şimdi de elindeki evraklara gömüldü ve Reyhan Hanım ile konuşamayacak kadar meşgul bir adam oldu.

Yaşlı memur ise tecrübenin yaşla birlikte artığına inanırdı. Ona göre; genç veya yaşlı bütün kadınların konuşmaya duydukları büyük bir açlık vardı ve kâle alınmazlarsa saldırganlaşabilirlerdi. Hele bu salgın hastalıkta evlerine kapatılmışken, sohbetlerini can kulağı ile dinliyormuş izlenimi edinmezlerse ne kadar vahşileşeceklerini tanrı bilirdi. Bu yüzden, Reyhan Hanım’ın gözlerinin içine baktı ve “Ehh” dedi sonra da “Yaa,  yaa “ diye kafasını salladı. Bu cevap hangi konudan söz ederlerse etsinler en uygun cevaptı. Bazen keyfi yerinde ise konuşmacılar ara verdiğinde  “Elden ne gelir ki?” dercesine kollarını iki yana hafifçe açar ve başını sağa sola çevirerek iç geçirirdi. Fakat bugün çok üşenmişti.

Reyhan Hanım ise günlerdir Paşa’dan başka kimse ile konuşmuyordu. Dolayısıyla cevaplanmamak ya da anlamsız mırıltılarla karşılık bulmak uzun süredir alışkın olduğu bir durumdu. Bu iki şapşal memura alınmadı. Alınsa evine fütursuzca dalıp ihtarnameyi burnunun ucuna dayamalarına ve evini üç kuruşa elinden almalarına alınırdı. Konuşmasını sürdürdü…

“Vallahi kıskanmıyor değilim şu Paşa’yı, rengârenk, ışıl ışıl rüyalarını. Oysa ben bırakın rüyayı kâbus bile göremem. Ne bir rüya ne de bir kâbus götürebileceğim yanımda, bu dünyadan göçüp giderken. Hâlbuki pek çok insanın hatırladığında yüzünde tebessüm ettirecek bir tanecik rüyası vardır. Benim yok…

Aslına bakarsanız en kralı kâbustur, aklınızı alır belki ama onu görmek büyük ayrıcalıktır. Sizi teselli edecek, sırtınızı sıvazlayıp “Geçti canım, geçti, kötü bir rüya gördün, hadi uyu, ben buradayım” gibi sözler söyleyecek, terinizi silecek, bir bardak su verecek birisinin olması gerekir yanı başınızda. Uyandığınızda kâbusunuzu anlatacağınız, hayra yoracak birisi olmalı…”

Genç memur, evraklardan birinde yazılanları dikkatle not aldı, yaşlı memur “Ehh”  dedi.

Fakat memurlar, bundan bir kaç yıl sonra ve ara ara en olmadık gecelerde, uykunun karşı konulamaz o tatlı geçiş anlarında Reyhan Hanım’ın söylediklerini düşünmekten, her defasında farklı anlamlar yüklemekten, uykularını ve rüyalarını kaçıracak vesveselerden kurtulamadılar.

“Bir kadın nasıl olurda kâbus bile görmekten imtina ederdi?”

“Oysa o tombul, tatlı ve parlak kadına bütün rüyalar yakışırdı. Kâbuslar bile… Uyandığında apak, gergin alnına düşen saçlarının arasından süzülen boncuk boncuk terler ile kim bilir nasıl sevimli görünürdü?”

Lakin o gün Reyhan Hanım konuşup dururken memurların tek derdi; sokağa çıkma yasağından önce evlerine dönebilmekti. Reyhan Hanım’a tutanakları imzalatır imzalatmaz GSM’ye uğrayarak dezenfektan kabinine girecekler, test grafiklerinin dökümünü çıkaracaklar ve günlük dozlarının ayarlandığı ciplerini dolduracaklardı.

Son evrakı da imzalattılar ve borcunu bir hafta içinde öderse haczin durdurulacağını aksi halde ise başına ne gibi çoraplar örülebileceğini sanki bütün bunların olmasını dileyen kötü ruhlu bir kâhin gibi sıraladılar. Bunun için ileriki günlerde hiç bir üzüntü ya da pişmanlık duymadılar hatta gerçekleşip gerçekleşmediğini bile merak etmediler. Reyhan Hanım’ı rüyaları ile hatırladılar hep.

Reyhan Hanım,  birkaç hafta sonra evinden çıkarılacaktı fakat nereye gideceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Emekli maaşı ile ancak idare edebiliyordu, şimdi üstüne bir de ev kirası eklenecekti.  Reyhan Hanım, ömrünün son günlerini sefalet içinde geçireceği gerçeği ile yüzleşirken buz gibi kalakaldı. “Peki ya Paşa’yı kime emanet edecekti?” Şu bir kaç aydır epeyce bağlanmıştı ona. 

Haciz memurlarını uğurladıktan sonra Neşe Karaböcek’ in Niyet isimli 45’liğini pikaba yerleştirdi, sesi neredeyse sonuna kadar açtı. Pencereden baktı, dallarını uzansa tutuvereceği kendisi ile yaşıt erik ağaçları yeni yeni tomurcuklanıyordu. Yatak odasına gitti, gerinip esneyen, uykulu gözlerini kırpıştıran Paşa’nın yanına uzandı.

“Hadi biraz da birlikte uyuyalım minik kedicik. Şu güzel rüyalarından ödünç verir misin? Ha, kedicik? Hem belki bu sefer kendiliğinden oluverir, neden olmasın?  Söylesene tatlı kedicik neden olmasın? Kim bilebilir değil mi?” dedi.

Ayşenur Baran

20.01.2021