Yapmamayı yaptığınızda
her şey yerli yerindedir
Lao Tzu
Berjer koltuğun kıyısına ilişmiş, salomanjeden gelen seslere kulak kabartarak, kanatlı kapının açılma anını bekliyordu.
Sıhhiye’de, adresini kolayca buldukları çıkmaz bir sokağın sonundaki bakımsız apartmanın merdivenlerini Ali’yle tırmanalı çok olmamıştı. İlk kez geldiği evin salonundaydı şimdi. Az evvel burada bulunanlar, yemek masasının olduğu tarafa, salomanjeye geçmiş, yalnız başına kalmıştı. Birazdan kapının kanatları açılacak, içeriden birileri, ”nerde kaldın, çayın soğudu” ya da buna benzer şeyler söyleyerek yanlarına çağıracaktı. Bir zamanlar, o daha küçük bir çocukken ve babası henüz sağken, Çankaya’da oturdukları evin salonunun da böyle salon salomanje olduğunu hatırladı. Ancak o evin iki salonunun da evin giriş holüne açılan ayrı birer kapısı vardı. Bu sayede, salomanjede, yemek masasında muhabbetlerine devam eden ev halkı Olcay’ı salonda zannederken, o çoktan kapıdan hole geçerek evden çıkmış, bahçedeki ceviz ağacına tırmanmış olurdu. Duvarlara göz gezdirdi, burada içeridekilere görünmeden sıvışabileceği başka bir kapı yoktu.
Bundan çok daha büyük ve gösterişliydi evimizin salon salomanjesi diye geçirdi içinden. Kapıya sabitlediği, kırpmadan baktığı için olsa gerek bir müddet sonra sulanmaya başlayan gözlerinin önüne, o evde, çocukluğunda verilen akşam yemeği davetleri geldi. Kristal bardaklar, gümüş çatal bıçak takımları antika dolaptan çıkarılır, silinir, parlatılırdı. Hesap işi keten masa örtüsü serilirdi maun masaya. Kolalanmış peçeteler, origamideki maharetini sergileme fırsatı bulan babası tarafından katlanır ve tabakların yanına yerleştirilirdi. Yemek odasını en çok böyle günlerde severdi Olcay. Annesinin terzisi tarafından özenle dikilip, üzerine çiçek motifleri işlenmiş ipek tafta elbisesinin tüllü kabarık eteğini savurarak dans ederdi yemek salonunda.
Onu salomanjedekilerden ayıran kanatlı kapının buzlu camını oturduğu yerden seçemiyordu, evlerindeki gibi üzerinde baklava deseni olup olmadığını görmek için içinde karşı konulmaz bir istek oluştu. Kalktı, kapıya yaklaştı, yanılmamıştı, içlerinde o hatırında kalan minik noktalardan da vardı. Kapının koluna dokundu, aşağı itip açmasına, masanın etrafında oturanların başlarını kaldırıp ona bakmasına ramak kalmıştı. Vazgeçti, elini çekti, biraz önce tehlikeli bir maddeye dokunmuş gibi silkeledi, kazağına sürüp sildi. Pencereye doğru yürüdü, önünde duran, az evvel kalktığı koltuğa yeniden sığındı.
Üzgündü, bu buruk duygu elektik akımı gibi tüm bedeninde saliseler içinde dolaştı. Zihninde oluşan, sonra hızla bedenine yayılan acımsı tortudan yola çıkarak üzüldüğü şeyi bulmaya çalıştı. Keskin bir nişancı gibi aklındakileri taradı. Bugün burada yalnız bırakılmasına gücenmişti ama bu durum henüz tortu bırakmayacak denli tazeydi ve belirsizlik içeriyordu. Muhtemelen kendi alınganlığım diye geçiştirecek, günün sonunda unutup gidecekti olanları. İyice gömüldü koltuğa, olduğu yerde büzüldü, başını göğsüne yasladı, ayaklarını yukarı çekti, tostoparlak oldu. Sinir uçlarında gezinen keskin nişancı bulmuştu üzüntüsünün kaynağını, hatırlamıştı. Hafta içinde Ali’yi annesiyle tanıştırmıştı, birbirlerinden haz etmedikleri gibi annesi hoşnutsuzluğunu göstermekten de gocunmamıştı. İki gün önce tartışırlarken Ali sesini yükseltmiş ve ”sen de annen gibisin, hep ilgi istiyorsun.” demişti Olcay’a, ilk kavgalarıydı. Bu pozisyonda dakikalarca kaldıktan sonra aniden ayağa kalktı, gerindi, tavus kuşu gibi yeniden açıldı, sonra camdan dışarı baktı. Sokak da kendisi gibi yalnızdı.
