Okuldan arkadaşlarla birlikte çıkıp, eve doğru yürümeye başladık. Gülseren’le sohbetle geçerdi yürüyüşlerimiz çoğunlukla. Bazen okuldan başka arkadaşlarımız da bize katılırdı. O gün yanımızda sekizinci sınıfın en popüler çocuklarından biri olan Fırat vardı. Teneffüslerde bahçede sık karşılaştığım bu çocuktan hoşlanıyordum. O da bana karşı ilgisiz değildi. Dikkatimi çekmek için çeşitli şaklabanlıklar yaparak uzaktan gülümserdi. Bana olan ilgisini fark eder, içten içe sevinirdim ama bizim kasaba gibi geleneksel değerlerine bağlı bir yerde yaşıyorsanız dikkatli olmanız gerekir. Bu nedenle Fırat’ın ilgisini görmezden gelir, çoğu zaman alay ederdim. Fırat, bugün de yanımızda yürüyor. Biz hızlandıkça o da yürüyüşümüze ayak uydurarak hızlanıyor. Gözlerini benden alamadığı her halinden belli oluyor. Önüne bakmadığında , gamzelerimde oluyor bakışları. Kısa süre sonra taşlara takılıp, tökezliyor. Gülseren’le beni bir gülmedir alıyor. Sakinleşmek için çok çabalıyorum. Sonunda başarıyorum. Fırat utancından ne yapacağını şaşırıp, çoktan kayıplara karışmış bile.
Evin kapısından girip, elimi yıkamak için banyoya gittiğim sırada babam önümü kesti. “Bugün sen ne yaptın okulda. Hangi çocuklarla fingirdeştin.” dedikten sonra gözümün üzerine sert bir yumruk yapıştırdı. Başım dönmeye başladı. Saldırının etkisinden daha henüz kurtulamamışken bu kez de babaannem, beni elleriyle göstererek bağırdıktan sonra, oğluna bir şeyler anlatmaya başladı: “Bu çocuk kime çekti anlamıyorum. Annesi gibi namuslu bir kadından böyle bir orospu çıkabileceğini kimse tahmin etmezdi. Oğlum ben sana kaç defa söyledim, kızını dövmeyen dizini döver diye.”
Yediğim yumruğun etkisinden kurtulup, ne olduğunu anlamaya çalıştım. Gözümün giderek sızlamaya başladığını fark ettim, şişiyor olmalıydı.Morarmaya başlayan kaşlarımı ellerimle ovuştururken, hıçkırıklarla ağlamaya başladım.
Babam, “Anne, tamam, sus artık. Ben bu kıza ne yapacağımı biliyorum.” dedikten sonra yerden kalkmama bile fırsat vermeden, saçlarımdan çekiştirerek yerde sürüklemeye başladı. Acıyla bağırmaya başladım. Yattığım odaya dolu bir çuvalın atılması gibi iteklendim. Yüz üstü yere kapaklandım. Babam kapıyı hızla çektikten sonra dışarıdan kilitledi. Yerde acı içinde kıvranırken, babaannemle babamın mutfaktaki konuşmalarını duyuyordum. “Bu kız bir hafta odasından çıkmayacak. Okula mokula da gitmeyecek. Sadece yemek götüreceksin, bir de tuvalete çıkacak, hepsi bu. Onun dışında çıktığını duyarsam, ya da ben evde yokken dışarı çıktığına dair bir işaret alırsam, ikinize de zindan ederim bu evi.”
