Etine dolgun parmaklarımın sızlaması her sabah dilime vurur. Sorun, okul pantolonumun düğmesini ilikten geçirmek. Bilmediğim bir sebepten düğmeleri deliklerden büyük yapıyorlar. Binbir şekle giren parmaklarımla bugün de başardım. Evvet! Fermuarı çekebilirim. “Hassiktirr!” İki adım geri sıçradım. Nefesim aldı başını gidiyor. “Annee-babaa” Umarım sesim duyduğum kadar yüksek çıkmıştır. Tamam, büyümüş olabilirim ama hâlâ bazı durumlar için pek de büyük sayılmam. Dün Türkçe dersinde öğrendiğimiz bir atasözü vardı, neydi o ya? Hah tamam hatırladım. “Ağzın karnından büyük olmasın.” Sanırım böyle durumlar içindi. Annemin koridorda yankılanan ayak sesleri cesaret için yetti. Parmak ucumda ileriye doğru üç beş adım attım. Cama ağzımı ve burnumu yaslayarak, dışarıya baktım. Sağa sola şapşalca kanat çırpan kuşu fark ettim. Kanatları zar gibi çok ince. Ne kadar da çirkin. Ve tuhaf. Sanki! Sanki pelerin takmış bir fareye benziyor. O kadar hızlı hareket ediyor ki yüzünü göremedim. Omzumu kavrayan el babamın. Annem yalnız koşmamış demek. Pencereyi açtı babam. “Yarasa oğlum bu. Genelde gece ortaya çıkarlar, buralarda da pek görülmez ama neyse… Bundan mı korktun?” “Hıhı. Sanırım cama çarptı, çok ses çıktı çok!” “Hadi gel, kahvaltın soğudu, hepimiz geç kalıyoruz.” “Tamam, tamam. Çekme kolumu ya! Yüzümü yıkamadım daha. Yarın da Batman gelse var ya acayip havam olurdu okulda.”

Aylarca yarasaları tek tük gördüm. Yalnız, her geçen gün sayıları da azar azar artıyor gibi. Apartmanların arasında gezinip durdular. Zaman zaman ortaya çıktılar. Bazen de kayboldular. Kafaları karışık olmalı.

Dışarda fena halde yağmur var. Acayip de karanlık. Ayazla yağmur birlikte camları dövüyor. Yani ortalık çok tekinsiz. Bir de Mart bahar ayı diyorlar. Bahar böyle mi olur? Elimde oyun kumandası, karşımda tv olabilir ama dışardaki kavga da hiç fena değil. Bilgisayar oyununda, şatosunun etrafını saran uçan ejderhalardan habersiz güçlü ve yakışıklı bir prensim. Şatomu, halkımı, kral ve kraliçemi korumak için ejderhaları öldürüyorum. “Hiç sırası değil, hiç değil!” “Çişim ucunda, ucunda! Hiç sırası değil! Of ya!” Prensler savaşın ortasında çişe gitmezler! İçimde birikmiş çişim benden güçlü. Oyun konsolunu koltuğa fırlattığım gibi koşarak işemeye. Annem, okullar açıldığında klozetin karşısına bir poster asmıştı. Berbat görünümlü, perişan halde bir çocuk bağırıyordu; “Bilgisayar oyunları bulaşıcı hastalıktır.” Garip kadın şu annem. Sanırım bilgisayar virüslerini gerçek sanıyor.

Gittiğim hızla, salona geri döndüm. Bizimkiler, perdeleri açık pencerenin önünde. Sanırsınız bal mumu heykellerini oraya öylece bırakmışlar. Yanlarına sokuldum, pencereye ağzımı, burnumu dayadım, yüzümün yarısı çıkan buharla kaplandı. Bakın şimdi ne söyleyeceğim. Buna inanmayacaksınız. Dış pervazda onlarca kuş ayağı vardı. Ayakları ters. Ee bedenleri nerede? Biraz daha dikkatle baktım, daha iyi görmek için gözlerimi ayırdım. Tepe taklak durmuşlar, bedenlerini aşağıya sarkıtmışlardı. Görüş alanımı genişlettim. Yüzlercesi, binlercesi puslu havayla bütünleşmiş taklalar ata ata uçuyordu. Apartmanların tamamında yanan ışıklar birbirlerini aydınlatmaya çalışıyordu. Karşı binaların camlarına üşüşen insanların, ağız ve burunları buğunun arkasına saklanmıştı. Gözleri minik kıvılcım parçaları. Aşağıya baktıkça, sayıları artan yarasalar dev bir fırtına oluşturmuş, tüm cadde ve sokakları kaplamıştı. Yolda kalan arabalar, varla yok arasındaydı. Açık farlarının ulaştığı yerlerde çok daha enteresan bir şey vardı. Binalar boşlukta! Toprakla bağları yok! Zemini olmayan binalar havada asılı ama sallanmıyordu. Sokaktaki insanların yardım çığlıkları zehir zemberek kulaklarımıza çarptı. Aman Tanrım! Yarasa istilası! Aramızda sadece bir camlık mesafe vardı. Meğer zaman canı istediğinde donabiliyormuş. İnternette oynarken de donsaydı ya.

