İçim çekiliyor. Yürüdükçe kalkan midem, etrafa bakarken kısılan gözlerim ve ilerlemeyen ayaklarım… Daha fazla katlanamayacağım.

Serpil, ses kaydını tamamlamaya çalışırken sendeledi. Yerdeki pisliğin içine düşen kayıt cihazını almaya çalıştı. Dışkı olduğunu görünce geri çekildi. Çantasından eldivenini çıkardı. Cihazı aldı. Kenarından hafıza kartı yuvasını çekti. Eldivenlerini çıkarıp kartı aldı. Cihazı camdan dışarı fırlattı.

Ağlamaya başladı. Evden sendeleyerek çıktı ve kapının kenarına kustu. İlerledi. Çantasından dezenfektan çıkarmaya çalışırken not defterini düşürdü. Arasından uçuşan kâğıtları toparladı. Üzerinde telefon numarası olan kâğıdı görünce olduğu yere çöktü, annem yazıyordu numaranın başında. Korkuyla kalktı etrafı kolaçan etti. Çimler temizdi. Kendini bıraktı. Uzandı.

Uzun zamandır annesini aramadığını düşündü. Ezberinde değildi numarası, telefonuna bile kaydetmemişti. Onu nerede yitirdiğini düşündü. Annesi geldi gözlerinin önüne, elinde içki bardağı ve sigarası, üzerinde eprimiş siyah ipek bozması kombinezonu vardı. Ona baktıkça gözleri çocuk aklına yenilirdi. Atletini giyer, ayaklarına annesinin topuklu terliklerini geçirir, evde dolaşır aynada kendini incelerdi. Annesinin çıplak sesine hayrandı. Onun gibi şarkılar söylemek isterdi. Tarağı mikrofon yapar o dönemin yeni çıkan şarkısını söylerdi.

“Ağlamayı sevmem ben
Kendimi pek üzmem
Şarkılarla mutluluğu yaşarım ben

Dünya bana küs olsa
Kimse benle konuşmasa
Bir seven çıkar en sonunda

Şarkıyı mırıldanmaya başladı. Söyledikçe nefesinin açıldığını hissetti. Uzaktan boğuk bir sesin kendine eşlik ettiğini duydu. Etrafa bakındı. Aklım yine oyun oynuyor.

Çantadan cep aynasını çıkardı. Yüzünü inceledi. Arkada bir gölge hissetti. İrkildi. Korkuyla döndü. Boşluk. Kahrolası yine hayalime düştü.

Babası geldi aklına. Okula giderken aynada kendine bakıp saçını başını düzelttiği günlerde gizlice izlendiği hissine kapılırdı. Çok geçmeden bu gizlilik ortadan kalktı. Önce saçlarını okşadı, zaman geçtikçe elleri omuzlarına kaydı, ardından beline ve bir gece bedenine.

Telefonu çaldı. Sonsuz bir boşluğa sokmuş gibi çantanın içinde çevirdi durdu elini.

– Alo

– N’oldu?

– İyiyim, toparlanmaya çalışıyorum.

– Geleyim mi?

– Hayır.

Birkaç kelimeyle içindeki fırtınayı aktardı kocasına. Adam üstelemedi. Üsteleyemezdi. Ürkek ve asi bir kadındı Serpil, kayıp giderdi. Meraktan ölüyordu Selim, bir yandan da korkuyordu. Bilinmezin içinde tek başınaydı. Ses kayıtlarını beklemekten başka çaresi yoktu. Tınısından anlardı başındaki belayı, o zaman uçarak giderdi yanına. Şimdi tek başına halletmeliydi Serpil.

Serpil, Selim’i düşündü. Çağırsam daha mı kolay olurdu acaba? Sigara çıkardı. Çantasında bir girdap da çakmak için oluştu. Selim’i ilk gördüğü gece geldi aklına. Dudaklarını ısırdı. Gözleri yaşardı. Sonra Selim’in ona sokaktaki halini anlatışı. Kafasının içinde bozuk plak gibi dönüyordu yıllardır.

Yarı çıplaktın. Hafif kanlıydı bedenin. Kesikler aradım, izmarit izlerinden başka bir şey yoktu bedeninde, çok sonra anladım kanayan yerini. Yerdeki cenini. Dövülmüş gibiydin ama değildin de. Korktum. Bıraktım gittim. Sonra yeniden korktum. Ölür de benden hesap sorarsın diye.

Anlatamamıştı Selim’e. Günlerce kaldı Selim’in evinde. Bırakmadı onu adam. Vicdanın uzadıkça uzadı Selim sal beni gideyim, diye çıkıştı bir gece. Gitme, diyebildi. Hep kal.

Hikâyemi bilmeden olmaz.

Anlat.

Anlatamam.

O gün bu ses kayıtlarına karar vermişlerdi. Selim anlatırdı, konuşmayı çok severdi. Serpil’in camdaki yansımasından başka dostu olmamıştı. Selim’e dökerdi içini ses kayıtlarıyla. Çok zorlanmıştı. O gece olanları anlatmak zulüm gibiydi. Ama içinden boşanan cenin gibi tüm sıkıntılarının artık dökülmesi gerekti.