Odamda bir divanla küçük bir elbise dolabı dışında hiçbir şey yoktu. Yerdeki kilimin üzerine kapaklanmış bir şekilde bir saatten fazla ağladım, ağladım, babamın davranışlarının nedenini anlamaya çalıştım. Sonunda Fırat’la okul çıkışında yürürken görülmüş olabileceğimiz ihtimali aklıma geldi. Evet başka bir nedeni olamazdı, biraz düşününce iyice emin oldum bu durumdan. Gördüklerini yanlış yorumlamış olmalıydılar. Yerden güçlükle kalkarak bitkin bir şekilde divanın üzerine uzandım. Gözümdeki ağrı giderek şiddetlenirken, dişimi sıkmaya çalıştım. Duvardaki aynada yüzüme bakınca, durumumun hissettiğimden daha da kötü olduğunu anladım. Gözüm sadece morarmamış, davul gibi şişmişti. Yüzümde şişliğin etkisiyle üzerimde tuhaf bir hal vardı. Buz verselerdi belki yüzüme bastırıp, şişin inmesini bekleyebilirdim ama odadan mutfağa doğru seslenip, “Bana buz getirin çabuk. Yüzüm şişti.” diye bağırsam da beni duymazdan geldiler. Bir süre sonra bitkinlikten uyuyakalmışım.
Sabahleyin, babaannemin anahtarı çevirip, odaya girdiğini, elindeki kahvaltı tepsisini küçük masanın üzerine bırakıp, yeniden odadan çıktığını hissettim. Odaya girdiğinde ne başımı okşamış, ne de kanserden ölen annem gibi bana sarılıp, yüzüme öpücükler kondurmuştu. Bana karşı müthiş bir kin ve öfke duyan bu kadın, on üç yıllık hayatımdaki en büyük kabuslarımdan biriydi. Evden çıkarken giydiğim kıyafetlerden, yolda nasıl yürümem gerektiğine kadar birçok kuralı dayatan bu yaşlı kadın, sokakta erkeklerle karşılaşırsam göz göze gelmemem, sağa sola başımı çevirmeden, yere bakarak yürümem gerektiği yönünde telkinlerde bulunurdu. Bakkala ekmek almaya gönderdiği zamanlarda ise bir an önce gidip gelmemi söyler, arkadaşlarıma takılmamam konusunda beni sürekli uyarırdı. Yaşıtlarım sokaklarda arkadaşlarıyla oynarken, ben ya mutfakta bulaşıkları yıkar, ya da temizlik yapardım.
Babaannem 66 yaşındaydı ama yaşını hiç göstermezdi. Kendine de çok iyi bakar, istediğini yer içer, istediği yemekleri yapardı. Çocukluğumdan beri bir kez bile başının ağrıdığını, hastalandığını ne duydum ne de gördüm. Gün boyu pencere kenarında oturup, sokaktan geçip gidenleri gözetler, gördüğü kadın ya da erkeklerin dedikodusunu yapardı. Duymazlıktan gelmeye çalışırdım ama o konuşurken benim de söylediklerini onaylamamı beklerdi. Konuşmadığım zaman da ağzına gelen her türlü hakareti yüzüme haykırıp, yerinden kalkar, kendi odasına giderdi. Her gün beş vakit namazını kılar, başını da her zaman örterdi. Babaannem apartmanda yapılan günlerde de sıra kendisine geldiği zaman her türlü hazırlığını bir gün önceden yapar, pasta ve böreklerin nasıl yapıldığını bana da öğretirdi. Gün boyu sürekli çalışıp, ertesi gün yapılacak kadınlar gününe hazırlanırken, neşeli şarkılar mırıldanmayı da ihmal etmezdi. Kadınlar bizim evde toplandığı zaman saatlerce konuşup, dedikodu yaparlar, ya evlenen bir kızdan bahseder, ya komşularından birinin eşini çekiştirir ya da hoşlanmadıkları insanların davranışlarını işlerine geldiği gibi yorumlayıp, onları küçümserlerdi. O anlarda odama çekilirdim biraz dinlenip kafa dinleyebilirim belki diye ama içerideki kadınların kahkahaları ve yüksek sesle konuşmaları odanın içine de dolar, başıma ağrılar girmesine neden olurdu. Akşam olup, evlerine dağıldıkları zaman bu kez de babaannem ortalığı toplayıp, bulaşıkları yıkamamı isterdi. Yerleri elektrik süpürgesiyle temizler, ardından toz almaya geçerdim. Bu kadar yorgunluğun üzerine öğretmenimizin verdiği ödevi yapmak içimden gelmezdi. Ruhen ve bedenen yaşadığım yorgunluk beni esir alırdı.
