Kapıdan girince sizi karşılayan devasa avlunun ilerisinde, sağ tarafta kurulmuş metal bir sahne platformunun üzerindesin. Etrafa yayılan müziğin büyüleyici ritmi seni ve kollarındaki kadını ahenkle dans ettiriyor. Yüreğin heyecandan titreyerek hafifçe sarıldığın omzunun üzerindeki saçlarının kokusunu içine çekiyorsun.

Yüzüne kedi makyajı yapmış. Üç hafta önce tanıştığınızda taşıdığı kedi sepetine bakınca sana veterinerden geldiklerini söylemişti. Çevrenizde dans eden çiftlerin sayılarının birer ikişer çoğaldığını fark ediyorsun. Hepsi makyajlı ve farklı kostümler giymişler. Müzik hızlanarak devam ediyor, başınız dönerek yorgunluktan yere yığılacak hale gelinceye kadar durmuyorsunuz. Nihayet soluk soluğa durduğunuzda platformun merdivenlerinden aşağıya inerken hafif bir rüzgâr bedeninizi serinletiyor.

Çok acıktınız. Hızlıca ilerde kafe restoran yazılı binaya yöneliyorsunuz. İçerisi kalabalık neyse ki arkada pencere kenarında iki kişilik boş bir masa var. Soluk soluğa oturup birbirinize bakıyorsunuz. Bira? diyorsun başıyla tamam diyor. Garsona iki soğuk arjantin ve bir büyük bira tabağı sipariş veriyorsun. Lavaboya gitmek zorunda olduğunu söyleyip izin istiyorsun. Dışarı çıkığında rüzgâr sertleşmiş hafifçe ürperiyorsun.

İlerde evin bahçesinde anne ve babanı görüyorsun. Sana doğru el sallıyor yanlarına çağırıyorlar. Eve doğru yöneliyorsun, geliyorum önce tuvalete gitmem lazım diyorsun yüksek sesle. Beden devinimleri sakinleşiyor seni bekliyorlar. Yanlarına gittiğinde onları her zamanki hallerinde buluyorsun.

Baban bahçeyi çapalarken, keşke fabrikanın bahçesinden getirdiğim tohumları buraya dikmeseydim diye söyleniyor.

Annen, dikmeseydin bu kez keşke dikseydim diye söylenecektin diyor mutfağa geçerken. Açık pencereden sesi geliyor: Gene azaldı bu havagazı, yarım saattir kaynayamadı hala, bu yemek yarına mı pişecek, akşam oldu acıktık diye sızlanmayın hiç.

Bu saatte hep azalır diyor baban, akşam saatleri biliyorsun. Birazdan su gazı verirler pişer yemek.

İlerde Gazhanenin bacasından çıkan duman dans edercesine yükseliyor.

Fermuarını çekip ellerini yıkıyorsun, dışarıdaki soğuk havayla karşılaşınca üşür gibi oluyorsun. Adımlarını hızlandırıyorsun. Siparişler gelmiş. Bira tabağı iştah açıcı görünüyor, buz gibi birayı başına dikiyorsun. Karşında; O da büyük bir yudum alıyor bardağından ve iki kızarmış patatesi ağzına atıyor, ardından bir küçük sosis parçası ve bir yudum daha bira. Birbirinize bakıp gülümsüyorsunuz. Gevşeyip geriye doğru yaslanıyorsunuz. İkinci ve üçüncü bardaklar boşaldığında kahkahalarınızı koyveriyorsunuz.

