Güneş perdenin arasından hafif esen rüzgarla yüzümü yalayıp geçerken, uzaktan gelen horozun sesiyle uyanıyorum. Kendime gelir gelmez sahile ineceğimi anımsıyorum. Eyvah!  güneşin doğuşunu kaçıracağım deyip apar topar hazırlanıyorum. Annem arkamdan sesleniyor, “Kahvaltıya  geç kalma,   misafirimiz var.”

Sahile inen yolda annemin saksılara ektiği karanfiller ile kum zambaklarının geceden kalan kokusu  beni çocukluğuma çağırıyor. Birden kendimi o yaşlarda  olduğu gibi köprünün üzerinde buluyorum. Güneş, güne hazırlanmak için ufuk çizgisini yarılarken suya değecek gibi, oraya kadar yüzebilsem ona ulaşabileceğim kadar, yakın görünüyor.  Gökyüzü en büyük ressamın fırçasından çıkan mavi, kırmızı, sarı renklerle boyanmış halde iken, bir karabaş martısı kocaman kanatlarını açarak tepemden uçuyor.

Deniz sakinlemiş, dalgalar durmuştu. Birden yüzmek istedim… sığ bir denizdi. Ne kadar ilerlesem boyumu anca aşıyordu. Balıkların ısırmasını engellemek için devamlı yüzüyordum.  Su beni çok sakinleştirmişti. Denizden çıkınca köprünün üzerine uzandım. Ortalık sessizdi. Sadece Akdeniz martılarının çığırtkan sesleri ile köprünün ayaklarına vuran dalga sesleri  duyuluyordu. Sahilde binlerce yıl önce Romalıların konakladığı, İskender’in atını sürdüğü zamanları düşlerken, birden saçı başı dağılmış, çıplak ayaklı yanık tenli, yaşı ilerlemiş bir adamın bana seslendiğini duydum.

-Deniz canavarı, kadınları, çocukları öldürmüş. Taşların arasına fırlatıp atmış. Burada durmayın! Deniz Tanrısı canavara kızar, sahil sular altında kalır. Sonra depremler olur. Gidin… Gidin buradan!

Çok şaşırmıştım, ne cevap vereceğimi bilemedim.

–  Biliyor musun? Ege’yi de canavar öldürdü.

– Ege kim?

Yaşlı adamın Roma heykelleri gibi donuk olan yüzünde, mavi gözleri öfke ve korkuyla hızlıca hareket ediyordu. Soruma cevap vermeden, arkasını dönerek çıplak ayaklarıyla taşların üzerine basa basa uzaklaştı.

Annem birkaç gün önce göçmenlere ait bir botun battığından söz ediyordu. Zavallı adam çok etkilenmiş… Tadım kaçmıştı. Kahvaltıya yetişmek için geldiğim yoldan eve döndüm.

Annem kahvaltıyı akasya ağacının altına hazırlamıştı. Bahçede küçük bir kanişle dolaşan, elbisesi güneşten solmuş, saçları beyazlamış misafirimiz çiçeklere dokunarak onlara birşeyler fısıldıyordu. Yanına gidince başını kaldırdı.

-Merhaba, ben Elif…

-Ah! Merhaba ben de Nevbahar…

Diyerek dalgın dalgın yüzüme baktı. Kahvaltı için masaya oturduk. Annem:

-Elif İstanbul’da çok yoğun çalışıyor, pek görüşemiyoruz. Buraya tatil için geldi.

Nevbahar:

-Bu zamanda gençlerin işi çok zor.

“Sizin çocuğunuz var mı?”dedim.

Birden masada herşeyin büyük bir gürültüyle devrildiğini hissettim. Misafirin yüzü değişti. Gözlerinden akan bir damla yaşı gizlemek için başını çevirdi. Boğazımıza dizilen lokmaları, çayın yardımıyla zorla yutuyorduk. O’nun çok büyük bir acı yaşadığını düşünerek konuyu değiştirdim. Bugün deniz çok güzeldi. Güneş burada bir başka doğuyor. Köprüyü de çok özlemişim, altında hala kurbağalar dolaşıyor. Ha bir de sahilde dolaşan yaşlı adam, üzüldüm haline, pek sağlıklı düşünemiyor dibiydi, canavarlardan söz ediyordu. Misafirimiz heyecanla konuşmaya başladı:

-Benim kocam o, sahilde yürüyüşe çıkar, Ah! Yürek yarası, bir gün olsun ona olan öfkem dinmedi. Yine de sokaklarda bir başına kalmasına gönlüm razı olmuyor.  

Yaşlandıkça evlendiğim adamı düşünüyorum. Bir şimdiki haline bakıyorum bir de o zamanki. Tütün kralının oğlu diye anılırdı. Babası ölünce, üniversiteyi bırakıp işinin başına geçti. Bir oğlumuz oldu, adını Ege koyduk. Ardından da kızımız. Kasabanın ileri gelenleri ile arkadaşlıklar kurdu. Zamanla o aydın insan yerini otoriter bir kocaya, bir babaya bıraktı. Buna da katlandım uzun yıllar, oğlum delikanlı olunca işler değişti, sürekli babası ile çatışıyordu. Onun baskılarına boyun eğmedi, çekip İstanbul’a gitti. Gidiş o gidiş, okulu yarım bıraktı, başka fakülteye kayıt oldu. İsyankâr bir çocuktu. Bir gün kapıya polisler dayandı. Onu arıyorlardı, babası çok sinirlendi ve kaldığı evin adresini verdi. Emniyet müdürü olan arkadaşını aradı. Onun Kobani’ye yardım götüren gençlerin arasında olduğunu öğrenince iyice küplere bindi. “Birkaç gün içeri atın da akıllansın eşek oğlu eşek!”

Günler sonra oğlumun arkadaşından haber geldi, adresinde bulamamışlardı. Bakkala uğrayınca kendi ismini duymuş, bakkal Ege ile göz göze gelmiş, hiç ses etmemiş, o da hızla uzaklaşmış. Arkadaşıyla bir tekne bulmuşlar, Sakız adasına geçip, oradan da Avrupa’ya gidecekmiş. Telefonun çalmasını, onun heyecanla, anne iyiyim, beni merak etme diyen sesini duymayı bekledim. Bir gün öğleye doğru polis geldi, bizi sahile götürdü, köprünün yanında yerde uzanan genci yüz üstü çevirerek “bu sizin oğlunuz mu” diye sordu. Yere çöktüm, sonrasını hatırlamıyorum.

Babasını da birkaç gün sonra sahilde gördüler, cenazede yoktu. Beni acımla baş başa bırakıp kendi karanlığına gömüldü. Sahile iner dolaşır, günler geceler boyu kaybolur ortadan, ne yer ne içer bilinmez. Göçmen tekneleri battığından beri de canavarlardan söz eder, bir de tanrılardan.

Bir solukta anlattıkları bunaltmıştı beni. Bahçede derin bir sessizlik oldu. Dostça elini tutarak, ”yaşananlara çok üzüldüm” diyebildim. Başını sallayarak hüzünlü bakışlarla yüzüme baktı, ”yolculuk ne zaman” diye sordu. ”Bu akşam döneceğim” deyince, iyi yolculuklar dileyip köpeğiyle birlikte bahçe kapısından dışarı çıktı. Hazırlanmak için üst kata çıkınca uzun süre balkondan denizi seyrettim, hüzünlenmiştim. Kuzenlerimle birlikte köprünün altında çekildiğimiz fotoğraf ilişti gözüme, duvarda asılıydı. Aldım oradan, çantama attım, annemle vedalaşıp yola koyuldum.  

Özel Atay