Bir haftalık ev hapsi cezamın bitmesinin ardından yeniden okula gittim. Babam evden çıkarken yüzüme suratı bir karış bakarken, okula gidip gelirken yapmam gerekenleri anlatıp durdu. Disiplin ve katılık konusunda babamın üzerine yoktu. Kamyon şoförüydü babam. Uzun yollarda günlerce direksiyon salladığı için bazen ayda sadece iki üç kez eve gelirdi. Babaannem, oğlunun bu yoğun çalışma temposunu bildiği için onu çok fazla merak etmezdi. Annemi iki yıl önce kaybettiğimizden bu yana babamın birçok kadınla ilişkisi olmuştu. Hatta birkaç tanesini eve getirip, babaannemle tanıştırmış, annesinin nabzını yoklayarak evlenmenin yollarını aramıştı. Babaannem eve gelen kadınların her birinde bir kusur bulur, kiminin boyunu beğenmez, kiminin güzel olmadığını söyler, kiminin de elli ayaklı olmadığını yani ev işlerinden pek anlamadığını ima ederdi. Babam, babaannemi ikna edemeyeceğini anlayınca getirdiği kadınlarla birlikte evden çıkıp giderdi.
Okulun kapısından girdiğim zaman bütün arkadaşlarım etrafımı sardı. Gülseren, “Neredeydin bir haftadır, öğretmenimiz de seni sordu. Kaygılandık senin için.” dedi. Hiçbir şey söyleyemedim. Gözümdeki morluklar henüz geçmemişti. Öğretmen yüzüme bakınca her şeyi anladı ve beni üzmemek için hiçbir şey söylememeyi tercih etti. Çünkü daha önceden de babam bana buna benzer cezalar verdiği için birkaç kez okula gidememiştim. Okula gidemediğim günlerden birinde öğretmenim durumumu merak edip, evimize kadar gelmiş ama babaannemle babamın nemrut suratlarıyla karşılaşıp, okula dönmek zorunda kalmıştı. Öğretmen, babamın beni dövdüğünü de biliyordu, babaannemin torununu sevmeyen kötü bir kadın olduğunu da. Onun için okulda bana her zaman sevecen davranır, herhangi bir şey söylerken sesini hiç yükseltmeden konuşur, teneffüslerde ya da okuldan yeni çıktığım zamanlarda bir şeye ihtiyacım olup, olmadığını sorardı.
Okuldaki ilk günümü geçirdikten sonra, babamın söyledikleri belleğimde yankılandığı için ne Fırat’a selam verebildim ne de en iyi arkadaşım Gülseren’le birlikte okuldan çıkabildim. Kimseye takılmadan koşarak evin yolunu tuttum. Babamın beni yeniden dövmesinden korkuyordum. Evin kapısından girdiğim zaman babaannem göz ucuyla bana baktıktan sonra kayıtsızca pencereden bakmaya devam etti. İzlediği pembe dizideki kadın karakterin, sevgilisiyle sahilde dolaştığı sahneyi izlerken, uyuklamaya başladı. Aradan iki dakika geçmeden odayı tamamen babaannemin horultuları kapladı.
