Üç tabut daha vardı, bir bir isimlerine baktım. Elim tanımadığım sağlıkçı arkadaşların yüzünde gezindi, konuştum onlarla. “Üzülmeyin! Beyaz giysimiz ve emeğimizle göklerdeyiz, kelebek kadar özgür.”

Zor anlar geçirdik! Elden ayaktan düşünce, önce şok geçirdim. Psikolojim bozuldu. Aniden oldu! Tuhaf bir duygu, anlatılması çok zor. Boşluktaydım. Nefes zorluğu çektim. Hiçbir derdimi, isteğimi söyleyemedim. Korktum! Yoğun bakım iyi bir şey değil, biliyordum zaten. Hizmet eden meslektaşım: “İyileşeceksin, yanındayım,” diyordu. Daha sonra hemşire, doktor odası ve koridordaki hastaları, koşuşturmaları hatırladım. Hastaların tedirginliğini yüzlerinden okuyordum. Evime gidemediğim, otelde kaldığım günler hafızamdan kayıp gidiyordu.

Zihnim dur durak tanımadan, yılları üçer beşer atlayarak, beni geçmişime, pandemi öncesi günlere, Kadıköy’deki evime götürdü.

Bir gün bölüm doktorum, Emine, “Opera sever misin? Kadıköy Süreyya Opera Binası’nda,” demişti. “Hafta sonu gidemiyorum ben, boşa gitmesin bilet.” Utana sıkıla, “Operaya hiç gitmedim, bilmem ki?” diyebilmiştim. 

Hâlbuki oturduğum ev Yeldeğirmeni’ndeydi. Sık sık Bahariye’den geçerdim. Hafta sonlarıysa arkadaşlarla sinemaya, arada bir de tiyatroya gider olmuştum. Operaya gidenleri gördükçe, bir arkadaşımın, “Burjuvalar gider operaya, bize hitap etmiyor” deyişini hatırlardım. 

Bileti aldığımda, okuduğum Walter Scott’un romanlarını tekrar anımsadım. Oyun hakkında bilgim yoktu. İnternetten bir iki araştırıp, hiç olmazsa anlamakta çok güçlük çekmem diye düşündüm. Cumartesi gününü, saat 21.00’i sabırsızca bekledim. Her geçişimde Süreyya Opera Binası önüne gidip, afişlere bakıyordum. “G.Donizetti Operası… Lucie de Lammermoor… Lagardy… vs.” Benim için operaya gitmek, zengin ve kültürel bir dünyaya açılmaktı: Yeni insanlarla tanışmak, bugüne kadar bulamadığım, “Aşk sembolü kadar güzelsiniz,” diyecek beyaz atlı prensle bilmediğim diyarlara uçmak.

Cumartesi günü saat yaklaştığında, yerimde duramıyor; heyecanımı yenmek için caddeyi amaçsızca turluyordum. Opera binasının önünde epeyce kuyruk olmuştu. Bir tarafta da “Ya kanal ya İstanbul” sloganları atan göstericiler vardı. Beklerken, binanın ön cephesindeki, önceden hiç dikkatimi çekmeyen kabartma heykelleri farketmiştim. Binanın içini görmek için sabırsızlanıyordum.

İçeri girdiğimde ayaklarım yerden kesildi, sarayda mıydım? Dışarısı ayrı, içerisi ayrı güzeldi. Koltuğuma oturduğumda localar, tavan freskleri, duvarlardaki pano resimler dikkatimi çekmişti. Mücevher kutusuydu sanki, ben de içinde! Sahne, oyun, müzik; tenor, bas, bariton, sopranoyu unutmuştum.

Perde açılınca sahne gözlerimi kamaştırdı. Orman, uzakta uzanan göl ve bir meşe ağacının altındaki çeşme… Başka bir dünyaydı. Beni doğduğum kasabaya, okuluma götürmüştü. Annemin ölümüyle yalnız kalmam bunalıma dönüşmüş; yerimde duramayan halim, durgun ve çekilmez bir hal almıştı. Aklımı kaçırmak üzereydim. Ne yapacaktım? Biliyordum! Kendimleydi sorunum. Her şey güllük gülistanlık değildi. Onları görmezden gelmek, gerektiğinde değiştirebilmek gerekirdi. Kitaplara sığınır oldum. Beyaz dizi, romanlar okudukça kendime özgürlük alanı açtım. Yürümek, koşmak istedim. Yaşamın sadece kasabadan, kendi hayatımdan ibaret olmadığını öğrenmiştim. Biliyordum bunu fakat yeterli değildi. Okuldaki aşkım! İşte o heyacan, o duygu fırtınası oturduğum koltukta beni kasıp kavurdu. Buluşmamız uygunsuz bulunup, okul ve babamın verdiği cezayı hatırladım sonra. Sevgilim korkmuş ve ayrılmıştı benden. Olsun! Benim korkaklarla işim yoktu. Ama yine de o günleri, çeşmede buluşup birbirimizi ıslatma yarışına girişimizi ve etrafında yoruluncaya kadar koşup, meşe ağacının dibinde el ele uzandığımızı hiç unutamamıştım.

Ben böyle rüyalar âleminde gezerken bir an sahnede Lucia’yı gördüm. Lagardy’e tükenmez bir aşkı olmalı ve gizli kalmalıydı. Saçlarında portakal çiçekleri vardı. Solgundu yüzü, yürüyordu. Hele Lagardy sahneye çıkınca işte benim beyaz atlı prensim demiştim. O adam beni kendine çekmiş ve istendiğimi hissetmiştim. Kendimi o yaşamın içinde görüp, hayalimde canlanınca, Lucia’ydım sanki! Legardy’nin elinden tutup; yorgunluğunu, gururunu, hayal kırıklıklarını paylaşıp; nakış yapıp, çiçekler toplayıp gezmek istemiştim. Sahnedeydim! O, rolünü oynarken bana gözlerini dikmişti… açıktı gözleri! Okul arkadaşım, aşkımdı o! Çıldırmıştım! Koşup kollarına atılmak, gücüne güvenmek, ona; “Coşkum, ateşim, sevgim! Her şeyimle sana aitim! Kaçır beni ve kuşlar gibi uçalım” demiştim.

Ben Hemşire Emine Bulgurlu, gökyüzü artık uzak değil bana. Beyaz giysimle, şimdi de orada ve kelebek kadar özgürüm...

Muhsin Başaldı