Herkesle birlikte yemek salonuna geçmemesi ne saçma olmuştu. Yere düşmüş, sonra da aranmamış ve artık tamamen unutulmuş alelade bir pijama düğmesinin, bir köşede toz içinde sahibini beklediği gibi, o da burada Ali’yi bekliyordu. Yalnız kaldığı anı hatırlamaya çalıştı. Konuşulanlara ilgisini kaybedince, köşedeki sehpada Mister No’nun, çocukken okumadığı yahut okuduğunu hatırlamadığı bir sayısını görmüş, eline almış ve sayfaların arasında kaybolmuştu. Bir süre sonra etrafındaki uğultu kesilmiş ama o bunu fark edememişti. Oldum olası dalgındı zaten, kaptırınca kendisini okuduğu kitaba, dünyayı unuturdu. Annesi, ev yansa umurunda olmaz senin diye paylardı böyle zamanlarda onu. Hele resim yaparken, saatlerce ayrılamazdı şövalenin başından. Bir çırpıda bitirdiği çizgi romanı aldığı yere bırakıp başını kaldırdığında, salonda yalnız olduğunu anlamıştı.
Buzlu camın ardından gelen sesleri, söylenenleri anlamasa da kabaca duyabiliyordu. Cesaretini toplayıp ayağa kalkmalı, kapıyı açmalı ve içerdekilere ”selam millet, ben geldim” demeli ya da buna benzer şeyler söylemeliydi. Yahut hiçbir şey söylemeden sandalyelerden birine ilişebilirdi de. Kendisinde bunların hiçbirini yapacak güç ya da istek bulamadı. Arafta kalmıştı, birşey yapmamayı seçti.
Salomanjedekiler, ona yarım yüz yıl geçmiş gibi gelse de, yarım saattir hummalı bir çalışmanın ortasındaydılar. Konuşup tartışıyorlar, önlerindeki kağıtlara habire birşeyler yazıp çiziyorlardı. Çoğunlukla ciddi görünseler de arada bir gülüşmeleri, gevrek kıkırdamaları salona dek geliyordu. ”Kıkırdamalarını duymasam keşke” diye düşündü. ”Şu güçlükle akan zamanın tuhaflığı, o gülüşme sesleriyle iyice belirginleşiyor.” Olcay’la birlikteyken kelimeleri, cümleleri alabildiğine tutumlu hatta cimrice kullanan, konuşmaktan çoğunlukla kaçınan, insanları gereksiz yere, boş konuştukları için eleştiren Ali’nin şimdi dili çözülmüş, sesi akıcılaşmıştı. Kapının ardından onun gür sesini rahatlıkla duyabiliyordu. Kendisinden esirgediği sözcükler, kahkaha sesleri, hoş ezgiler bırakarak, cömertce dökülüyordu sevgilisinin dilinden.
O sabah, Kızılay’da yeni açılan kafelerden birinde buluşup kahvaltı yapmışlardı. Ali’nin doğum günüydü, kutlama yapmayı sevmediğini biliyordu Olcay, ama yine de bu güneşli kış günü güzel geçsin istiyordu. Hediyesini verirken mezuniyet sergisi için danışmanıyla yaptığı görüşmeyi, hafta içinde başından geçen komik olayları anlattı. Ali’nin onu annesi ile ne zaman tanıştıracağını sordu, kendi annesi hakkında konuşmaktan ise özellikle kaçındı. Arada durup, dinliyor mu diye yüzünü inceliyordu. O ise her zamanki gibi suskundu. Böyle zamanlarda hep yaptığı gibi Olcay’ın ellerini avuçlarının arasına aldı, sonra dudaklarına götürdü, öptü. Ali’nin öğleden sonra toplantısı olduğunu, oraya birlikte gitseler de gün boyu baş başa kalamayacaklarını duyunca neşesi kaçtı Olcay’ın.