Salondan çıkıp, sessizce odama girdim. Divana uzanıp, bir süreliğine gözlerimi kapattım. Annem yeniden gözlerimin önüne geldi. Babamın alkollü bir şekilde eve geldiği bir gün annemle tartıştıkları zamanı hatırlıyordum. Eve girdiği zaman anneme nasıl da bağırdığını sadece biz değil apartmandaki herkes duymuş ama duymazlıktan gelmişlerdi. Annemin yüzüne ortada hiçbir sebep yokken birkaç tokat indiren babam, sallanarak yatak odasına gidip sızmıştı. Annem bir köşeye çekilip, sessizce ağlamaya başlamış, bu evliliği sürdürmenin artık ne kadar gereksiz olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu hissettiklerini bana anlatmazdı ama tavırlarından anlardım. Bu zor durumdan kurtulmak için bir çıkış yolu arıyordu ama kendi ailesinden yeterli desteği göremediği için adım atma konusunda kararsız kalıyordu. Babama boşanma davası açmaya cesaret edemediği için, onun triplerine katlanmak zorunda kalıyordu. Kendi ailesi, annem evliliğinden ne kadar şikayet ederse etsin, evlilik bağının kutsallığından dem vuran anneannem, yuvayı dişi kuşun yaptığını söyler, evlilikte bu tür sorunların her zaman olabileceğini belirtip, anneme alttan almasını telkin ederdi. Annem yaşadığı koşulların onların anladığından çok daha kötü olduğunu ailesine bir türlü anlatamazdı. Annemin yakınında yaşadığı acıları anlayabilecek birkaç dostu olsaydı eğer bu evlilik çoktan sona ermiş olurdu. Annem babamla geçimsizliği arttıkça içine kapanıp, daha da üzülmeye başlamıştı. Bana sarılıp, sessizce ağlamaları dışında hiçbir şey hissettirmez, çileli yaşamında gülümsemeyi ise hiçbir zaman yüzünden eksik etmezdi. Annem iki yıl önce evde bayılıp, ambulansla acil servise kaldırılmış, ertesi gün yapılan testlerin ardından kan kanserine yakalandığı anlaşılmıştı. Tedavisi çok pahalıydı, gücümüzü çok aşıyordu. Babamda para yoktu, olsa da vermezdi zaten. Destek isteyebileceğimiz bir yardım kuruluşu da yoktu. Annem birkaç ay içerisinde gözlerimizin önünde eriyip gitti, gözleri eski canlılığını yitirip, giderek soluklaştı. Babam bir sabah uyandığında, yatağında ölü bulmuştu annemi. Onu çok özlüyordum ama yaşadığı çileli hayat gözümün önünde gitmiyordu. Sonra annemle el ele tutuşup, deniz kenarına gittiğimiz günleri hayal ediyor, vapura bindikten sonra gökyüzünde kanat çırpan martılara simit atıp, rüzgarın esintisini yüzümüzde hissederken saçlarımızın uçuşmasını görüyordum. O zaman özgürlüğün coşkusu bütün hücrelerimi sarıyor, kendimi daha iyi hissederek ertesi gün yataktan daha da dinç olarak kalkabiliyordum.
Sabah uyandığım zaman babamla babaannemin hakkımda konuştuklarını duydum. “Bu kızı okuldan alalım, kuran kursuna gönderelim. Orada gerekli dini ve ahlaki terbiyeyi alıp, yola gelecektir.” diyordu babaannem. Babam, “Çok iyi fikir anne, bunu neden daha önceden düşünemedik. Başını da kapatalım. Mahallemizdeki caminin imamının bildiği bir vakıf var, çok inançlı Müslümanlar var orada. Allah’ın yolunda ayrılmamışlardır hiçbir zaman. Oradaki kuran kursuna verelim bu kızı. Gerekli eğitimi alıp, vatana millete hayırlı bir evlat olarak yetiştirilsin. Gözümüz arkada kalmaz böylece. Hadi hayırlısı” dedi. Ertesi gün elimden tutup, caminin yanında bulunan vakfın bahçesindeki imama, “Al hocam bunu, eti senin kemiği benim. İyi bir dini eğitim almasını istiyorum. Allah’ın yolunda yürümeyi şimdiden öğrensin. Ahlaki değerlerimizi anlatın ona. Dindar bir kadının nasıl olması gerektiğini, peygamber efendimizin felsefesini iyice kavrasın. Hadi hayırlısı” dedikten sonra gözden kayboldu. Hocayla baş başa kalmıştık. Hoca, beni tepeden tırnağa süzüp, vakıftan getirdiği kıyafetlerle baş örtüsünü önüme atıp, “Hadi çabuk, bunları giy hemen. Bundan sonra hep bu kıyafetleri giyeceksin. Burada benim sözümün dışına çıkmak yok. Allah yolunda disiplinden ödün vermem, bunu bilesin. Hadi çabuk üzerini giyin.” dedi. Babamın okuldan kaydımı sildirdiğine mi yanayım yoksa hocanın eline düştüğüme mi üzüleyim diye düşünürken, kıyafetleri dalgınlıkla üzerime geçirdiğimi fark ettim. Aynaya baktığımda üzerimdeki simsiyah çarşafla, giydiğim entarinin içerisinde kendimi bir hayalet gibi hissettim. Hoca beni camiye bağlı vakfın binasına götürüp, Muhammed Hoca’yla tanıştırdı. Upuzun sakalları olan bu adam patlak gözleriyle beni tepeden tırnağa süzdükten sonra, “Arkamdan gel çabuk, vakfın oraya gideceğiz seninle. Kuran kursuna orada başlayacaksın.” dedi. Arkasından hızla ilerledim.