Keti diyor yanındaki boş sepeti gösterip, gitmiş. Telaşla kalkıp dışarıya Keti’yi aramaya çıkıyorsunuz. Keti keti pisi pisi diye ikiniz farklı yönlere seslenip aramaya başlıyorsunuz. Miyav sesi belli belirsiz geliyor uzaktan; annen bu kedi de nerden çıktı şimdi diye sana soruyor. O’nun kedisi anne Keti ismi diyorsun. Bahçeye nasıl gelmiş? O gözlerini sevecenlikle kırpıştırıp elini anneme uzatıyor. Kız arkadaşın mı diyor, biz de babanla nerde kaldılar diyorduk. Baban merdivenlerden inerken hoş geldiniz diyor. Masaya doğru yürüyorsun. Masada sohbet ederken baban artık epeyce eskimiş olan arabasının bakımından söz ediyor. Gazhane’den ayrılmadan üç yıl önce almıştım bu emektarı diyor, ayağımızı yerden kesti işte. Arabayı büyük bir hevesle kullanmak istediğinde, üniversiteyi bile kazanamamış adamın araba neyine diye azarlaması canlanıyor gözlerinde. Evet diyor annen, artık araba ihtiyaç bu şehirde, buraya ilk taşındığımızda Havagazı yokken hep kırlıktı buralar, gezip dolaşırdık. Sonra baban gibi bir sürü insan orada çalışmaya başlayınca taşınanlar çoğaldı, çok kalabalık oldu mahalle, Gazın isi pisliği de bir taraftan, nefes alamaz olduk. Yeşile temiz havaya hasret kaldık. Neyse ki ince hastalık babana uğramadı ama birçok çalışanı götürdü ne yazık. Şimdi oraya İşçi Müzesi de yapacaklarmış. Oğlum sen seversin diye portakallı kek yapmıştım, çay da demlenmek üzere. Annen O’na dönüyor, ıspanaklı börek de yaptım, sever misin? Severim elinize sağlık diyor yüksek sesle, bira olsaydı daha iyi olurdu benim için ama neyse, Keti bahçede ne yapıyor bir bakayım diye dışarı çıkıyor. Baban, güzel kız diyor, nereden buldun, ne iş yapıyor, ciddi misiniz? Artık zamanıdır 42 oldun. Tiyatrocu diyorsun, oyuncu, dansçı. Kafede tanıştık. İyi iyi der gibi başlarını sallayıp onaylıyorlar. O, kucağında Keti’yle içeri giriyor, Keti’yi sepetine bırakıyor, mırıldanmalarından keyifli olduğu belli. Masaya oturuyor, bardaktaki su’dan bir kaç yudum içiyor. Sen neler yapıyorsun bakışları kelimelere dökülünce, ben dansçıyım diyor. Evim burada İkbaliye’de. Tiyatromuz da aşağıda, Kurbağalıdere Caddesi üzerinde, Salı Pazarının karşısında. Güzel güzel diyorlar. Oğlum da çok güzel mandolin çalardı okulda diyor annen. Anne diye gözlerinin ta içine bakıyorsun. Gitar da çalıyor… diye tamamlıyor cümlesini kırık bir gülümsemeyle. Sen de çok yetenekli bir çocuktun, lise yıllarında kurduğunuz amatör grubun solistiydin diye devam ederken dayanamıyorsun; sizin yüzünüzden diyorsun öfkeyle, mekanikçi oldum mutlu musunuz?

Evden çıkıyorsun.

Platformun orkestra boşluğunun metal aksamının son kontrollarını yapıyorsun. Ses düzeni için prova yapmayı sürdürüyor müzisyenler. Çalışmanın sonunda yanına gelip yerdeki sepeti işaret ederek, dert olmadı size değil mi diye soruyor O, Hayır hayır diyorsun varlığını bile unutmuşum nerdeyse. Teşekkür ederim diyor, keşke orada olsaydınız. Keti’nin içinde bulunduğu sepeti alarak veda ediyor.

Senin yüzünden diyorsun, sen beni Gazhaneye götürüp o makinalarla tanıştırmasaydın, ben de makinalar yerine yaşıtlarım gibi kitaplarımla dost olacaktım. Fena mı oldu diyor baban, bak şimdi o fabrika koca bir Kültür Merkezi ve sen metal aksamı ile ilgili işlerin baş ustasısın.

Işık Demirtaş

24 Mart 2021