Bir an da kendimi baba kucağında buldum. Perdeleri çekmesiyle evde panik havası harekete geçti. “Televizyonu aç, Allah aşkına nedir bu? İnternette yazılanlar doğruymuş!” “Baba şimdi bizim ev de havada mı? Yarasalar evlerimizi nereye taşıyor? Bizi nereye götürüyorlar?” “Bilmiyorum, bilmiyorum! Dur bir saniye, bekle biraz. Bak açıklama yapıyorlar.”

“Akşam saatleri itibariyle tüm ülkeden gelen ihbarlar ve sosyal medya görüntüleri doğrultusunda yaşanan olağanüstü durumun nedenleri ve kurtulma yöntemleri tarafımızca araştırılmaktadır. Bu süre zarfında hiçbir vatandaşımız evinden çıkmasın, cam ya da kapılarını açmasın. Yarasaların ve dışkılarının zarar verip vermeyeceği tespit edilene kadar vatandaşlarımızın güvenliği için sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Panik, şu an istediğimiz en son şey. Sakin olun ve evlerinizde kalın!” Açıklama çok komik. İstesek de çıkamayız ki!

Telefonlar çaldı. Herkes birbirini arıyordu. En yakından en uzağa tanıdıklardan dinlenen hikâyeler birebir aynı. Annem kiler ve buzdolabına koşarken tek bir soru etrafında birleştik. “Bu nasıl oldu?”

Annem, tuvaletteki posteri yırtıp attı. Onu bu kadar sevdiğini hiç bilmezdim. Çok ağladı çıkarırken. İlk zamanlar sevincim göklere kadardı. Sonra kurtarılacak şato, şehir ve ülke kalmayınca bir anlamı da kalmadı. Babam yeni nesil ayin diyor oyunlarıma. Bilgisayarlar da yeni tapınaklarmış. Henüz bunların ne anlama geldiğini bilmiyordum. Sanırım iyi şeyler. Yoksa bu kadar oyun oynamama sessiz kalmazlardı. Gerçi yapacak başka bir işim de yoktu ya. Bütün günler elimde sayılırdı. Eskiden günde bir saat zorla oynardım. En iyisi okula başladığımda öğretmenime sormaktı. Okul dedim de Türkçeymiş, matematikmiş, fen bilgisiymiş, yabancı dilmiş, ödevmiş, projeymiş, sınavmış hepsi ve daha fazlası yarasaların arasında kayboldu. Ohh! Çok da iyi oldu.

Baktığımız her yerde yarasa boku vardı. Kokusu nasıldı acaba? Bazen özellikle lahana ya da kuru fasulye yediğimde benimki çok iğrenç kokar. Gerçi o iğrenç kokuyla eğlenmediğimi söyleyemem. Birazcık, küçücük açsaydım ya pencereyi. İçerdeki hava bize yeter miydi? Biraz tasarruf mu yapsak? Bir yemek kaşığı oksijen solusak, insana ne kadar yeterdi? İçlerinden biriyle göz göze geldim! Gözlerimde kendini gördüğüne emindim. Kanatları kollarından, kulakları yüzünden büyüktü! Of, tahminimden daha tüylüler! Dişleri, aman Allah’ım dişleri!

Neyse ki sokaklar yarasa avına çıkan, beyaz koruyucu kıyafetler giyinmiş maskeli insanlarla doluydu. Bir ordu sayısındaydılar. İki grup halinde belli aralıklarla geliyorlardı. Öndeki gruplar yarasalara ilaç sıkıyordu. Arkadaki gruplar da kar savar makineleriyle yerdeki insan ve yarasa ölülerini, toprakla binaların arasındaki boşluğa doğru atıyordu. Üst üste yığılmış cesetler hepimizi serseme çevirdi. Bildiğim kadarıyla ölüler mezarlarında yatardı. Bir süre sonra beyaz elbiselilerin arasında da ölenler oldu. Diğerleri gibi binaların boşluklarına atıldı. Bu ölüleri hatırlayanlar olur umarım. Ambulans sirenleri hiç susmadı. Henüz ölmeyenler de vardı demek. Çok yorgun görünüyorlardı. Ölüm enselerinde diyordu haberlerde. Ellerim sürekli ensemde, ya oraya da gelirse. “Tamam anne, çekiştirmesene kolumu. Öf!” Perdeler sıkı sıkı kapandı.