İlk derste Muhammed Hoca dini değerlerin yaşatılmasına dair uzun bir söylev çektikten sonra yaşları bana yakın yaklaşık on civarında çocuğun arasına kattı beni. Onlar da benim gibi siyah çarşaflara bürünmüş, önlerinde sayfaları açılmış bir şekilde duran kitapların üzerine kapaklanmış, mırıltı halinde dua okurken, sağa sola sallanıyorlardı.
İlk birkaç haftada Muhammed Hoca tarafından eğitilip, Arapça öğrenmeye başladım. Zor bir dildi ama Muhammed Hoca, kalın bir kızılcık sopasıyla aramızda dolaşıp, kızdığı zaman elindeki sopayı üzerimizde denediği için, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordum. Üç dört ay sonra Arapça’yı iyice sökmeye ve okuyup yazmaya başladım.
Kuran’daki dualardan ezberletiyordu bir yandan da. Muhammed Hoca, akşamları yatarken de bu dualardan en az ikisini okuyup öyle yatmamızı istiyordu. Yatmadan önce söylediği duaları okurdum okumasına ama hiçbiri aklıma girmezdi. Okuldaki arkadaşlarımı düşünürdüm o anda. Beni merak etmiş olabilirler miydi? Gülseren ne yapıyordu acaba şimdi? Fırat beni özlemiş olabilir miydi? Ya ben onu yeniden gördüğüm zaman ne hissederdim?… Kalbimin çarpıntısından duramazdım muhtemelen. Babam kursa gidiş gelişlerimi çok sıkı denetleyip, beni arkadaşlarına takip ettirdiği için okula gitmeye hiçbir zaman cesaret edemedim.
Sonra bu düşüncelerden sıyrılıp, annemle küçükken parka gittiğimiz günleri hatırlar, avunurdum. Muhammed Hoca beni bu durumda görseydi kesinlikle canımı okurdu. Ne duaların anlamlarını öğrenmek isterdim, ne de her türlü yoruma açık hadis kitaplarındaki dini bilgileri merak ederdim. Kendimi en iyi hissettiğim zamanlar, yatmama yakın zamanlarda annemi hayal etmekti. Annemle yaşadığımızı sandığım birçok güzel şeyi hayal eder, çoktan ölüp gitmiş annemi düşlerimden yeniden canlandırıp, kanlı canlı bir insana dönüştürürdüm. Annemi, öylesine güzel hayal ederdim ki, upuzun saçları yerlere kadar uzanırken, masmavi gözleriyle yüzüme sevgiyle bakardı. Annem yanıma gelirken bir peri kızı kadar kanlı canlı ve enerjik olarak bana sarılır, saçlarımı öpüp koklardı. “Canım kızım, seni çok seviyorum.” demeyi de hiç unutmazdı. Annemin beni öpüp koklaması ve bağrına basıp saçlarımı okşaması o kadar hoşuma giderdi ki yüzümdeki gülümsemeyle uyuyakalırdım.