Salomanjeden gelen hararetli seslere kulak kabarttı. Hukuk Fakültesinde, Ali’nin bir alt döneminde okuyan üç çocuğun öğrenci evindeydiler. Çocuklardan birinin kız arkadaşı ve hepsinden büyük, kırklı yaşlarında görünen bir kadın da vardı. Kadının yırtıcı kuşları ansıtan ucu aşağı kıvrık gagamsı burnu, mor hareli ince dudakları, sesinin kararlı tonu Olcay’da ona karşı korku ile karışık saygı uyandırmıştı. Yarım saat önce salonda, Olcay’ın şu anda oturduğu başköşedeki berjer koltukta oturan kadını, odadakiler can kulağıyla dinlediğine göre, örgütte sözü geçen biri olmalıydı. İçeriden de en çok Ali’nin ve onun sesi geliyordu.
Saksıdaki devasa kauçuğa bakarken düşüncelere dalmıştı. Evlerinde de vardı aynısından, hatta belki kendisinden bile yaşlıydı evdeki kauçuk. Bazı akşamlar, babasının toplantısı kulüpte değil, evde olurdu. Akşam yemeği telaşla yenir, sair zamanlarda olduğu gibi koltuğuna çekilip purosunu tüttürmek yerine, o da masanın toplanmasına yardım ederdi. Nihayet salomanjeyi sigara dumanına boğacak arkadaşları birer ikişer zili çalmaya başlardı. Olcay, salondaki kanepede uzanarak, gece yarılarına dek süren toplantının bitmesini beklerdi. Babasının her gece uyumadan önce, kendisine hikaye okumasına alışmıştı. Milletvekili adayı, bu toplantılardan birinde, salomanjedeki maun masaya yığıldı kaldı. Kalp krizinden ölmüştü.
Olcay saatine baktı, burada tıkılıp kalmasının üzerinden kırk beş dakika geçmişti. Salonun kapısı açıldı, içeri ev sahibi çocuklardan biri girdi. Gecikme için özür diliyordu. Ah ne eşeklik etmişlerdi vaktinde dolaba bakmamakla, çay en olmayacak zamanda bitmişti. Tam bakkala gitmek için apartman kapısından çıkarken ev sahibiyle karşılaşmıştı. Kirayı ödemedikleri için ondan da zılgıt yemiş, sonra yanında yeterli para olmadığını farkedip eve dönmüş, yeniden çıkmıştı. Bir elinde çay bardağı, diğerinde kuru pasta tabağıyla bekliyordu çocuk. İkram edilenleri sehpaya yerleştirirken teşekkür etti Olcay. O sırada köşedeki Mister No’ya ilişti gözü, ikinci kez eline aldı. Resimli romanın kendisine ait olduğunu söyledi çocuk, odasındaki dolapta tüm serinin olduğunu da. Olcay’ın neşesi yerine gelmeye başlamıştı, içeriden gelen seslere bakılırsa bu çocukla çizgi romanlar hakkında konuşmak için bolca zamanı olacaktı.
Bir kanadı açıktı kapının, Ali’yle göz göze geldi, kırklarındaki kadın konuşuyor, Ali bakışlarıyla Olcay’ı süzerken bir yandan da onu dinliyordu. Gülümsedi Ali, Olcay içinden gelmese de karşılık verdi. Sokağa çıktıklarında ona söyleyeceği veda sözcükleriyle meşguldu oysa zihni. Vazgeçti, en iyisi, hiçbir şey yapmamak, söylememek, sessizce ayrılmaktı.
Oya Kaya