Bir komşumuz vardı, nene diye çağırırdım, “Derdini suya anlat, dağa taşa kediye köpeğe anlat, insana dert anlatılmaz” derdi. Önceleri anlamazdım ne demek istediğini, sonra en yakın dostumun tüm kirli çamaşırlarımı bir gecede nasıl ortalığa döküp saçtığını görünce kendimle konuşmayı öğrendim. Ne zaman bir derdim olsa, binerdim uzun yol otobüslerine, tüm gece gider, sabah gittiğim yerde kalır, akşam geri dönerdim. İki gece boyunca olan biteni kendi yansımama anlatır, onunla dertleşir, çözüm bulur rahatlardım. Şimdi uzun yol otobüslerim bu kayıt cihazı. Kirli çamaşırlarım; çok kirliydi. Çocuk babamdandı, annemin gözleri şahin gibi görürdü, ben hariç… Zamanla dökülecekler ya da sen beni yeniden sokağa dökeceksin.

Bir daha geçmiş konuşulmadı. Tüm ardında kalanlar sandık içi gözyaşı oldu. Ta ki babası ölene kadar.

Cebinden mektubu çıkardı. Babasından kalan kâğıt parçası… Avucunda sıktı. Oturduğu çimenlerin üzerinden kalktı. Yürüdü. Kendini kaybedercesine, ardındaki evi görmeyene dek yürüdü. Bir ağaç dibine çökerken çantasından kulaklığını çıkarıp telefonuna taktı. Telefonun kayıt düğmesine bastı.

Heyecanlıydım. Buraya gelirken peşinde koştuğum gerçeğin böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Bugün sürpriz olsun istedim. Heyecanımı birlikte yaşayalım. Bunu hayal etmedim.

Yeniden şarkıyı mırıldanmaya başladı.

“Ağlamayı sevmem ben
Kendimi pek üzmem
Şarkılarla mutluluğu yaşarım ben

Dünya bana küs olsa
Kimse benle konuşmasa
Bir seven çıkar en sonunda”

Ağlamaya başladı. Bu şarkıyla gücünü ispatlamaya çalışırdı. Sonra annesini düşündü. “Ömrümce hep adım adım, her yerde seni aradım. Ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım.” Babası yokken hep bu şarkıyı söylerdi. Elinde tuttuğu fotoğrafı merak eder, bakmak istediğinde tokadı yerdi. İnatla görmek isterdi. Senin yüzünden gitti der, bir daha döverdi Serpil’i. İçerde gördüğü fotoğraflarla birleştirdi aklındakileri. Hırslandı. Durdu, gücünü topladı. Yeniden kaydetmeye başladı.

Çirkin olabilirdi, alkolik olabilirdi, bağırıp kükreyen biri olabilirdi. Hasta, yatalak, kör hatta ölü bile olabilirdi. Bu olmamalıydı. Sarılamadım bile. Gözlerini göremedim. Dudakları yok gibi. Nefesinden şehir çöplüğünün kokusu geliyor. Evin içindeki koku tahmin bile edilemez. Hayatım boyunca hiç bu kadar kötü ve yoğun bir koku duymadım.

Düşünmeden mail attı. Çantasını evin önündeki masada unuttuğunu fark etti. İlk anın anlamsızlığıyla onu oraya bırakmıştı. Geri dönüp almak istemedi.

Kim bilir hangi pisliğin üzerinde duruyor, diye düşündü. Alması gerekliydi. Arabanın, evin, iş yerinin anahtarı ve bir sürü eşyası vardı içinde. Küfrederek kalktı yerinden, çantasının içini karıştırdı. Market alışverişleri için olan katlanır çantayı buldu. Çantanın tamamını boşalttı. Maske ve eldivenleri taktı. Çantayı kaldırdı. İnceledi. Altındaki koyu sıvıyı gördü. Tiksinerek fırlattı.

Arabaya doğru ilerledi. Her zaman bagajında duran yedek ayakkabı ve kıyafetlerini giydi. Arka kapıyı açıp içeri uzandı. Yüzünü dışarı, gökyüzüne doğru çevirdi. Dünyanın sesini dinledi, kokusunu içine çekti. Adı mektup sayılan küçük not kâğıdının buruşukluklarını düzeltti.

“Ben baban değilim. Sen gayrimeşru çocuktun. Babasının ailesi seni yok etmek isterken annene ben sahip çıktım. Yaşama sebebin benim. Baban seni aradı. Şimdi sen de onu bul. Bizi affetme acılarımızı hak ettik.”

Kâğıdı tekrar buruşturdu. Fırlattı. Selim’i aradı.

Doktor, polis ne gerekliyse yap. Pislik içinde, her tarafı yara içinde, kendine zarar vermiş. Etlerini parçalamış ve her yerde annemin fotoğrafları var. Selim otobüsteki yansımam ol, yanıma gel.

Zeynep Pınarbaşı