Kursa gittiğim günlerden birinde içeride iki çocuk dışında kimsenin olmadığını fark ettim. Muhammed Hoca’yı benimle aynı yaştaki Feriha’nın yanağından bir makas alırken yakaladım, beni gören hoca önce şaşırdı sonra hızla toparlanıp hiçbir şey olmamış gibi, “Ne çabuk geldin sen, hadi dışarı çık. Daha dersin başlamasına yarım saat var,” diyerek azarladı. Gördüklerimi aklımdan çıkaramıyordum. Muhammed Hoca, benden iki yaş küçük bu kız çocuğuyla ne yapmak istiyordu, anlamakta zorlanıyordum. Muhammed Hoca gibi dini bütün bir adam, bizim gibi çocuklardan ne isteyebilirdi ki? Koşarak odadan çıktım, bahçede tedirginlikle dolanıp durmaya başladım. Yapmam gerekenin ne olduğuna karar veremiyordum.
Yarım saat sonra kursa başladık. Ben dışarıdayken, kursa katılması gereken çocuklarının çoğunun orada olmaması garibime gitmişti. Biz odadaki iki çocuk olarak, önümüzde açık duran kuranın üzerine eğilmiş sessizce duaları mırıldanıyorduk. Muhammed Hoca, eliyle Feriha’ya işaret edip, dışarıya çıkmasını söyledi. Feriha, hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Muhammed Hoca’yla odada yalnız kalmıştık. Ben önümdeki kuranı okumaya devam ediyordum ama göz ucuyla hocayı gözlemeyi de ihmal etmiyordum. Muhammed Hoca, önce upuzun sakallarını çekiştirdi, sonra onları okşayarak düşünmeye başladı. Bir anda yerinden kalkıp, yanıma diz çöktü. Uzun entarimin altındaki bacaklarımı okşamaya başladı. Tedirginlikle yerimden kalkmaya çalıştım. Elleriyle omuzlarıma bastırıp, hareket etmemi engelledi. Ağlamaya başladım. Çığlık çığlığa…“Ne olur hocam beni bırakın, kimseye bir şey söylemeyeceğim. Yalvarırım bırakın beni hocam.” diye feryat etmeye başladım. Muhammed Hoca saçlarımı okşayıp, “Ağlama yavrum, güzel kızım.” derken, yerden kalkıp hızla kapıya doğru koştum. Muhammed Hoca, bir an boş bulunmuştu ama çabuk toparlanıp arkamdan yetişti. Belime sarılınca ikimiz de yere yuvarlandık. Çığlık çığlığa bağırıyor, yardım istiyordum ama sesimi kimseye duyuramıyordum. Muhammed Hoca, beni yere yatırdıktan sonra üzerimdeki bütün elbiseleri yırtıp, attı. Ağlamaktan gözyaşlarım kurumuştu artık. Bulunduğum yerde tir tir titremeye başladım. Üzerime abanıp, yeni yeni çıkmaya başlayan göğüslerimi okşamaya başladı. Bir süre sonra dayanılmaz bir acı hissettim, kanamaya başlamıştım. Bulunduğum yerde kendimden geçmişim, uyandığımda etrafımda ne öbür çocuklar vardı ne de Muhammed Hoca. Titreyerek yerimden kalkıp, üzerimdeki paramparça edilmiş kıyafetlerle sendeleyerek eve gittim. Kapıdan girdiğimde babam mutfakta akşam yemeğini yiyordu. Kapıdan girdiğimi görünce üzerime atılıp, “Konuş, ne oldu sana. Çabuk anlat” dedi. Babamın yüksek sesle sorduğu soruyu duyamadan bayılmışım. İki saat sonra hastanenin acil servisinde koluma bir serum bağlanmış olarak açtım gözlerimi. Birkaç saat sonra eve döndüğümüzde babam yeniden sormaya başladı neler olduğunu. Sesimi yitirmiştim sanki, konuşamıyordum. Gözlerimden yaşlar boşanıyor, etrafa tedirginlikle bakınıyordum. Babaannem de kinle yüzüme bakıp, “Allahım sonumuzu hayır et, ne oldu bu kıza” diye söylenip duruyordu. Babam ertesi gün beni kadın doğum uzmanı bir doktora götürdü. Orada kızlık zarımın yırtıldığı ve tecavüze uğradığım anlaşıldı. Babam eve döndüğümüz zaman odada beni bir kenara sıkıştırıp, kimin tecavüz ettiğini sordu defalarca. Sustum, hep sustum. Sonra yüzüme gelen yumruğun etkisiyle yere kapaklandım. Kendimden geçmişim. Uyandığımda yatakta yatıyordum. Babam her gün beni dövüp, kimin tecavüz ettiğini sormaya devam ediyordu. Haftalarca hiç konuşmadım, anlamsızca duvarlara bakıp, sustum. Hayalet gibi evin her yerinde şuursuzca dolaşıp, durdum. Babam işten eve geldiği günlerden birinde kapıdan girer girmez beni yine öldüresiye dövmeye başladı. Ağlamaya başladım. Hıçkırıklarım her yanı sarmıştı. Yeniden vurmaya hazırlanırken feryatla, “Muhammed Hoca tecavüz etti bana.” diyebildim. İnanmadı. “Yalan söylüyorsun alçak, orospu seni, dini bütün bir adama nasıl iftira atarsın.” dedi. Sonra beni bir külçe gibi kalktığım odaya fırlatıp, hızla evden çıktı.