Biz camdan bakanlar, burnumuz dâhil boynumuza kadar iyice görünmez olmuştuk. Sanırım ağzımızdan, burnumuzdan çıkan buğu, camlarda iyiden iyiye iz bırakır oldu. Sanki görünmez bir ressam, ağzımızı, burnumuzu yüzümüzden silmişti. Doğrusuysa, hepimiz her gün, hep aynı pencereden, hep aynı yöne bakıyorduk. Bazen insansız kalan camlar da oldu. Kimisi bir süre sonra camına döndü, kimisi ise bir daha hiç görünmedi. Bu arada gözlerimiz irileşti, kaşlarımız belirginleşti. Suyun içine gizlenmiş kurbağa sürüsü gibiydik. Yine de hepsini sokakta görsem gözlerinden tanırdım. Bazılarının gözyaşlarını da görebildim. Sanırım üzüntüleri de büyümüştü. Ben de büyük gözyaşları döküyordum. Öfke krizlerim oldu zaman zaman. Gerçekte neşeli çocuklardanım ama tek başına neşeli olmak çok zordu. Bir keresinde arkadaşıma “Mutsuz insan ne demek?” diye sormuştum. O da “Zavallı insanlar mutsuzdur.” demişti. Sanırım hepimiz artık çok zavallıydık. Eskiden bu kadar çok öfkelenmezdim. Sadece okul pantolonumu iliklerken. Onu da çok özledim. Artık küçük geliyor. Her şey eskisi gibi olduğunda yenisini alacakmışız.

Zamanın bu sürede kaç kere donduğunu saymayı unuttum. Hiçbir yere aceleyle yetişmemiz gerekmediğini fark ettim. Bir yerlere yetişmeyi özledim. Okula, spor salonuna, resim atölyesine, doğum günlerine… Annemle babam sürekli bilgisayar başındaydı. Meğer iş dedikleri şeyi bilgisayarda yapıyorlarmış. Bir de bana kızıp dururlardı oyun oynuyorum diye. İkisi de çok hüzünlü, çok üzgündü. Bu durum başladığından beri dudaklarının kenarında kırışıklıklar iyice derinleşti. Buldog gibi sarkar oldu yanakları. Yüzleri bembeyaz. Belki de bana öyle geliyordu. Benim de onlardan pek farkım yoktu aslında. Burnum yemek kokusunu, ağzım tadını almıyordu. Hatta kendi gazımın kokusunu bile alamadım. Annem sürekli cama dayadığım için işlevlerinin azaldığını söyledi. Eski hayatımıza döndüğümüzde zamanla düzelecekmiş. İyi ki de böyleymiş. Evimizin havasızlıktan çürümüş kokusu dayanılır gibi değilmiş. Yine de yarasa boku koklayamayacağım için çok üzgünüm. Sürekli aynaya baktım. Burnum yassılaşmıştı sanki.

Derken hepimizi şaşırtan bir şey oldu. Ölen yarasalar ve insanlarla binaların boşlukları iyiden iyiye kapandı. Cesetler toprağa karışarak neredeyse yok oldu. Binalar ve evler gün be gün yerine yerleşmeye başladı. Ailemin ürkekçe beni bu görüntülerden koruma çabaları boşa gitti. Yarasa ve insan sayılarında ciddi azalma başladı. Hâlâ korkak ve ürkeğiz ya da hırçın, huysuz ve endişeli. Bazı duyguların isim ve tariflerini tam bilmiyorum. Pek iyi değildik, anlayın işte. Yine de havaların ısınması çok güzel. Hem artık kısa sürelerle de olsa camlarımızı açabiliyoruz.

Babam seslendi, aylardır yerleştiği yatak odasından. “Yetkililer açıklama yapıyor!” Annem koşturunca, holün gereksiz bulduğum halısını kaydıra kaydıra ben de koştum arkasından. Felaketin ortasında mıyız sonunda mı bugün belli olacakmış. Bu yetkililer de çok uzun anlatıyor. Annem çığlığı basarken, alkışlarına zıplamaları eşlik ederken, kendimi babamın omuzlarında buldum. Açıklamanın özeti şu: Artık pencerelerimizi açabilir, bildirilen saatlerde sokağa çıkabilirmişiz. Sokakta insanlar arasında mesafe olacakmış. Bir de maske takılacakmış.

Hepimiz camlara nasıl koşuyoruz. Özellikle de buğudan yıpranmış camlarımıza. Pencereleri açtık. Buğuların arkasında saklanmadan birbirimize baktık. Devasa bir şamata koptu apartmanlarda. Bu arada fark ettim de artık parmaklarım o kadar da etine dolgun değil. Artık düğmelerimi ilikten daha rahat geçirebilirim, eminim.

Özlem Budak