İki saat sonra eve döndüğünde odama girip, yüzümü yeniden tokatlamaya başladı. Muhammed Hoca, kendisine iftira attığımı söylemiş babama. “Senin kızın başka biriyle fingirdeşmiştir. Bakışlarını hiç beğenmemiştim zaten, günah bunun her yerine işlemiş zaten. Karı kısmına güven olur mu? ‘Kızından sopayı eksik etmeyeceksin’ diye boşuna söylememişler, kızını dövmeyen dizini döver.” demiş. Ardından dinin bu tür konulardaki emirlerini sıralamış, babamı bir kenara çekip, benim bir an önce öldürülmem gerektiğini, bir baba olarak namusunun kirlendiğini, benim suçlu biri olarak cezamı çekmemin Allah’ın emri olduğunu söylemiş. Bu tür durumlarda kız çocuklarını öldürmenin günahından çok sevabı varmış. Kızını öldürmezsen bundan sonra Müslümanların yüzüne nasıl bakacaksın, bu günahı bütün ömrün boyunca boynunda nasıl taşıyacaksın? Bir an önce öldür, sevaba gir.” diyerek telkinlerde bulunmuş.
Bütün bunları bana, şehrin dışındaki sık ormanlık alanda üzerime silahını doğrulttuğu zaman anlattı. Suçsuz olduğumu haykırdım yüzüne. Muhammed Hoca’nın dini bütün bir adam olmadığını, din tüccarı, inançsız biri olduğunu, benim gibi birçok çocuğa taciz ve tecavüzlerde bulunmuş olduğunu anlatmaya çalıştım ama dinlemedi. Kafama silahı dayalıyken, hayallere daldım. Babam öfkeyle küfürler savuruyor, bağırıyordu bir yandan da. Gözlerimi kapattım. Annemle gökyüzüne kanat çırpmaya başlamıştık çoktan. Annem, “Kızım ben sana inanıyorum, senin suçun değil bütün bunlar, seni çok seviyorum. Çok mutlu olacağız seninle. Burada koca dayağı, baba dayağı yok, umutsuzluk yok, özgürlük var, kardeşlik var, sevgi var. Gel kızım yanıma, birlikte çok mutlu olacağız seninle” diyordu. Bembeyaz elbiselerinin içerisinde bir peri kızını hatırlatan annemin görüntüsü beni büyülemişti. Ellerimi tutunca gökyüzünde kanat çırpmaya başladık, kuşlar uçuşuyordu etrafımızda. Semalarda özgürce dolaşıyorduk. Tek el silah sesini duymamla birlikte yere kapaklandım. Canım bedenimden çekilirken, annemin, “Gel kızım yanıma, artık ikimiz de özgürüz, hiç ayrılmayacağız. Seni çok seviyorum.” diyen sözlerini işitmeye başladım. Annemle birlikte uçsuz bucaksız gökyüzünde özgürce kanat çırparken, mutluluktan gözyaşlarına boğuldum.
HAKAN KİZİR